Egoist okur

Librarie de Pera ve İstanbul’un öteki kıymetli kitapçıları

Biz son haftalarda İstiklal’in vazgeçilmez mekanı Robinson Crusoe’yu konuşur ve ayakta kalması için neler yapabileceğimizi tartışırken, İstanbul’un şahane bir kitapçısı gitti. Arzu Akgün’ün haberine göre, 1900’lerin başında Alman Otto Keil’in kurduğu, saraya kitaplar veren, ondan Rum Tanya’nın devraldığı ve henüz bir üniversite öğrencisi iken Uğur Güracar’ın devam ettirdiği Librairie de Pera artık yok.

librarie de pera egoistokur istanbulun en eski kitapcisi 3

Sarayın kitapçısından şövalye duruşu

Paris’te Sacre Coeur Kilisesi’nin önündeki “Tam 150 yıldır buradayız” yazan afişi gördüğümde önce yanlış okuduğumu düşünmüştüm. 150 yılın lafı mı olurdu? Memleketimdeki hoyratlık ucundan kıyısından da olsa bana da bulaşmıştı işte, beğenememiştim 150 yılı.

Daha dün Athena Tapınağı’nda 2500 yıllık sütunlara sarılmıştım, sabah 1500 yıllık Ayasofya’nın önünden geçmiştim. Arka sokağımdaki Moğolların Meryemi Kilisesi’nde 1200’lerden beri dua ediliyordu. Her gördüğümde alıp eve götürmek ister gibi sevdiğim Galata Kulesi 700 yaşındaydı. Havalar biraz soğuyunca koluma dövmesini yaptıracağım Kariye freski de öyle. Benim Beyoğlu’ndaki kitapçım bile 100 yıllık sayın Fransız.

Üstelik saraya bile kitap veriyormuş Librairie de Pera.

Biliyorsunuz saraya hizmet verebilmek bir kaliteyi gösterir, dünyanın her yerinde böyledir bu. Kalite bir yana sözü bile etkileyici bence. Sadece “Sarayın Kitapçısı” sözü bile eteklerimi hafifçe tutup selam vermem için yeterli. Beni masallara her zaman kitaplar ve kitapçılar inandırır zaten.

Sarayın Kitapçısı… Ne güzel!

Güzeldi daha doğrusu çünkü onu da kaybettik. Sahip çıkamadığımız pek çok tarihi, kültürel değer gibi o da kaydı gitti ellerimizden.

En güzel sahaflarımızdan birisi artık yok. Üstelik o kadar sessiz sedasız oldu ki her şey, hepten inanamadım.

Bir sabah uyur uyanık Facebook’ta dolanırken Nedret Abi’nin, yani nerede ise İstanbul tarihi ile her soruda kapısını çaldığım ve her seferinde beni güleryüzüyle karşılayan Sahaf Emin Nedret İşli’nin paylaştığı bir yazıda gördüm Librairie de Pera’nın kapandığını… Hemen Uğur Bey’e mesaj yazdım. Uğur Güracar, bana sosyal medyanın kazandırdığı dostlardandı. Arada yıllar olsa da ikimizin de yolu İstanbul Siyasal’dan geçmişti. Sonra kütüphanelerde bile bulunmayan kitapları Zümrüdü Anka kuşu gibi kolayca ulaştırmıştı bana.

Nasıl kapanır Librairie de Pera dedim. Kapanamaz dedim. Türk filmlerindeki teatral pozlarla hayır hayır dedim. Neden hiç haberimiz olmadı? Neden gürültü çıkarmadınız dedim.

Uğur Güracar ile güzel bir akşamüstü Pera Müzesi’nin cafesinde buluştuk. Vakit, mekan ve içimdeki hüznü Uğur Bey’in karizması tamamlıyordu. Bembeyaz saçlar ve harika bir ses tonu ile tam bir İstanbul beyefendisi vardı karşımda.

Üzgünüm dostlar, güzel seviyorum ben. Ruhum eşitlikçi ama kalbim faşist. Karşımdaki adam yakışıklısı ise, zeki ise, hoşsa, beni bir yerden alıp başka bir yere götürüyorsa düşüyorum hikayenin peşine. Hem Uğur Bey’in yakışıklılığı bir yana Librairie de Pera kapandıysa kim bulacaktı bana o yüzyıllık kitapları kolayca.

Dükkanın ihale ile alınması ve çaycı olarak açılacağı söylentisi ile ilgili olarak Sezgin Tanrıkulu kitapçılığa devam edebileceklerini söylemiş. Kıyamam.

Kendisini tanımıyorum ama sanırım Rumca, Ermenice, Fransızca, Osmanlıca’ya hakim herhalde.

Sahaflık kolay iş değildir çünkü. Bir kitabın tarihini hemen anlamak, anlatabilmek, kıymetini bilmek.

Ben buna alışığım çünkü… Turkuaz Sahaf’a girince merak ettiğim konuyla ilgili Nedret Abi’nin Osmanlıca, Puzant Abi’nin Ermenice kaynaklardan bilgi vermesine… Uğur Güracar’ın bak bununla ilgili 200 yıl önce İtalyan bir gezgin bunları yazdı, Fransız bir araştırmacı bunları söyledi demesine… Ya da ‘Kitap İçin’de Murat Uncu’nun “Bak bu kitap önce Fransızca’ya çevrildi ama sen ilk elden Arapça’dan çevrilmişini okusan daha iyi olur” diye nasihat etmesine…

Bu topraklar bir yüzünde Bizans Haç’ı bir yüzünde Selçuklu Sultanının ismi olan sikkeler gördü sayın Tanrıkulu. Kolay iş değildir sahaflık. Biliyorum sondan başladım. Başa dönelim…

Neden hiç gürültü çıkarmadınız diye sordum Uğur Bey’e. Neden ortalığı birbirine katmadınız? (Sanki günlerdir, aylardır, İstanbul’da taş üstüne taş kalmadığı, yediğim biber gazları yüzünden ciğerlerim yana yana eve döndüğüm, biber gazı yemek ne ki gencecik çocuklar öldüğü halde değişen bir şey olmuş gibi)

Kendisi hukuki bütün yolları denemiş. Yerel mahkemede görülen davada karar Librairie de Péra’nın lehine sonuçlansa da bir şey değişmemiş. Yargıtay’ın yerel mahkeme kararını bozması üzerine hayal kırıklığına uğramış. İdare 3 ay içerisinde kararı bozduğu gibi Yargıtay’a itiraz süreci beklenmeden ihale de yapılmış.

Hatta durumun hukuka aykırı olduğunu söylediğinde kendisine “Biz önce yapacağımızı yaparız, hukuk arkamızdan gelir” denmiş.

Biliyorum biliyorum. Bu memlekette katiller aramızda rahat rahat dolaşırken nice güzel insanların mezar taşı bile yok. Ama hepimiz biliyoruz mesele ne üç ağaç ne de üç kitap.

Hukuki bütün yolları denediği için de herhangi bir şekilde o rant çemberi ile pazarlığa girmemiş Güracar.

Sarayın kitapçısından şovalye duruşu.

1900’lerin başında Alman Otto Keil’in kurduğu, saraya kitaplar veren, ondan Rum Tanya’nın devraldığı ve henüz bir üniversite öğrencisi iken Uğur Güracar’ın devam ettirdiği Librairie de Pera artık yok.

Bir kitapçı çevresi istediğin kitapları bulmaktan başka aynı zamanda insanın kendisini yetiştirdiği, feyz aldığı, değerlerinin, davranışlarının da oluşturduğu bir yer değil midir diye soruyorum edinilmiş bir romantizmle.

(“Edinilmiş romantizm” Selim İleri’nin son kitabı Mel’un’dan edindiğim, hemen sahiplendiğim ve pek çok şeyi açıkladığını düşündüğüm bir kavram. Mel’un’u ayrıca anlatacağım size.)

Bambaşka yeri yok mudur sahaf/kitapçı sohbetlerinin? İyi biliyorum, çünkü Eskişehir’de Kibele Sanat Merkezi’nde yetişmişim. Okunulacak kitaplardan başka müzik zevkimin, politik görüşümün, insanlara yaklaşım tarzımın, kendimi ifade etme şeklimin, büyüğüme, küçüğüme davranışlarımın, yazdığım yazılarımın şekillendiği yerdir orası.

Eğitim evet ama ya ruh terbiyesi?

İnsan insanla terakki etmez mi diye soruyorum? “Elbette” diyor Uğur Güracar. “İnsan kendini ancak insanda tanır.”

Ama o da bıkmış hep aynı klişe yorumlardan. Ergen anti- Kemalizmiyle Harf Devrimi’ni eleştirenlerden, aşırı muhafazarlıktan, Wikipedia entelektüelliğinden yılmış. Her neyse, Unesco’nun “gayri maddi kültür varlığı” diye tanımladığı bir kitapçı yok. Artık koklayarak değil internetten alacağız Librairie de Pera’nın kitaplarını. Ne hukuk ne insani duyarlılık ne de tarihin durduramadığı bir kıyımın içindeyiz. Her gün soluduğumuz havanın biber gazından geçilmediği gibi kitap kokumuzu bile elimizden alıyorlar.

Bizans’ı yok etmek, tamamen silmek istiyorlar demişti bir arkadaşım, bin yıllık bir kilisenin kalıntıları arasından geçiyorduk Saraçhane’de. Kokudan burnumuzu tutarak geçiyorduk üstelik. Bin yıllık kilisenin kalıntıları açık hava tuvaletine dönmüştü çünkü. Hayır dedim Bizans, Osmanlı, Selçuklu fark etmiyor onlar için. Karşı oldukları bir şey yok. Sevdikleri tek bir şey var, o da rant ve para. Hadi Bizans’a karşılar, mesele bununla bitse Süleymaniye’ye ettikleri nedir? Koskoca Süleymaniye.

Süleymaniye deyince aklıma geldi. Yine bizim memleketimiz Mimar Sinan’ın kafatasının kaybedildiği yerdir. Hey hey Koca Sinan’ın kafatası kaybediliyor. Küpe tekinden, tel tokadan bahsetmiyoruz dikkat edin.

Biz böyle konuşurken ve yürürken işeyen adamlardan birisi bana dönüp “Ne arıyorsun burada” gibi bir el hareketi yaptı. Tabii haklısın dedim, senin bin yıllık Bizans kalıntılarına işemen değil benim gecenin bir saati kadın olarak oradan geçmem tuhaf değil mi?

Üzgünüm Fransız, içim fesat, kabul kıskandım. Şu Tophane’deki Aziz Krikor Lusavoriç Kilisesi’ni bir beyaza boyasak, etrafındaki o sakil binaları yıksak, al sana Sacre Coeur dedim içimden.

Ama bakımı, estetiği bir yana, varlıklarına bile sahip çıkamıyorum ben. Kiliseme, kitapçıma, sinemama, pastaneme, tren istasyonuma sahip çıkamadım işte. Bir artı bir evime, yatağıma, soframa karıştılar. Sustum ben. Günlerce Gezi’de yatıp kalktıktan sonra artık korkuyorum diye evden çıkamamaya başladım ben.

Sen yaz 150 yıldır buradayız diye. Ben değil binlerce yıllık tarihime, o tarihi öğrenebileceğim kitapları bulabileceğim sahaflara bile sahip çıkamadım.

Arzu Akgün

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments