Egoist okur

Mevsim Normalleri: Unutmanın başlangıcı…

“Mevsim Normalleri, son zamanlarda adından sıkça bahsedilen Neslihan Önderoğlu’ nun ikinci öykü kitabı. Önderoğlu kişisel dramları çevre koşulları tarafından belirlenmiş öykü kişileriyle; kahraman olamamış veya bunu istememiş, metin sürecinde değişip gelişmemiş karakterleriyle çattığı öykülerinde, söyleyiş biçimini titizlikle seçiyor. Kamerayı bir noktaya odaklayıp okuma zamanında oluşan sahneye ışığı nereden tutacağını ve öyküye yapacağı renk müdahalesini okura teslim ediyor ve onu ısrarlı bir okuma arzusuyla baş başa bırakıyor.”

Neslihan Önderoğlu arkadaşım. Ama daha önemlisi çok sevdiğim “Mevsim Normalleri”, “İçeri Girmez miydiniz?” ve “Bana Sesini Bırak” adlı kitapların yazarı. Neslihan’ın “Mevsim Normalleri” adlı kitabını bir başka öykücü, Figen Alkaç yazdı, yukarıdaki satırlar o yazıdan. (Alkaç’ı Yitik Ülke Yayınları’ndan çıkan “Bela Davulları”yla hatırlayabilirsiniz.)

Bir öykücünün bir başka öykücüyü yazması çok da sık rastlanan durumlardan değil, o yüzden aradan çekiliyorum.

neslihan onderoglu egoistokur mevsim normalleri notos

“Yaşananların sonu, unutmanın başlangıcıdır…”

Mevsim Normalleri, son zamanlarda adından sıkça bahsedilen Neslihan Önderoğlu’ nun ikinci öykü kitabı.

Yaşamın olağan gidişinin bir yerinden başlayan ve mekan ayrıntılarına çok yer verilmeyen kitapta, anlatılanlara göndermeler yapan öykü isimleri tercih edilmiştir. Kısa öykü tekniklerinin de kullanıldığı Mevsim Normalleri, söylenmeyenlerle okura düşünme imkânı veren boşluklarla sürer. Gündelik hayat ve sıradan insanlara dair anlatıların metaforlarla derinleştirildiği katmanlı dil sayesinde, öykünün iç zamanında gezinen acı bilgisi okura neredeyse birebir yansır. Burada dikkat çekici olan, okura yansıyan duygunun yoğunluğunu anlatının değil, okurun kendisinin belirlemesidir. Hissedilen duygunun okur nezdinde yoğunluk yönünden değişkenlik göstermesinin sebebi, yazarın odaklandığı, çatı seçtiği kavram veya durumu anlatmaktansa bizatihi ona dair yaşantıyı gözler önüne sermesidir. Böylelikle okur, okuma zamanında yaşadığı şeyi; durumu/ hâli/duyguyu, kendi yaşamında hangi bilgi ve tecrübeye karşılık gelecek şekilde alacağına ve okuduklarının ne kadarını deneyimlemeden kabul edeceğine kendi karar verir. Aktif okurun yazarıdır Önderoğlu, özgür okurun. Her şeyin ayrıntısıyla anlatıldığı, yazarın ayak sesinin duyulduğu öyküler yerine, aktif okuma sürecinin canlılığını barındıran öyküler yazmayı tercih etmiştir.

Cirdonlar öyküsündeki çocuğun durumu, bedenini satması, anlatı yaşantısı içinde o denli normal verilmiştir ki az sonra yaşanacaklardan, çocuktan çok okur rahatsız olur. Okurun beklediği o sahneyi anlatmaz yazar. Birden bir yük treninin sesini duyan okur, rahat bir soluk alıp biraz bekler:

“Bir yük treni ortalığı gürültüye boğdu. Cam kapaklı vitrinin içindeki bütün bardaklar sallandı. aynı anda balkondan gelen bir esinti tavandaki kabarmış kirecin bir parçasını kopartarak tam ortalarındaki kilimin üstüne düşürdü.”                                          

Düşen kireç parçasının dağılan parçalarını görmek için öyküye yeniden girdiğinde, anlatılanlardan etkilenme dozunu kendi ayarlayarak sürdürür okumasını. Öykünün sonlarına doğru “Adam cevap vermeden ayağa kalktı. Pantolonunun cebinden yüzlük bir banknot çıkartıp Rıza’nın eline tutuşturdu. Rıza, ‘Ben çıkıyorum. İşin bitince kapıyı çeker çıkarsın. Rahat ol. Kimse yok’.” cümleleri ile normalleştirilen istismar konusunda bugüne kadar farkında olmadan duyarsız kaldığı ne varsa karşısına dikilir. Öykünün sonunda, çocuk hayatını kendince temize çekse de hayatın kiri/yükü okurda kalır. Yeniden, yeniden sahnelenmek üzere hem de. Bu yüzden öykü geçmez okurdan. “Oğlan az önce yere düşmüş kireçleri ucu kırık plastik bir faraşın içine süpürdü. Sonra ikisinin az önce oturduğu sedirin örtüsünü topladı. Götürdü, avludaki bakır leğene bastı.”

Mevsim Normalleri‘ndeki öykülerde noktalarla verilen ve okura soluk aldıran anlatım biçiminin kullanılması tesadüf değildir. Noktanın metindeki işlevine müdahale etmek isteyen yazar, nokta ile sustuğunu sandığımız cümleye dair bir sahne kurma fırsatı tanır bize aslında. Biz, farklı kullanılan noktaları, bizden geçmeyen ve bitmeyen cümleler sayesinde fark eder, gerçekliğin kabul edilebilirliğini sınarız. Bu nedenle de yeni bir işlev ile öykülerde boy gösteren nokta sayesinde öykü bittiğinde kaç sayfalık bir öykü okuduğumuzu merak edip yutkunarak ve bekleyerek sayfaları yeniden sayma ihtiyacı hissederiz. Geçmiş ile şimdi arasındaki mücadelede nerden başlarsanız başlayın hep ortadan başlayan cümlelere (yarısını bilerek yahut bilmeyerek unuttuğumuz) mecbur kalacağımız konusunda bir kez daha ikna eder bizi yazar.

Öykülerinde cinsellik, kadın ve beden konularına değinmekten çekinmeyen yazar, kadın varlığının bedenden ibaret olduğu yargısının farkındalığını hissettirir. Karakterin bizzat yaşadığı veya onun çevresinde gelişen olayların aktarılması esnasında bedeninin aldığı şekiller, düşünceler, konuşmalar ve başka beden ve nesnelerle kurduğu ilişkiler çerçevesinde bedensel rejimler toplamı olan bedenin, metinlerde kurgusal düzeyde gerçekleşmesi gerektiğinin ayırdındadır. Bu anlamda yazar kültürel kodlarımızın birikimi olan bedeni, toplumsal cinsiyetin karşısında olan şey olarak ele alır. Cinselliğin denetimsiz ve değişken olan yanına yani şehvete değinirken, tanımlı kadın kimliğini ezici ruhsal deneyimlerle sunar.

Ontolojik önemi dinsel bağla kurgulanmayan beden, bağımsız olarak işlenir ve öykü karakterlerinin ruhsal yapısının oluşumunda önemli bir rol oynasa da aşktan neredeyse hiç bahsedilmemiş olması dikkat çekicidir. İnsanın kendisiyle, insanlarla ve dünya ile ilgili temel kabullerinin temelinde olduğu düşünülen aşk, Önderoğlu’nun öykülerinin oluşum sürecinin kurucu öğesi olarak elbette vardır. Ancak tam bu noktada Agamben’in “yabancı biriyle mahremiyeti yaşamak ve bunu ona yakınlaşmak ya da onu tanımak için değil de uzaktaki bir yabancı olarak tutmak için yapılmışsa aşktan bahsediliyor demektir.” yorumundan söz etmek yerinde olur. Bu anlamda, ‘yabancı olarak tutmak’ için aşka değinilen öyküler yazar Önderoğlu.

Toplumsal kodlarla hayatını sürdüren kadınların ne kadar cesur olurlarsa olsunlar, karşılaştıkları zor durumlarda yanındaki erkekten medet umarak acziyeti yaşamaları ve erkek gibi görünme çabalarına rağmen kadın olmaktan kurtulamamaları da anlatılır kitapta. Gecenin Ayazı öyküsünde bira alırken tacize uğrayan kızın erkek gibi görünse de erkeklerin dünyasına kabul edilmeyişi “kız mı lan bu?”, “yok be saçlara baksana benimkinden kısa.”, ” kız mısın yavrum sen? memen var mı, memen?”, “Ozan’a bakıyorum.”, “bir şeyler yapsın, diye bekliyorum.”, “büfeci araya girmese heriflerden dayak yiyeceğim.” cümleleri ile verilir. Erkek arkadaşından beklediği yardımı alamaması; var olma gayesinin; erkeğe benzeme ve erkek gibi yaşadığını sanma, elinden alınması ile yine tek silahı olan gözyaşına teslim olur kadın. Adı bile yoktur: Gül-pe-ri bile olamayandır artık o. “Adı Gülperi olan kız nasıldır?” diye sorandır.

Üçüncü şahıs adlı öyküde işlenen ev, baba ve iktidar konularının, boyun eğme ve kendini başkası olarak kurma kavramları üzerinden ele alınması çarpıcı cümlelerle verilmiştir. “Tamam bir daha geç kalmaz. Kalırsa aç yatar.”, “Baban çok kızıyor haberin olsun. Hadi içeri gel de bir şeyler ye artık”, “galiba ben ilk kez burada öldü”, “o öğrenci,” dedim, “işletme okuyor.”

Mevsim Normalleri’nde sık değinilen duvar kağıdı, bir tür örtme; ulaşılır bir saklama, onunla yaşamayı kabul edilir kılma ve hatta olduğundan farklı gösterme gayreti olarak yorumlanabilir. “duvarları kağıt kaplı bir odada…”, “sonra salonun yenilenecek duvar kağıdı için gönderilen numune katalogunu burnuma sokmuştu.” , “duvarlarında şal desenli duvar kağıdı. Soluk. Rutubetten kabarmış demek duvara yapışan kağıt da var.”

Kitabın ‘sonra ne oldu’ sorusu eşliğinde okunması, öykülerin bazılarının beklenen bir sonla bitmesi; Çorba öyküsünün sonunda parmakların pişmesi, Kavunlar öyküsünde Hüsniye hanıma baklava değil de kavunun gitmesi; Evrim teorisi öyküsünde aileye özellikle babaya iş bularak yardım eden bir tanıdık amcanın anneye göz koyması, yukarıda bahsedilen nokta ile bölünen cümlelerin ahengini sekteye uğratmaktadır. Evet, metnin yazarı bir sona zorladığı doğrudur. Ancak bu son, bitmeyi bir imkân olarak sunmamalıdır okura. Son bazen şaşırtılmak ister. Beklenen son, çoğu zaman öyküyü erken unutturur. Yaşananların sonu, unutmanın başlangıcıdır. Okumanın sonu değil.

Son olarak şu denebilir ki, Önderoğlu, kişisel dramları çevre koşulları tarafından belirlenmiş, belirgin ve önemli kılınmadan unutulmayan öykü kişileriyle; kahraman olamamış veya istememiş, metin sürecinde değişip gelişmemiş karakterleriyle çattığı öykülerinde, söyleyiş biçimini titizlikle seçmiştir. Kamerayı bir noktaya odaklayıp okuma zamanında oluşan sahneye ışığı nereden tutacağını ve öyküye yapacağı renk müdahalesini okura teslim eden Önderoğlu, onu ısrarlı bir okuma arzusuyla baş başa bırakır. “Pantolonunun paçasına yakın bir yerde irice bir çamur parçası bacaklarını hareket ettirdikçe sedir örtüsünün eteklerine sürünüyordu.”, “sesine tükürüklü bir şapırtı eklendi.”, ” bir güneş parçası gelip önünde durduğu duvarı yaladı.”, “ağır bir bok kokusu turuncu bir bıçak gibi odanın serin boşluğuna saplandı, orada öylece kaldı.” “babaannem dizlerini tutarak ayağa kalkmış, tek eliyle güç almak ister gibi masaya dayanmış, üzerimize koca gölgesini salmıştı.”

Figen Alkaç

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments