Patricia Duncker: “Beni kemiklerime kadar sarıp sarmalamayacaksa, bir kitabı okumam”
İngiliz yazar Patricia Duncker’ın bol ödüllü romanı “Foucault’yu Sayıklamak”; bir yazarla okuru arasındaki, diğer her türlü ilişkiden daha kuvvetli o tuhaf zihinsel ilişki üzerine çok etkileyici bir kitap. Romanın ilham kaynağı ise Fransız sosyal teorist, tarihçi, edebiyat eleştirmeni, antropolog ve sosyolog Michel Foucault.
Çok sevdiğim ve dilimize çevrildiği için mutlu olduğum bu kitapla ilgili olarak vakit yitirmeden Duncker’a ulaşıp onunla bir röportaj yaptım. İşte konuştuklarımız… (Umarım Duncker’in diğer kitapları da çevrilir…)
“Hep birlikte bekledik. Ellerim, Paul Michel’le görüşmemin engellenebileceği korkusuyla terden sırılsıklam olmuştu. Durgun, esintisiz havada ve yapay ışık altında oturup lekeli spor ayakkabılarımı izleyerek, kendimi sefaletin kollarına bıraktım. Sonra bir mucize oldu. Bir el usulca omuzuma dokundu. Başımı kaldırdım ve Paul Michel’in bana hınzırca sırıttığını gördüm; dünkü bembeyaz önlüklü hemşire de hemen arkasında duruyordu.”
“Foucault’nun gerçek adını çok yakışıklı ve tehlikeli bir şaire verdim, sonra da onu Foucault’ya âşık ettim”
Dilimize henüz çevrilmeyen “Sisters and Strangers” ve “Writing on the Wall” gibi kitapların yaratıcısı Patricia Duncker’a, ON8 Kitap’tan çıkan romanı “Foucault’yu Sayıklamak”tan önce ülkesinde yeni yayınlanan ve “edebiyatçıların en İngiliz olanı” diye tarif ettiği George Eliot’la ilgili olan “Sophie and the Sybil”ı sordum, zira bu enteresan kitabın bir bölümü 150 yıl öncesinde, Osmanlı topraklarında geçiyordu.
Öğrendim ki Duncker 2000’lerin sonlarında bir süre Türkiye’de yaşamış hatta dönmeden önce üniversiteli rehber eşliğinde Anadolu topraklarını gezmiş. “Nefes kesen vahşi doğa manzaralarının içinden geçtiğimiz muhteşem bir yolculuktu” diyor. “Çok iyi ağırlandığımız gölgeli bir çay bahçesini hiç unutamıyorum. Bir de bu sıcakta niye yürüdüğümüzü anlamak istercesine bize tuhaf tuhaf bakan insanları…”
Yazarsınız ama aynı zamanda iyi bir okursunuz… Dolayısıyla yazar ve okur ilişkisini anlattığınız “Foucault’yu Sayıklamak” romanınızda sizden çok şey olmalı…
İtiraf edeyim, yazar olmadan önce de bir okurdum, önceliğim bu. Okumayı öğrendiğim günden itibaren, kitaplarla iç içe yaşıyorum. “Foucault’yu Sayıklamak” kitabımda birkaç farklı okur var. Bir tanesi kitapların kenarlarına notlar düşüyor, bir diğeri metinle ilgilenirken yazarı umursamıyor… Paul Michel’inse tuhaf fikirleri var; Michel Foucault’nun aslında “onun için” yazdığına inanıyor. Bilmiyorum bir yazarın belirli bir okur için yazması mümkün mü? Fakat unutmayın, Paul Michel neticede yasa kararıyla hastanede tutulan bir deli.
Öğrendiğime göre, Paul Michel, Foucault’nun gerçek adıymış. Hakkında fazadan bir bilgi bulabilir miyim diye bakınırken şuna rastladım: Çok önemli bir felsefeci olmasına rağmen hep şair olmayı arzulamış. Siz onun derin özgüvensizliğinden, kendini çirkin, cazibesiz bulduğundan da söz ediyorsunuz. Şöyle sorsam: Bu roman aracılığıyla ona ne armağan ettiniz aslında?
Haklısınız, romanım gerçekten de Foucault’ya bir armağan. Onun esas adını alıp şiirsel düzyazılar yazan ve işe bakın ki James Dean kadar yakışıklı olan tehlikeli bir karaktere verdim, sonra da bu karakteri Foucault’ya âşık ettim. Paul Michel, Foucault’nun tedirginlik veren ikizi, olmak istediği hatta belki hayalini kurduğu adam…
“Başka birinin hayatıyla bu derece ‘derinden’ ilgilenmek, tehlikeli iş, hiçbir araştırmacıya tavsiye etmem”
Romanınızın hikayesini sorsam?
İsmini bir türlü öğrenemediğimiz anlatıcı, romanda önce yürüttüğü akademik projenin kontrolünü, ardından da kendini, kendi üzerindeki kontrolünü kaybediyor. Araştırmaları sırasında arşivlerde Foucault’ya yazılmış bazı mektuplar buluyor ve o mektupları yazan kişinin peşine düşüyor. Başka birinin hayatıyla bu derece “derinden” ilgilenmek, bence tehlikeli iş, hiçbir araştırmacıya tavsiye etmem.
Her yazarın bir özel okuru var mıdır, sizin var mı?
Kitaplarımı okuyan herkes benim okurumdur. Öte yandan ben okuduğum yazarlarla ilgilenmem, özel yaşamlarını umursamam. Sadece ne düşünüp ne hayal ettiklerini hissedebilirim, aramızda bir özel bağ varsa, budur. Hikayemdeki durum farklı tabii, orada okuyucu ve yazar bir deliler evinde buluşuyorlar. Bu hem Foucault’nun delilik üzerine çalışmalarına bir gönderme hem de yaptıkları şeyi pek akıllıca bulmadığımı söylememin bir yolu. Şahsen okurlarımla tanıştığımda onlarla ilgili beni çarpan tek şey, birbirlerinden çok farklı olmaları… Onlara ne okuduklarını sorarım ve bu sorunun cevabı hep çok ilginç olur. Gerçek okurlar çok geniş bir yelpazede ve her şeyi okurlar.
“Cinsellik akışkan bir şey, onu titizlikle kontrol altında tutmaya çalışmaları bundan…”
Queer bir roman bu. Okurla yazar arasındaki imkânsız aşka bir gönderme mi, yoksa bundan bağımsız olarak mı okunmalı?
Evet, “Foucault’yu Sayıklamak”, bir queer roman. Burada “eşcinsel” değil “queer” kelimesini tercih ediyorum. Anlatıcı, kendini heteroseksüel olarak görüyor, yine de ondan büyük bir adama âşık oluyor. Cinsellik bana kalırsa oldukça akışkan bir şey, onu titizlikle kontrol altında tutmaya çalışmaları bundan. Oysa ben şimdiye dek kendi cinsinden birini sevmemiş kimseyi tanımadım. Bazen bu sevgi tutkulu bir arkadaşlık oluyor, bazen de cinsel bir ilişkiye dönüşüyor. Erkeksilik ve kadınsılık da kişiden kişiye değişkenlik gösteren özellikler. Romanımdaki Germanist karakterini hatırlayın; oldukça erkeksi bir kadın, sırlarını hep kendine saklıyor, çocukken de zaten bir erkek çocuk gibiymiş. Gaddarlığını takdirle karşılıyorum ama umarım onunla hiç tanışmam. Bu konuda bir şey daha eklemek istiyorum: Okumak da bana kalırsa bir queer deneyim olabiliyor. Benim roman okuma tarzım bir erkeğinkini andırıyor mesela.
“Beni kemiklerime kadar sarıp sarmalamayacaksa, bir kitabı okumam”
Peki yazar olarak neleri önemsersiniz?
Meselem öncelikle biçim, dil ve fikirlerle. Ama kurgunun sahip olması gereken iki temel noktanın, gerilim ve duygunun da es geçilmemesi gerekir. Açıkçası beni kemiklerime kadar sarıp sarmalamayacaksa, bir kitabı okumam. Öte yandan kurgu, aksiyon, olaylar veya dilin yepyeni bir şekilde kullanımı sizi etkisi altına alabilir hatta dilin şiirselliğinden bile etkilenebilirsiniz.
Anlatıcınızın bir ismi yok, en azından bunu bizimle paylaşmıyor, o yüzden onu, kendi tutkulu okurunuzu hayal ederek yaratmış olabilir misiniz?
Okurken başka bir zihnin, bir metnin içine hapsolmuş sesini duyarsınız. Okumak ayrıca mahrem denebilecek, benzersiz bir deneyimdir. Aynı kitabı okumuş iki kişi hiçbir zaman birbirine benzemez, hepimiz farklı şekillerde okuruz. Okurla yazar arasındaki en önemli fark ise okurun isimsiz olmasıdır. Ben mesela yazar olmama rağmen güzel bir kitaba gömüldüğümde yeniden o isimsiz, esrarengiz okur oluyorum.
Bir hayalet hikayesi
“Foucault’yu Sayıklamak”, bence bir hayalet hikayesi. Romana adını veren Foucault’nun gölgesi her sayfaya düşüyor, varlığı bütün akışı belirliyor…
Teşekkür ederim, bir hayalet hikayesi demenize bayıldım. Böyle algılanabileceğini düşünmemiştim ama haklısınız, romanım bir bakıma Foucault’nun hayaletinin Paul Michel’i ele geçirmesini anlatıyor. Ayrıca düşünüyorum da, Foucault hakikaten üslubumu ele geçirmiş bir hayalet gibiydi. Bakın, çalışmalarını büyük bir tutkuyla, enerjiyle gerçekleştirmesine hayranlık duyuyorum ama çoğu zaman onunla aynı fikirde değiliz. Mesela Foucault’ya hiçbir şekilde feminist denemezdi; röportajlarında bu çok açık bir şekilde ortada. Öte yandan Shakespeare’e dair söylediklerine bayılıyorum…
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest