Milan Kundera ve Marcel Proust’la bazı mühim konular
“Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti? Ah, nerede geçmişin aylakları?” diyen Milan Kundera ve “Ölüme sandığımızdan daha yakın olduğumuzu bilseydik, hayat bize harikulade görünmeye başlardı” diyen Marcel Proust’a danışalım bazı konuları…
Hem tatil yeri hem okul hem de hapishane… Proustvâri!
Marcel Proust’tan KÖTÜ MÜZİĞE methiye
“Ânı yaşamayı sevmek için felakete gerek yok”
Açıkçası bugüne dek başka türlüsüne rastlamadım, Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği, Gülüşün ve Unutuşun Kitabı, Ölümsüzlük ve Yaşam Başka Yerde‘sini okuyanlar ya seviyor ya da ondan nefret ediyor, görünüşe göre arası pek olmuyor.
Ben sevenlerdenim.
Kundera romanlarında, yola başlangıçta müzisyen olarak çıktığını unutturmaksızın tuhaf döngüsel yapılar inşa ediyor. Farklı dönemlerden kalan anekdotları kendi hayatından anlarla, deneme denen yazınsal türü kurgusal olanla harmanlıyor ve araya mutlaka keskin bir mizah katıyor.
Hafıza ile yavaşlık, unutuş ile hız arasında gizli bağlar olduğunu dile getiren Yavaşlık en sevdiklerimden.
Yavaşlığın hız arzusuna yenik düştüğünü anlatırken iki örnek veriyor.
İlk örnek bedenin hızı ile zihnin işleyişi arasına her daim dikilen aşılmaz duvara dair: “Adamın biri cadde boyunca ağır ağır yürüyor. Bir şey hatırlaması gerektiğini fark ediyor sonra, ama hatırlaması gereken şey her neyse ondan kaçıveriyor. Ve adam otomatik olarak yavaşlıyor.”
Demek ki Kundera’ya göre, hafızanın ele avuca gelmeyecek bir anıyı, imgeyi, sesi, durumu yakalaması bekleniyorsa, bedenin koşması değil durması gerekiyor.
İkinci örnek tam tersi bir durumu resmediyor: “Geçmişte başına gelen utanç verici bir olayı unutmaya çabalayan başka bir kişiyse farkına varmadan hızlandırıyor adımlarını, zamanın akışında ona gereğinden yakın duran bu hatırayla arasına mesafe koymak istermiş gibi…”
Sanırım günümüz insanını tarif eden ikincisi, yani unutmak için hızlanmak. İstesek de istemesek de çok uzun zamandır bu formüle uygun yaşıyoruz. 19. yüzyılın hiçbir ayrıntıyı kaçırmamak için Paris’i dolaşırken bir iple kaplumbağa gezdiren flâneur’leri artık yok. Hem fiziksel hem de zihinsel olarak hep koşuyoruz ve dijital çağın sunduğu olanakların yardımıyla konudan konuya atlayıp duruyoruz. Hayatı, TV kanalları arasında zap yapar gibi yaşayabileceğimizi, kendi hayatımızın seyircisi olarak kalabileceğimizi ve böylelikle yaralanmayacağımızı sanıyoruz belki. Ve haliyle yüzleşmediğimiz ne varsa en beklemediğimiz anlarda gelip bizi buluyor. Sonrası mutsuzluk, bezginlik, o pek moda deyişle tükenmişlik… Hayatımızı sürdürmek adına yaptığımız bilumum mecburi işlerin yanında her ne olursa olsun vazgeçemediğimiz tam zamanlı bir diğer işimizse, şikayet etmek. Biteviye mızıldanıyoruz.
Bu noktada Alain de Botton’un Proust Yaşamınızı Nasıl Değiştirebilir? adlı kitabı yetişiyor imdadıma.
Kitapta Kayıp Zamanın İzinde‘nin yaratıcısı Marcel Proust’la ilgili enteresan bilgiler ediniyor, mesela münzeviliğini öğreniyoruz. Hayatının son 14 yılını daracık yatağında, kat kat battaniyelerin altında, loş bir gece lambası ışığında bir milyon 250 bin kelimelik dev romanını yazarak geçirmiş Proust. Acayip bir adammış: Cildi aşırı hassas olduğu için sabun kullanmayıp bedenini ılık suyla ıslatılmış havlularla siliyor, sonrasında keten çarşaflarla uzun uzun kurulanıyormuş. Nazenin bünyeli olduğundan ikide bir soğuk alıyor, davetlerde bile kürk paltosuyla oturuyormuş. Bir tür muhallebi çocuğuymuş, kazık kadar adam olduğu halde gece güzel uyuyup uyumadığını, rüya görüp görmediğini ve günlük hayatının burada yazamayacağım en mahrem detaylarını her gün annesine bir bir rapor ediyormuş.
Eh, edebiyatçılığını bir yana bırakırsak, insan bu huzursuz ve her anlamda son derece ‘ağır’ adamdan hayata dair ne öğrenebilir ki, acılarını sevmeyi mi? Bana o kadar da çekici gelmiyor doğrusu.
Bir insana her şey dert oluyorsa şayet, hayatı da başkalarından daha farklı algılayacağı kesin sayılır. Tıpkı Hans Christian Andersen’in ünlü masalında, yedi kat döşeğin altındaki minicik bezelye tanesi yüzünden sabaha kadar uyuyamayan kızın hakiki prenses olduğunun sonunda anlaşılması gibi. “Mutluluk bedene iyi gelir, zihni kuvvetlendirense acıdır” diyen Proust’a belki bu gözle bakabilir, onu yalnızca muazzam yapıtıyla değil, acılarıyla da hatırlayabiliriz.
Acaba kendi ne söylerdi bu konuda? Ölümünden topu topu dört hafta önce bir gazetenin anketine verdiği cevaptan anlıyoruz ki, ‘acılarından ibaret bir ruh’ algısına en çok o karşı çıkardı.
“Dünyanın sonunu getirecek bir felaketin çok yakında gerçekleşeceğini öğrenseniz, hayatta olduğunuz son dakikaları nasıl geçirirdiniz?” sorusuna verdiği cevap, Proust’un acıdan ve kapristen daha fazlası olduğunun kanıtı.
“Ölüme çok yakın olsaydık ve bunu bir şekilde bilseydik, hayat gözümüze birden harikulade görünürdü. ‘Projeler, seyahatler, aşk… Gelecekten emin olmanın verdiği üşengeçlikle hepsini erteleyip duruyoruz. Ah, şu felaket gelmese, ilk işimiz yeni sergileri gezmek, bayan şudur budur’un ayaklarına kapanmak, ne bileyim Hindistan’a gitmek olurdu. İşin gerçeği, her şeyi sürekli ertelediğimizi anladığımızda da bir şey değişmeyecek ve planlarımızı gerçekleştirmeyi denemeyeceğiz, kayıtsızlığımız arzularımızı öldürecek… Halbuki ânı yaşamayı sevmek için felakete gereksinim duymamalıydık, ölümle zaten her an yüz yüze olduğumuzu bilmek yeterli olmalıydı?”
Anlıyorsunuz değil mi, Proust’a göre hayatın sırrı, ‘yaşamayı göze almakta’ bir bakıma. Demek ki hıza teslim olduğumuz bir çağda bile bu münzevi ruhtan öğreneceklerimiz var. Gerçi “Bilgelik öğretilmez, onu kendimizden başka kimsenin göze alamayacağı bir seyahatte bizzat keşfetmek zorundayız” diyen de kendisiydi, hatırlatayım.
O halde, hızımızı kesip hakiki seyahate başlamanın yollarını aramanın şimdi tam zamanı.
Gülenay Börekçi
“Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı sıkılmaz”
“Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti? Ah nerede geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tembel kahramanları şimdi neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken serseri tayfası nerede? Kır yollarıyla, çayırlarıyla, harman yerleriyle, doğa güzellikleriyle birlikte onlar da gitti. Çek atasözlerinden biri onların tatlı aylaklıklarını bir eğretilemeyle tanımlar; Tanrı’nın pencerelerini seyrediyorlardır. Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı hiç sıkılmaz, mutludur. Günümüz dünyasındaysa aylaklık işsizliğe dönüştü. Aynı şey değiller kuşkusuz. İşsiz insan kendini işe yaramaz hisseder, canı sıkılır, yoksun kaldığı devinimi arar durmadan.” (Milan Kundera’nın Yavaşlık‘ından)
Subscribe
0 Comments
oldest