Egoist okur

“Aktör tuhaf bir hayvan, adeta bir bukalemundur”

1924 doğumlu İtalyan aktör Marcello Mastroianni bazı çok önemli filmlerinden oluşan şahane bir seçkiyle Kadıköy Sinematek Sinema Evi’nde.

İstanbul İtalyan Kültür Merkezi’nin katkılarıyla düzenlenen seçki, 60 yıllık meslek hayatında Federico Fellini’den Theodoros Angelopoulos’a birçok önemli yönetmenle çalışan Mastroianni’nin sekiz filmini bir araya getiriyor. ‘Marcello Mastroianni 100 Yaşında!’ adlı programda Sekiz Buçuk (8 ½, 1963), İtalyan Usulü Evlilik (Matrimonio all’italiana, 1964), Büyük Tıkınma (La grande bouffe, 1973), Allonsanfàn (1974), Özel Bir Gün (Una giornata particolare, 1977), Kadınlar Kenti (La città delle donne, 1980), Arıcı (O melissokomos, 1986) ve Saat Kaç? (Che ora è?, 1989) adlı klasikleri izlemek mümkün.

Bense aktörün çeşitli röportajlarından yaptığım bir derlemeyi okuyun istiyorum. Neden çok özel bir ruh olduğu aşağıda söylediklerinden bile belli…

Programın tamamı için buraya bakınız

“Kendi mafyasını kuran” harikulade bir yönetmen: John Cassavetes

Marcello Mastroianni: “Aktör tuhaf bir hayvan, adeta bir bukalemundur”

“Kendi filmlerimi izlemem. Kuşkusuz çekimler sırasında elimden geleni yapıyorum. Mazoşist değilim; iyi oynamayı, rol aldığım filmlerin başarılı olmasını istiyorum elbette ama çoğu oyuncunun hakkında olumlu eleştiriler çıkana dek yaşadığı türden tedirginlikleri duymuyorum. Oyunculuğu zevk aldığım için yapıyorum, bunun dışında filmle ilgili çıkabilecek sorunların beni değil, yönetmeni, yapımcıyı ve seyirciyi ilgilendirdiğini düşünüyorum. Olumlu eleştiriler beni mutlu ediyor. Olumsuz eleştirilere maruz kalırsak, ‘Belki başka sefere başarırız,’ diye düşünüyorum. Kendi filmlerimi izlemeyi korkutucu bulup bulmadığım soruldu bir keresinde. Aslında korkutucu bulmuyorum. ‘İşte beş para etmez suratıyla rol yapmaya çalışan bir sersem,’ diyorum sadece. Avrupalı bir oyuncu olmanın farkı bu. Amerikalı oyuncularla yapılan röportajlar beni şaşırtıyor, hepsi de çekim öncesi ve sonrası, ne büyük çabalarla rollerine uyum sağlamaya çalıştıklarını, ne denli büyük acılar çektiklerini anlatıyorlar. Peh! Çok anlamsız bir acı bu. Benim için oyunculuk bir eğlenme biçimi. Bir sürü insanla çalışıyorsun, hepsi seni seviyor. Daha ne isteyebilirsin ki?”

“Sinemayı bir sınıfa, Visconti’yi ise başöğretmene benzetiyorum. Üstelik ön sırada oturan arkadaşım da Fellini’nin ta kendisi. Antonioni ise sınıfın en ağır başlı çocuğu.”

“Şu oyuncu-yönetmen ilişkileri konusunda ortalıkta dolaşan efsanelere gelince; hiçbiri doğru değil. Yönetmen ve oyuncu dost olmaya çalışır ama en fazla üç-dört ay süren bir dostluktur bu. Film bitince, yollar aynlır. Bir başka filmin çekimleri sırasında dostluğunuza kaldığınız yerden devam edebilirsiniz. Çocukluğunuzu, arkadaşlarınızı hatırlayın; çeteler kurulurdu ve oyunlar birlikte de oynansa, her zaman tek kişi lider olurdu. Sinemada da böyledir. Sette günlerce, gecelerce tartışıldığını mı sanıyorsunuz siz? Röportajlarda söylenir ama gerçekte ben hiç rastlamadım öyle bir şeye.”

“Açıkçası festivallerden hazzetmiyorum. Bu Cannes’a kaçıncı gelişim, hatırlamıyorum bile ama her seferinde kaçmaya çalıştım. En iyi oyuncu ödülü verildiğinde Venedik Film Festivali’ne gitmemiştim sözgelişi. Ortalıkta dolanmak, kendinizi hayranlarınıza göstermek için geldiğinizi sanıyor insanlar. Halbuki bunu yapan oyuncularla yönetmenlere birer moron gözüyle bakarım ben. Bir filmin tanıtımını yapmak için röportajlar vermek de bir zorunluluk. Gerçekte istemezsiniz, gene de yaparsınız. Elbette, mesleğe ilk başladığımda tanınmak hoşuma gidiyordu. Zaman içinde, giderek daha kuşkucu, daha alaycı oldum. Röportajlar ve basın toplantıları yalnızca işimin bir parçası, benim için daha başka bir anlamı yok. Dergilerdeki o boktan yazılara aldırmayın. Neyse ki Avrupa’da filmlerin sanatsal niteliği tartışılıyor daha çok; Amerikan dergilerinde ise hâlâ reklam, yani para ön planda.”

“İçimde karanlık bir taraf gizli olabilir ama hiç ortaya çıkmadı çünkü bu tarz roller bana teklif edilmedi”

“Canlandırdığım roller, başka başka kişiliklere de sahip olsalar, ortak bir payda taşıyorlar; ‘ben’den bir parça… Gene de beyazperdede kişiliğimin bütün yönlerini yansıtabildiğimi söyleyemem. Bilirsiniz, oyuncular her zaman canlandırdıkları karakterin kılıfına bürünmeye çalışırlar. Fellini filmlerinde hatta bir dönem çalıştığım tüm yönetmenlerin filmlerinde, yetenekli insanları ya da entellektüelleri oynadım. Sonra kendi kendime sordum: ‘Lanet olsun, hiç mi kötü birini oynayamazsın sen, örneğin bir diktatörü!’ İçimde karanlık bir taraf gizli olabilir ama hiç ortaya çıkmadı çünkü bu tarz roller bana teklif edilmedi. Bu yüzden kimi Amerikalı oyuncuları kıskandığım bile oldu. Fazla konuşmayan ancak devinimleriyle korkutucu olan karakterleri oynamak isterdim. Galiba başka bir bedende yeniden doğana dek beklemem gerekecek.”

“Bir oyuncu, film bittikten sonra canlandırdığı rolden sıyrılamadığını söylüyorsa, ona inanmayın. Aktör tuhaf bir hayvan, adeta bir bukalemundur. Ne sözleri ne de giysileri ona aittir. O yalnızca işini yapar. Gerçekle kurguyu birbirine karıştırmak hiç de sağlıklı olmazdı bence. Bir oyuncu eve gittiğinde rolünün etkisinden kurtulamıyorsa, bu şizoid bir şeydir. Bir rol kişisi olarak kamera önünde ağladığınızı düşünün. Sigaranızı keyifle tüttürmek gibidir. Bitince, ‘Harikaydı, ama şimdi bir şeyler yemeliyim,’ dersiniz. Ve rol kişisinin acıların unutursunuz.”

“Çalışmadığım zamanlar çok sıkılıyorum. Kendime has ilgi alanlarım, hobilerim yok. Sinemayı ve dostlarımla eğlenmeyi seviyorum, hepsi o kadar. Talihli olduğum zamanlar, dostlarımla film yapma fırsatını buluyorum. Bu nedenle bir filmi bitirip ötekine başlıyorum. Dostlarım kimler? Fellini, Scola, Ferreri, Monicelli ve son olarak Tornatore. Asker arkadaşı gibiyiz, sık görüşmeyiz ancak karşılaşmaktan mutluluk duyarız. Ortak anılarımız çok, üstelik çoğu zaman güzel anılar bunlar. Yaz aşkları gibi… Güneşli, sıcak günlerde birliktesinizdir ve ilk yağmur damlası sizi ayırır: Ona ‘Seni seviyorum, arayacağım,’ dersiniz. Sonra herkes kendi yoluna gider. Ara sıra da görüşürsünüz. Ne kadar duyarlı ve artistik olduğunu falan düşünmeyin sakın. Benim duyarlılığım işime yansıdığı kadardır ve gerisi yalnızca şakadır.”

“Şiddet dolu, kaba saba olanlara bernzemeyen Amerikan filmlerini seviyorum. İçerdikleri şiddet etkileyici olmaktan çıktı, sıkıcı bir hale dönüştü artık. Mesela Vietnam filmleri. Ancak Amerikalı bir oyuncu/yönetmen var ki, çok önemsiyorum. Adı, Danny DeVito. How To Throw Your Mother Under A Train, tüm ironik ve acımasız bakışına karşın aynı zamanda müthiş duygusal bir yapıttı. Bu tür bir mizahı kendime yakın buluyorum. İkinci filmi The War of The Roses/Güllerin Savaşı’nda duygusallıktan eser kalmamıştı çünkü dünyanın en eski ve acımasız savaşını, kadın-erkek çatışmasını anlatıyordu. Ve meseleye çok doğru bir yerden bakıyordu.”

“Federico Fellini en sevdiğim yönetmendir. Entelektüelliğine ve fantazi kurma gücüne hayranım”

“Artık yaşlandım ama yine de yakışıklı olduğumu söylüyorlar. Oysa ben hiç bir zaman kendimi yakışıklı bulmadım. ‘Eh işte, fena değilsin,’ derdim bir zamanlar kendi kendime. Yakışıklı dendiğinde benim aklıma Marlon Brando gelir. Şimdiki şişman haliyle bile eşi benzeri yok bence.”

“Aşk sahnelerinde oynamaktan nefret ederim. İnsana kendini gülünç hissettiriyorlar. Onca kişinin arasında ne yapacağını bilememek kadar kötü bir şey olamaz. Hep tetikte olmak zorundasınız. Partnerinizin gözlerine yakından bakamazsınız çünkü tuhaf bir biçimde şaşılaşmışlardır (o da sizin gibi tedirgindir), bu nedenle sol kulağına ya da sağ yanağına bakmak için özel bir gayret sarf edersiniz. Bu yüzden ben hep güldürücü filmlerdeki aşk sahnelerini yeğlemişimdir. O zaman gülünç olmak bir kabus sayılmaz.”

“Federico Fellini en sevdiğim yönetmendir. Entelektüelliğine ve fantazi kurma gücüne hayranım. Onunla birlikte gerçekleştirdiğim tüm filmler mucizevi birer başyapıt oldu. İlk filmim La Dolce Vita’yı onunla çektiğim için şanslıydım. İlginç bir dünyanın şaşırtıcı keşfiydi benim için.”

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments