Egoist okur

Murathan Mungan: “Edebiyat insanı erken büyütür”

Kötü ve vasat yazarları geçelim. Hatta yazdıklarını okumaktan zevk aldığınız ama dünyanızı değiştirmeyen “iyi” yazarları da geçelim. Murathan Mungan onlardan değil.

Bakın, onunla üç yıl önce bir kış günü öğleden sonra yaptığımız röportajdan ne öğrendim…

1. Herhangi birine değil, gölgeli bir roman kahramanına, 30’larında görünmesine rağmen mesela 120 yaşında bir şaire benzediğini…

2. Tanıdığım en büyük yazarlardan biri olmasının yanı sıra, bitmek bilmeyen bir enerjisi, şaşmaz bir disiplini olduğunu; 38 derece ateşle yandığı halde röportajımızı iptal etmeyecek kadar nazik, o haliyle fotoğraf çektirmekten rahatsızlık duymayacak kadar özgüven sahibi olduğunu…

3. Kamerayla arasındaki aşkın kesinlikle karşılıklı olduğunu…

4. Müziği tutkuyla sevdiğini, benim gibi bir müzik manyağını kıskandıracak türden bir koleksiyon edindiğini… Hatta punk bile dinlediğini…

5. İnsanı şaşırtacak kadar güzel, şiirli konuştuğunu, her cümlesinde sana hayata, sanata, varoluşa dair yeni bir şey keşfettirdiğini…

6. Komik biri olduğunu, şaka yapmayı sevdiğini, şakanın hayatı katlanılır kılan şeylerden sayılması gerektiğini iyi bildiğini…

7. Neyse ki aramızda yazar ve okuru olarak başka herhangi bir şeye feda edilemez türden derin bir ilişki olduğunu; hayatı boyunca onun daha çok yazacağını, benim daha çok okuyacağımı…

8. Fırtınayı sevdiğini, fırtınaya ihtiyaç duyduğunu; onu senin, benim, öteki insanların, insan kalabalıklarının olduğu yerlerde değil, kendi içinde aradığını, o yüzden de daima bulduğunu…

9. Küçük hesaplar yüzünden bizi kırmayı, güçsüz düşürmeyi deneyenlere karşı elimizde şiir gibi bir silah bulunduğunu, şiirsel adaletin her şeyden güçlü olduğunu bir gün muhakkak anlayacağımızı, bunun kaçınılmazlığını…

10. Evinin perili, yani ilham perili olduğunu…

Sizi, Murathan Mungan’la  yaptığımız ve çilesiyle, hazlarıyla, ödülleriyle, karşılıklı oynanan oyunlarıyla yazıyı konuştuğumuz o söyleşiyle baş başa bırakıyorum.

Gülenay Börekçi

Murathan Mungan: “Edebiyat insanı erken büyütür”

Yedi Kapılı Kırk Oda’ toplamda 40 öyküden oluşacak bir dizinin şimdilik sonuncusu. Tamamlandığında neyi okumuş olacağız?

Rakamsal olarak 40 öykü okumuş olacağız. ‘Benim 1001 Gece Masallarım’ olacak bu dizi. Benden önceki yazı ve anlatı türleriyle olan ilişkimle hesaplaşmam, onları kendi yazım için soğurmam da diyebilirsiniz. İlk üç kitabı 20 yılda yazdım, umarım bundan sonrakiler bu kadar uzun sürmez. Beş kitap tek bir cilt halinde yayınlandığında ne hissedeceğimi ben de merak ediyorum, yazarın ömrü kitaptır, öyle değil mi? Bu 40 öykülük toplam, benim hayatımdaki değişimleri, gelişmeleri, farklılaşmaları gösteren bir ibre aslında. Yazının, hayatın, dünyanın bana kattıklarını ortaya koyan öyküler. İsterim ki, bütününde derinleştirici ama haz da veren bir kitap olsun. Bu tür çalışmalar yazının oyun alanlarıdır çünkü.

Ya yazının oyun alanı olmadığı zamanlar…

Yazının oyun alanı olmadığı bir zaman yok. Yazının bizatihi kendisi bir oyun, yaşamı anlamlandırma oyunu… O oyun alanında türler var, o türlerin içini nasıl doldurduğunuz, oyunu nasıl çattığınız, biçimlendirdiğiniz önemli, bu da sizin yeteneğiniz, zekanız, yaratıcılığınız ve oyun kalitenizle ilişkili.

‘Oyun’ kelimesi çocukluğu çağrıştırıyor. Siz ‘İnsan hep kendi çekirdeğini kurcalıyor’ demişsiniz bir yerde. Niçin böyle?

Sizi sizi siz yapan şeyleri, sizi yazar yapan şeyleri kurcalıyorsunuz aslında. Bunlar, çevresinde dolaşmak için seçtiğiniz ana izlekler de olabilir, yaşamın üzerinizde bıraktığı örselenme izleri de… Özlemini çektiğiniz, sizi heyecanlandıran her türlü duygu, düşünce ve arayış var bunun içinde. Çekirdek hem kişisel tarihinizle, benliğinizle ilgili, hem de bütün insanlığın paylaştığı varoluşsal bir şey. ‘Ben kimim, neyim?’ sorusu bir yanda duruyor, bütün anlatı disiplinlerinin, felsefenin temel meselesi olan ‘Biz kimiz?’ sorusu öte yanda… Sorular çok: Varolma biçimlerimize dair, bilinemezliklerimize dair, zamanın geçişine dair, hayatın içinde sahnelenen gösterilere, sosyal maskelerimize dair, aşk oyunlarına dair… Kant’ın, Nietzsche’nin soruları sizin sorunuzla bazen kesişir, bazen de farklılaşır ama hepsi temel bir ‘anlama ihtiyacı’ndan kaynaklanır nihayetinde. Ve anlama ihtiyacına karşılık verdiği için yazı, insanın en büyük tesellisidir.

Türlerle ilişkiye girmek de mi oyunun bir parçası?

Neden klişelerle, arketiplerle, masal metaforlarıyla uğraşıyorum? İnsani varoluşun gardrobu onlar çünkü. Defalarca yeniden yazılan ‘Romeo ve Juliet’ de, hâlâ güncelliğini koruyan ‘Kral Oidipus’ da insanlık gardrobunun birer parçası. Sen, kişisel malzemeni, üslubunu, sorularını ve varoluş tercihlerini kullanarak yeni parçalar, yeni maceralar yaratıyorsun. O macerayla kimi zaman başka insanların kaderleri ve sorularıyla örtüşen bir alan kuruyorsun, kimi zaman da başkalarını zerrece ilgilendirmeyen bir kayboluşa sürükleniyorsun.

Çekirdeğe döndüğünüzde neyi görüyorsunuz; çocukken olmayı istediğiniz kişi misiniz şimdi? Ve başkası olabilseydiniz kim olmayı isterdiniz?

Doğrusu, kendim olmayı bile bunca senede zor başardım, sil baştan bir başkası olmaya mecalim yok. Hatta peşinen söyleyeyim, reenkarnasyon diye bir şey varsa bile, yeniden gelmek istemem bu dünyaya. Yoruldum. Bu kadarı bana yetti. Olmak istediğim kişi miyim? Bilinmez ki! Seçtiğim temel etik değerler ve ilkelerle ilgili olarak kendimden hoşnudum. Ama her hayatın ‘keşke’leri vardır. ‘Keşke hazır gitmişken İtalya’dan dönmeseydim’ de bunun bir parçası, ‘keşke Ankara’dan zamanında ayrılsaydım’ da… Bu tür sorular insanın içini yoklar, ama yolun geri kalanı için onlara fazlaca teslim olmamak gerekir. Ben yazar ve insan olarak geçmişle ilişkisini koparmayan biri olsam da, şaşıracaksınız belki, arkama dönüp bakmam. Gözüm hep ileridedir. Yoksa bu işi yapamazdım; ya yazdıklarım bana yeterdi, ya hayat yeterdi. Tabii ki benim yazımın malzemelerinden biri geçmiş; hatıralarım, İstanbul’un geçmişi, Türkiye’nin toprak geçmişi, kültürel soyaçekim meselesi… Tarihi katedip gelen ve bizi geleceğe götüren süreçle çok ilgiliyim. Yazar olarak hem geniş zaman kullanmayı çok seviyorum hem geçmiş zamana dönmeyi… Yine de benim gözüm, gelecektedir. Bu yüzden de ‘geçmişte şöyle olsaydı, böyle olsaydı’ türünden içlenmelerin masasından çabuk kalkmakta yarar görüyorum.

Öyleyse, başka biri olmayı istemiyorsunuz siz artık…

İyi bir insan olarak kalabilmenin hayattaki en büyük başarım olduğuna inanıyorum. Zaman içinde elbette geliştim, değiştim ama Türkiye gibi bir ülkede, çok çetin koşullarda bile kendimden başka biri olmamayı başardım. ‘Çok değiştim ama hep aynı sevdim’ diye bir dize yazmıştım. Aşkta sadık olmak, insani konularda kadir bilmek, vefalı olmak; bunlar çok değer verdiğim şeyler. Bu anlamda ‘eski kafalı’ bile denebilir bana. Çağın gerekleriyle bünyemin gerekleri arasında doğru bir denklem tutturduğumu sanıyorum. Zorlandığım, yorgun düştüğüm, örselendiğim, yaralandığım zamanlar olsa da tabiatıma uygun yaşamaya çalışıyorum. Çocukken olmak istediğim insanı sordunuz… Hatırlamıyorum şimdi ama tüm o süreçte kalbimi, aklımı ve ruhumu koruyabildiğimi biliyorum. Nankörlük etmek istemem, hayattan istediklerimi de aldım açıkçası. Elbette başka bir ülkede olsaydım başka türlü yaşıyor olurdum. En azından kira evinde oturmazdım ama bir yaştan sonra insan yüklerini azaltıyor. Benim de kitaplarımın sayısı arttıkça hayatın üzerime yıktığı yükler azaldı. Bir de şu var: Zamanında çok göz koyduğum, ulaşmaya çalıştığım bazı şeyler, ben hayat içinde piştikten sonra anlam kaybına uğradı. Doymak kadar doyduğunu bilmek de önemli bir şey.

