Egoist okur

Mario Levi: “Herkes kendi dilinde ölüyordu!”

“Tüm anlatılanların otobiyografik bir karakter taşıdığına inanıyorum. Bu keşfi durduk yerde yapmadım, sadece yıllar önce ifade edilmiş bir hakikatin izini sürdüm. Gustave Flaubert, ‘Madame Bovary benim’ lafını boşuna etmedi. Tüm bunlar bir yana, ancak yaşananın bize daha sahici bir edebiyatın yolunu açtığına hep inandım. Birileri bana hikâyelerini anlatmam için kendilerini gösterdi, hatta hayatıma girdi… Kim bilir, belki de bir kader, bir tasarıydı bu. Tıpkı yaşadığım, beni bana veren ve inşa eden coğrafya gibi… Meselenin en can alıcı tarafıysa şu: çok uzaklara gitmenize gerek yok. Varolmanızı sağlayan dilin kendisi otobiyografiktir. Bir hikâyeyi anlatmayı seçtiğiniz an bu yola çıkmışsınız demektir. Estetiğin inceliklerini de burada bulabilirsiniz, üslubunuzun şekillenmesine zemin hazırlayan duygu iklimini ve tarihini de… Peki bu hikâyelerdeki anlatıcı ben miyim? Öyle olsaydı, en iyisini bulmak için bazen saatlerce uğraşmama yol açan yazarlık çilesini göze almazdım.”

Bir Şehre Gidememek, Madam Floridis Dönmeyebilir, İstanbul Bir Masaldı, Bir Yaz Yağmuru, Lunapark Kapandı, İçimdeki İstanbul Fotoğrafları gibi kitapların yazarı Mario Levi’ye, yazdığıniz kitapların, anlattığınız hikayelerin ne kadarı sizsiniz diye soruyorum önce. “Tümü, hiç şüphe yok ki tümü” diye cevap veriyor. Ama söylediğine göre, “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları”, kendini ortaya koyma cesaretini en fazla gösterdiği kitabı. Buradan devam edelim istiyorum ben de söyleşiye…

mario levi egoistokur roportaj

Mario Levi: “Herkes kendi dilinde ölüyordu!”

Bir yazarın kurmaca dünyasını belirleyen şeyler nelerdir? 

Tüm yaşadıkları ve yazının derinliklerine inerken öğrendikleri. Duydukları, her anlamda duydukları ve başka dünyalardan kendisine kalanlar. İçinde büyüdüğü coğrafya ve içinde yaşattığı, büyüttüğü nesneler, eşyalar. Çünkü onların da bir ruhu ve dili vardır. Bir kitap okursunuz, bir film seyredersiniz, bir şarkı dinlersiniz. Yazarlık sizin için hayatın kendisi olmuşsa, kaçarınız yoktur, her gördüğünüz bir hikâye ihtimalidir. Yazarlığı bir kader olarak görüyorum artık. Neden biliyor musunuz? Çünkü hayal kurmayı, hikâye anlatmayı ve yalan söylemeyi seviyorum. Hayallerimizin hakikatlerimiz, yalanlarımızın da doğrularımız olduğu gerçeğini bir daha hatırladığımızdaysa mesele tüm çıplaklığıyla gözlerimizin önüne seriliyor.

“İçimdeki İstanbul Fotoğrafları”, farklı bir anı kitabı. Hem İstanbul’la ilgili ortak hatıralarımızı içeriyor, hem de sizin şahsi anılarınızı… Bu kitabı yazmak için sizi tetikleyen şey neydi?

Bir anı kitabı olduğu doğru ama bu kitabın sadece bir anı kitabı olarak okunmasını ve algılanmasını da istemem doğrusu. Bu kitabın “ah neydi o eski günler” teranesiyle sürüp gidecek bir çeşit şikâyet ve yazıklanma kitabı olarak okunması beni üzer, çünkü amacım gerçekten farklıydı. “İçimdeki İstanbul Fotoğrafları” geçmişin tortusunu, acı tadını tadını taşıyan, ancak öncelikle bugünü anlatmayı, dile getirmeyi isteyen bir kitap. Kimi gerçeklerimle yüzleştim ve beni okuma nezaketini göstereceklere bu yüzleşmenin içimde doğurduğu sarsıntıyı hissettirmek istedim. Şehrimin hüznünü benden öncekilere yazdıran o tarih duygusunun izini elimden geldiğince sürmeye çalıştım. Ortak hatıralarımız bu buluşmada anlam kazanıyordu. Buna karşın bir de farklı bir kültür penceresinden görmeye çalıştığım ve taşımak zorunda kaldıklarımın içimi acıttığı bir İstanbul da vardı. Yaşanmış ve bedelleri ödenerek öğrenilmiş bir İstanbul. Bu kitap bir çığlıktır da aynı zamanda.

İstanbul’un portresini çizmek size ne gösterdi: Bir insan olsaydı, nasıl tarif ederdiniz onu? Şu açıdan da soruyorum: İnsan olarak İstanbul şefkatli biri midir? Şimdiki İstanbul’la çocukluğunuzun İstanbul’unu bir azınlık ve bir edebiyatçı olarak karşılaştırır mısınız?

Hüzünlü olan şefkatli olmaz mı? Elbette şefkatli bir insan. Öyle olmasaydı onca yıl, hatta yüzyıl boyunca onca insana kucak açmazdı, sırlar ve saadet kapısı olmazdı. İstediğiniz karşılaştırmaya gelince; çok derin bir mesele bu. Böyle birkaç satırlık bir sohbette yeterince irdelenebilecek gibi değil. Bugüne kadar dokuz kitap yazdım. Tümünü bir araya getirirseniz ikibin sayfayı geçer belki. Hem azınlıkta olma hallerini farklı manalarıyla deşmeye hem de hayata edebiyatın bana verdikleriyle anlam katmaya çalıştım ve meselemi hâlâ çözemedim. Şimdi mi çözeceğim? Sadece şunu söylemekle yetinebilirim. Anlatmamam istenenleri anlatmada ileri gidersem Boğaz’ın sularının beni yutabileceğini düşünürdüm eskiden. Bana aktarılan duygu tarihinin mirasında böyle bir kendini geri çekme, bir duvarın ardında gizleme geleneği, korkusu da vardı. Şimdi bu korkuyu daha az yaşıyorum. Boğaz’ın o suları nerede mi? Bildiğim yerde elbette. Ama insan kaybetmeyi ne kadar öğrenirse kendini o kadar özgür hissediyor.

“Herkes kendi dilinde ölüyordu…” Çok ama çok güzel bir söz… Hayatta kalmanın dili nedir İstanbul’da? Ya bir edebiyatçı olarak sizin inşa etmek istediğiniz dil hangisidir? 

Benim için hayatta kalmanın dili edebiyatın, ‘yazı’mın dili. ‘Yazı’yı kader anlamında da kullanıyorum. Çünkü edebiyat tüm sıradanlaşmalara karşı durmak, direnmek ve hayır demek için var. Dildeki, ilişkilerdeki, fikir üretimindeki sıradanlaşmalara karşı gelmek için… Bu cümledeki dilin bizi biz yapan tüm kimliklerimize vurgu yapmaya çalıştığını fark ettiniz değil mi? Kimliklerimizin sürgüne gönderilmesinden siz de rahatsızlık duymuyor musunuz? Hangi anlamları koymak istiyorsunuz bu cümlenin içine? İstediğinizi koyun. Ancak bilin ki ne koyarsanız koyun, eğer gerçekten hissederek koyarsanız, ucu bir şekilde size dokunacaktır, geldiğiniz, vardığınız yer mutlaka sizinle ilgili olacaktır. Ben bu yüzden kendi dilimi arıyorum, bana en çok ait olduğuna inandığım sesi. Aksi halde bu kadar çok bedel ödeye değmezdi.

İkisi de kaydetmenin değişik biçimleri ama yine de farklılar… Yazıyla fotoğraf arasında ne fark var? Yazan açısından ve okuyan/bakan açısından… 

Dediğiniz gibi, yazana ve okuyana göre değişir görülenler ve kendini gösterenler. Hatıraları taşıyan, kendilerini gizleyen fotoğraflar bu uzun hikâyede benim için yazının ve derinliklerinin müttemin cüzüdür. Fotoğraf çekmeye hayatımda daha çok yer verebilseydim belki de tam tersini söyleyecektim. Ancak her ikisinde de bir hayatta kalma kaygısının gizlendiği doğru. Hikâyelerini henüz yazmadığım daha ne çok fotoğrafım var, bir bilseniz. Kimileri albümlerde duruyor, kimileri zihnimin bir köşesinde. Göreceğiz… bakın aklıma şimdi ne geldi. Fotoğraf dediniz de… Bakın şimdilerde dijital dünyamızda nasıl da değişti her şey, fotoğraflar yine çekiliyor, yine bazı anlar kayda geçirilmek isteniyor. Ama… Bugün yirmilerinin başında olanların ileride neleri olmayacak biliyor musunuz? Sararmış fotoğrafları… Tıpkı sararmış sayfalarının olmayacağı gibi… Ne yapılır…

Hatırlamak için özel bir çaba gösterdiniz mi, demek istediğim bilinçaltınızdan kaza kaza çıkardıklarınız oldu mu?

Siz ne diyorsunuz! Elbette oldu. Yazmanın derin bir mağaraya inme anlamına da geldiğini her yerde boşuna söylemiyorum ki. İndiğiniz bu karanlıkta başlangıçta görmeyi hiç beklemediğiniz neleri ve kimleri görmüyorsunuz ki… Bu aynı zamanda bir keşfin de hikâyesi. Kendinizi tanırken içinde bulunduğunuz dünyayı da daha iyi tanımanızın… Aradığınız o dilin bânisi olmak zor iştir, kayıp ülkenin izini sürmek zordur. ‘Kaza kaza’ ifadesini çok sevdim. Tam da bunu anlatmaya çalıştım yıllar boyunca. Çekmecelerinizde gizlediğiniz bu ülkede ya da bu ülke için arkeolojik bir kazı yapıyorsunuz. Gün ışığına çıkartabildikleriniz olursa ne mutlu. Ama olmazsa da etkilerini şöyle ya da böyle hissediyorsunuz.

Bir söz vardır, “zayıf hafıza mutluluk demektir” derler. Sizin hafızanızsa belli ki epeyce kuvvetli, bunun zor geldiği zamanlar oldu mu yazarken? 

Çok hem de çok zor. Hatırlamak acıtır çünkü. Ama unutmamak ve hatırlatmak da bir yazarlık kaderidir. Buna karşın anlatmak özgürleştirir, en azından yaralarınızı sarmanızı sağlar. Yara orada sızını duyurmaya devam eder ama, hikâyenizin birileri tarafından bilinmesi size yola devam etmede size büyük bir güç verir.

Bugünlerde kitaplarınız birkaç dile çevrildi, oradaki okurların algısını öğrenebiliyor musunuz?

Yavaş yavaş beni yüreklendirecek tepkiler de almaya başladım. Yazarlık yolunda kendimi, sesimi bulmaya çalıştığım günlerde fırsat buldukça gittiğim, kitaplar aldığım Paris’teki bir kitapçıya girdiğimde, yetkilinin yanıma gelip romanımı okuduğunu ve çok sevdiğini söylemesi de eşsiz bir deneyimdi örneğin, Kadıköy İskelesi’nin hemen üstündeki kahvede otururken bir Alman okurumun yine romanımla ilgili, bana yaptığım için hiç de yanlış olmadığını bir daha söyleten bir çift laf etmesi de. Sordunuz, söyledim. Ama bu iş bir sabır işi. Ancak zamanla kime nasıl ulaştığınızı görebiliyorsunuz. Bunu kendi dilimde çok gördüm. Umarım başka dillerde görürüm zamanın akışında. Ben yazmaya devam ediyorum, yorulduğum, belki de son nefesimi vereceğim güne kadar da devam edeceğim. Yazabiliyor olmam yeterli. İyi kitabın er ya da geç okurunu bulacağını biliyorum çünkü.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments