Kürk Mantolu Madonna sorusu: Neden bu kadar yalnızız?
Kütüphane Haftası’nın en çok okunan kitabı olmuş “Kürk Mantolu Madonna”.Çok güzel haber, sevineceğiz elbette. Ama Madonna’nın sırrının ne olduğunu merak da edeceğiz, sorular soracağız…
Sabahattin Ali’nin diğer romanları, mesela bir “Kuyucaklı Yusuf” ya da “İçimizdeki Şeytan” neden aynı ilgiyi görmüyor? Genç okurlar bu tuhaf ve hazin aşk hikayesinde tam olarak ne buluyor? 28 adındaki genç kadının Maria Puder’le bağlantısı ne olabilir? Nazım Hikmet, “Kürk Mantolu Madonna”ya neden hayran olmuş ve nasıl eleştirmişti? Kitabın o dönemde başına gelenlerle ilgili kalbimizi yaralayan şey ne; Madonna’mız, yazıldığı dönemde gerçekten de okur tarafından beğenilmemiş miydi? Biz neden bu kadar yalnızız?
“Sana ihtiyacım yok ki benim! İnsan yalnız da mutsuz olabilir çünkü…”
Konumuzla alakası yok ama anlatacağım… Birkaç yıl önceydi, bir sabah erken saatlerde çok acayip bir hadise gerçekleşti: Dünyanın dört bir yanından sayısız insan, konu kutucuğunda “I love you” yazan birer e-posta aldı. Filipinli bir hacker’ın yaydığı bir virüstü bu ve 24 saat içinde sayısız bankanın, holdingin hatta İngiliz Parlamento’su gibi resmi kuruluşların bilgisayarları çöktü. Etkisi topu topu bir gün sürdü, ama bu kadarı bile milyonlarca kişinin ağzının payını almasına yetti.
O gün iki şey olmuştu aslında. 1) Gelen her e-posta’ya güvenmemek gerektiği idrak edilmişti. 2) Hiç tanımadıkları birinden gelen aşk ilânına düşünmeden atlayan milyonlarca insanın, kalplerinde ne derin bir boşluklukla yaşadığı, tatlı sözler duymaya, sevilmeye ne kadar ihtiyaç duyduğu anlaşılmıştı. Herkes çok ama çok yalnızdı!
Bu hadise aklıma, Sabahattin Ali’nin ünlü romanı “Kürk Mantolu Madonna”daki bir cümleden geldi. Hatırlayalım: “Sana ihtiyacım yok ki benim! İnsan yalnız da mutsuz olabilir çünkü…”
Sanırım günümüz insanlarını “Kürk Mantolu Madonna” dönemindekilerden ayıran en önemli özellik bu. Yalnızlığa, ümit etmeye, beklemeye tahammülümüz yok. Bizim için aşk da hayatımızın diğer önemli anları gibi projelendirilmeyi bekliyor. Sonuç almaya kararlıyız. Bu yüzden sürekli faal olmaya çalışıyor, sürekli birileriyle buluşma planları yapıyoruz. Yahut o kadarına bile enerjimiz olmadığı için aşkı da hiç olmayacak yerlerde, internette falan arıyoruz. Kendimize “gül bahçeleri” vaat ediyor ve kaçınılmaz olarak sürekli hayal kırıklığına uğruyoruz. Bir yandan da geçmişin büyük aşklarına, romanlardaki tutkulu ilişkilere imreniyoruz. Havranlı Raif Efendi’nin Berlinli Maria Puder’e duyduğu türden bir karasevda gelip bizi -hem de acilen- bulsun istiyoruz. Eh, bu durumda da aşk kaçıyor, biz kovalıyoruz…
“Şu koskoca dünyada benim kadar yapayalnız dolaşan bir insan daha var mı acaba?”
Sabahattin Ali’nin öldürülmeden 8 yıl önce, 1941’de tamamladığı “Kürk Mantolu Madonna”, bizi işte bu gerçekle yüzleştiriyor. Roman, edebiyatımızın en güçlü eserlerinden biri olmasının yanı sıra bir “long seller”. Yani basıldıktan hemen sonra rafları, vitrinleri kaplayan ve deli gibi satan “best seller”ların aksine yıllardır rekorlar kırıyor; çok satıyor, çok okunuyor. Üstelik bu yıl uluslararası yayıncılık devi Penguin tarafından İngilizce çevirisi de basıldı, yani onu yakında belki dünyanın yalnız ve kederli ruhları da keşfedecek…
19. yüzyıl Rus romanlarına özgü bir melankolinin hâkim olduğu bu çok güzel romanın gördüğü ilginin, yukarıda saydıklarım dışında da sebepleri olmalı diye düşünerek, küçük bir sosyal medya taraması yapıyorum. Twitter’da, Facebook’ta, “Kürk Mantolu Madonna” alıntılarının haddi hesabı yok. Dahası yüzlerce genç kadın, internete “Maria Puder” nick’iyle giriyor. “Okuduğum en güzel roman, elimden bırakamıyorum” diyen de var, “Yok artık günümüzde böyle ilişkiler; içimi derin bir özlem kaplıyor” diyen de… Genç bir okur şu cümlenin “kalbini dağladığını” söylüyor: “Her şeyi kafamda saklayamayacağım. Söylemek; bir şeyler, birçok şeyler anlatmak istiyorum… Kime? Şu koskoca dünyada benim kadar yapayalnız dolaşan bir insan daha var mı acaba?”
Bilmeyenler için konuyu özetleyeyim: Savaştan önce Berlin’e giden ve kitaplarıyla, rüyalarıyla inşa ettiği bir hayaller aleminde yaşayan Havranlı Raif Efendi, bir gün en az onun kadar içine kapanık, kabuğundan çıkmaya onun kadar gönülsüz Maria Puder’le tanışır ve aralarında tutkulu bir aşk başlar. Raif Efendi, babasının ölüm haberi üzerine Ankara’ya döner, bu arada II. Dünya Savaşı’nın ilk belirtileri patlak verir. Kahramanımız Nazilerin Almanya’daki azınlıklar, özellikle de Maria Puder gibi Yahudi olanlar üzerinde terör estirmeye başladığını öğrenir ama ne yaparsa yapsın Maria Puder’ine ulaşamaz. Yıllar geçer, ailesinin ısrarıyla istemediği bir kadınla evlenen Raif Efendi bir gün hareket etmek üzere olan bir trenin penceresinde Maria’nın bir yakınını görür. Öğrenebildiği tek şey, sevgilisinin bir toplama kampında öldüğü olur; kadının yanında duran çocuk da Maria’nın, yani Raif’in kızıdır. İşe bakın ki tren aniden kalkar ve içindekiler bir daha dönmemecesine gözden kaybolur.
“Sisli ve yağmurlu teşrinievvel günlerinde 28 ile müzeye, sinemaya gidişim gelir aklıma”
Kitabı en çekici kılan şey, elbette esrarlı ve güzel Maria Puder. Üstelik onun gerçek biri olduğunu bizzat Sabahattin Ali’den öğreniyoruz. Şöyle yazmış Ali: “Almanya’dayken, Frolayn Puder isminde bir hatuna ziyadesiyle âşıktım. Bu kadın, arkadaşlar arasında 28 namıyla meşhurdu. Hâlâ o zamanların meşhur şarkısı Sonny Boy’u her mırıldandığımda, sisli ve yağmurlu teşrinievvel günlerinde 28 ile müzeye, sinemaya gidişim gelir aklıma. Yolda mütemadiyen yüzüne dalar, önümü görmezdim, o da hafif bir tebessümle başını bana doğru çevirerek bu salaklığımı mazur gördüğünü anlatmak isterdi. Âşık olduklarım arasında bana bu kadın kadar iyi muamele eden olmamıştır. Beni kırmaz; aramızda genişlemeyen ve daralmayan muayyen bir mesafeyi muhafaza etmesini bilirdi…”
Bugünün aşka dair cicili bicili vaatler ve ikide bir yere çakılmamıza sebep olan projeler dünyasında yeri olmayan bir aşk bu. Yalnızlığımıza en az bizim kadar yalnız karakterlerle şifa oluyor ve hazin finaline rağmen, şiddetli ve derin bir aşk yaşama arzumuzu tetikliyor. Okurken, hem hayatımızda neyin eksik olduğunu görüyoruz hem de içimizde incecik bir umut filizleniyor. “Ruh ancak bir benzerini bulduğu zaman meydana çıkıyordu; bize, bizim aklımıza, hesaplarımıza danışmaya lüzum görmeden… Biz ancak o zaman sahiden yaşamaya -ruhumuzla yaşamaya- başlıyorduk” diyor Raif Efendi ve işte hepimiz ona bütün kalbimizle, hiç değilse romana gömüldüğümüz süre boyunca inanıyoruz.
Herkesin bir “Kürk Mantolu Madonna” cümlesi olduğu söyleniyor ya, kendiminkiyle bitireyim…
“Kaybedilen kıymetli eşyanın, servetin, her türlü dünya saadetinin acısı zamanla unutuluyor. Kaçırılan fırsatlar ise asla akıldan çıkmıyor ve her hatırlayışta insanın içini sızlatıyor. Sebebi herhalde, ‘Bu öyle olmayabilirdi!’ düşüncesi…”
28 adında bir genç kadın
♣ Sabahattin Ali, “Kürk Mantolu Madonna”yı askerlik yaparken, Büyükdere’deki çadırda yazmış.
♣ Roman ilk kez Hakikat gazetesinde 18 Aralık 1940-8 Şubat 1941 arasında tefrika edilmiş. Sabahattin Ali her hafta bir bölüm yetiştirmeye çalışıyormuş. Attan düşüp sağ kolunu incittiğinde bile, kolunu tenekede ısıtılan suya koyarak, yazmayı sürdürmüş.
♣ Cevdet Kudret’e göre, Sabahattin Ali kitabının adın önce “Lüzumsuz Adam” koymaya karar vermiş ama vazgeçmiş. Pertev Naili Boratav’a göre ise, bir ara kitabının adının “Yirmi Sekiz” olmasını istemiş. Çünkü Sabahattin Ali’nin bir dönem âşık olduğu gerçek Maria Puder, 28 yaşındaymış.
“Roman maalesef tutmamıştır!”
Beni çok üzen bir şey var: Sabahattin Ali, çok zor şartlarda yazdığı “Kürk Mantolu Madonna”nın ilk kez tefrika edildiği Hakikat Gazetesi tarafından resmen dolandırılmış. Hatta telifini isteyince, gazetenin sahibi Cemal Hakkı, romanın okur tarafından zaten pek de beğenilmediği söylemiş. Yazarın küskün ama sert cevabı şu olmuş: “Hayatımda ilk defa olarak, yazımın tutmadığı suratıma çarpıldı. Neden? Bunu araştırmaya lüzum bile hissedilmedi. Acaba roman hakikaten tutmadı mı? Tutmadı ise kabahat romanda mı? Sanatı üzerinde benim kadar titreyen ve bunu ‘talebe muvafık emtia’ haline girmekten benim kadar kaçan bir insana eliniz titremeden ‘roman maalesef tutmamıştır’ yazarken, ne yaptığınızın farkında mı idiniz?”
İnsan isyan ediyor bazı şeylerin hiç değişmemesine. Öte yandan kitaplar konusunda adaletin hiç değilse okur nezdinde mutlaka yerini bulmasına da seviniyor. Keşke Sabahattin Ali romanının yıllar sonra ne kadar büyük bir ilgiyle karşılandığını, sevildiğini görebilseydi…
Romanın en büyük hayranı ve eleştirmeni onu ilk okuyanlardan Nazım Hikmet olmuştu
“Ben bu kitabı hem sevdim, hem kızdım. Evvela niçin kızdığımı söyleyeyim. Kitabın birinci kısmı bir harikadır. Bu kısmın kendi yolunda inkişafı yani bir küçük burjuva ailesinin içyüzünü tahlili öyle bir haşmetle genişlemek istidadında ki insan buradan ikinci kısma geçerken, elinde olmayarak, ‘Yazık olmuş, bu çok orijinal, çok mükemmel başlangıç ve imkân boşuna harcanmış, keşke harcanmasaydı’ diyor. Ben Berlin’e kadar olan pasajı okurken, benim anladığım manadaki realizmine hayran oldum. Beni dinlersen o başlangıcı almak ve kahramanın ölümünü kısaca tekrarlamak suretiyle o ailenin efradı ve eşhasının hayatları etrafında bir ikinci cilt, ayrı bir roman yapabilirsin, böylelikle de dinlemeye başladığımız o harika musiki birdenbire kesilmiş olmaz. Gelelim ikinci kısmına; o kısım başlı başına bir büyük hikâye olarak güzeldir ve böyle bir tecrübe gerek senin için gerekse Türk edebiyatı için lazımdı. Sen bu tecrübeyi başarıyla yaptın.”
MARIA PUDER
“Bende inanmak noksanmış”
“Hayatta yalnız kalmanın esas olduğunu hâlâ kabul edemiyor musunuz? Bütün yakınlaşmalar, bütün birleşmeler yalancıdır. İnsanlar ancak muayyen bir hadde kadar birbirlerine sokulabilirler, üst tarafını uydururlar ve günün birinde hatalarını anlayınca, yeislerinden her şeyi bırakıp kaçarlar. Halbuki mümkün olanla kanaat etseler, hayallerini hakikat zannetmekten vazgeçseler bu böyle olmaz. Herkes tabii olanı kabul ederse, ortada ne hayal sükûtu, ne inkisar kalır…”
“Bu eksik sana değil, bana ait. Bende inanmak noksanmış. Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanamadığım için, sana âşık olmadığımı zannediyormuşum. Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. Ama şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın. Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum.”
“Başkasına merhamet etmek, ondan daha kuvvetli olduğunu zannetmektir ki ne kendimizi bu kadar büyük, ne de başkalarını bizden daha zavallı görmeye hakkımız yoktur…”
RAİF EFENDİ
“Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir”
“Yaşamak, tabiatın en küçük kımıldanışlarını sezerek, hayatın sarsılmaz bir mantıkla akıp gidişini seyrederek yaşamak; herkesten daha çok, daha kuvvetli yaşadığını, bir âna bir ömür kadar hayat doldurduğunu bilerek yaşamak… Ve bilhassa bütün bunları anlatacak bir insanın mevcut olduğunu düşünerek, onu bekleyerek yaşamak…”
“O zamana kadar bütün insanlardan esirgediğim alaka, hiç kimseye karşı tam manasıyla duymadığım sevgi sanki hep birikmiş ve muazzam bir kütle halinde şimdi bu kadına karşı meydana çıkmıştı.”
“Ne kadar çok insanı seversek, asıl sevdiğimiz bir tek kişiyi de o kadar çok ve kuvvetli severiz. Aşk dağıldıkça azalan bir şey değildir.”
“Ona ne kadar muhtaç olduğumu şimdi anlıyordum. Ben hayatta yalnız başına yürüyebilecek bir insan değildim. Daima onun gibi bir desteğe muhtaçtım. Bunlardan mahrum olarak yaşamam mümkün olamazdı. Buna rağmen yaşadım. Ama, işte netice meydanda…”
2 kez okuduğum ve hiç kitaplığıma kaldırmadığım sürekli çalışma masamın yada günlük görebileceğim bir yerlerde duran kitap. Kitabın neden bu kadar değerli olduğunu anlatan güzel bir yazı olmuş.
Teşekkürler :)))
Merhabalar,
Öncelikle bu güzel yazı için emeğinize sağlık :) Yalnız merak ettiğim bir husus var: Yazınızda Maria Puder’in toplama kampında öldüğünü yazmışsınız. Benim okuduğum baskıda hasta olduğu ve doğumdan sonra koma halinde öldüğü yazıyor. Sizin hangi baskıyı okuduğunuzu ve bu farklılığın baskıdan kaynaklanıp kaynaklanmadığını bilmiyorum. Eğer öyleyse neden farklı yazılmış bir bilginiz var mı? Belki de benim okurken gözden kaçırdığım bir nokta olmuştur diye o kısımları tekrar okudum ve toplama kampıyla ilgili bir şey bulamadım. Ancak yine de doğru anlamamış olabilirim, göremediğim satır araları var belki de… Bir açıklama yaparsanız çok sevinirim. Sevgiler :)
Romanın birkaç versiyonu olduğunu sanmıyorum, ama sizin için yeniden bakacağım :)
Ama biliyorsunuz belki, bu zaten çok tartışılan bir konudur. hatta Doğan Akhanlı’nın bu konuda bir kitabı da var: “Madonna’nın Son Hayali”.
Ben de o kitaba mutlaka bakacağım, teşekkürler :)
:)