Yazı buna yardım etti mi?

Ben yazıyı aynı zamanda bir iç terbiyesi süreci olarak da yaşadım. Sadece yazımı olgunlaştırmakla yetinmedim, yazı bana içimi iyileştirmek konusunda da yardım etsin istedim. Bu yüzden yazım temiz kaldı. Başkasına çamur atmak, başkasındaki kötüyü ve karanlığı görmek kolaydır ama ben yazımla kimsenin kalbini kırmamaya, kimseyi zehirlememeye çalıştım. Bu bana zaman da kazandırdı, boşa vakit kaybetmedim. Elbette hâlâ göz koyduğum, hayalini kurduğum, tasarladığım, malzemesini biriktirdiğim, başladığım birkaç kitap var. Tek hedefim onlara ulaşmak; yazımı ve yeteneğimi kaybetmemek… Benim için işin en kıymetli tarafı artık bu. Demek istediğim, bütün o geçtiği meşakkatli yollardan sonra insan işin tabiatıyla baş başa kalıyor ve bu çok güzel. Diyelim ki, bir ilişkiyi geride bırakmışsınız… Halbuki o ilişki şimdi çıksa yolunuza, değerini bilirdiniz belki. En güzel aşk sizin insan kıymeti bildiğiniz zaman karşınıza çıkacak olanla yaşayacağınız aşktır. Ama insan ardında yılları bırakmadan öğrenemiyor bunu.

‘İyi yazı insanı iyi biri yapar’ derken de bunu mu kastediyorsunuz?

Edebiyatı bir rekabet alanı gibi görenlere, öyle göstermeye çalışanlara ayak uydurmadan yaşarsanız yazı sizi olumlu anlamda değiştirir. Bir şey söyleyeyim mi, edebiyatın doğası sığ rekabete müsait değil. Yazı çok biricik bir şey. Orada herkes kendi dünyasını kuruyor. Dünyadaki bütün şiirleri, öyküleri, oyunları, romanları sen yazamazsın, kimse yazamaz. Başkalarının yazdıklarından beslenmek, zenginleşmek de gerekli. O yüzden iyi bir edebiyatçı, yazar olduğu kadar okur da olmalı. Okuma hazzı asla başkasına teslim etmemeniz gereken bir şey ve estetik adalet, en az insani adalet kadar önemli.

Gitgide yok olan şeyler bunlar…

İnsanın ve toplumun merhamet duygusunu kaybetmesinin bizi ne hale getirdiğini görüyoruz. Kim ne derse desin, nasıl sıfatlar bulursanız bulun, temelde merhamet ve vicdanını kaybetmiş, gün günden kirlenen ve canavarlaşan bir toplumda yaşıyoruz. Sanatı seçmek buna bir çeşit karşı çıkış. Sanatı seçtiğiniz anda ilerlemeyi, erkinleşmeyi, kamil olmayı da seçmiş oluyorsunuz. Sanat bizi sadece akli anlamda ilerletmez, ruhani anlamda ilerlememizi de sağlar. Tabii bu, sizin kalbinizin kapısını kime, ne kadar araladığınıza bağlı. Sanatın böyle bir gücü var. Sanat senin kapını çalar ama kilitliyse o kapı, zorla giremez.

Sizin kapınız kimlere açık?

Okur olarak iyi bir kitapla baş başa kalmak hakkımı kimse elimden alamaz. Mesela Şavkar Altınel’in bir kitabını okudum yenilerde, ‘Kvangvamun Kavşağı’, çok güzel bir kitap. Yazarla dünyalarımız çok farklı olmasına rağmen hayran oldum o kitaba, çok beğendim. Oysa başka bir iklimin, başka bir ruh yapısının, başka bir bünyenin kitabı… Yazar olarak elbette kendi iklimini, kendi varoluşunu yazacaksın ama okur olarak farklı dünyalara, farklı iklimlere açık olmalısın. Bu çeşitlilik, herhangi bir yarışla, derecelendirmeyle, rekabet duygusuyla anlaşılabilir mi? Bir de şu var: Sadece kendiyle dolu olan insanlar bir süre sonra dünyayı içlerine almamaya başlarlar.

‘Büyümenin Türkçe Tarihi’ne yazdığınız önsözde ‘Edebiyat hayattan daha çabuk büyütür’ diyorsunuz. Edebiyatta da iyi aileler ve kötü aileler var mıdır?

İyi edebiyat ve kötü edebiyat tabii ki vardır ama ‘aile’ diye sorarsanız buna cevap vermekte güçlük çekerim. Bana kalırsa, iyi bir okur kötü edebiyattan da öğrenmesi gerekeni öğrenir. Kötü okura ise iyi edebiyatın bile faydası yoktur. Her şey sizin neyi nasıl aldığınıza bağlı. Günümüz yazarlarına şunu söylemek isterim; iyi diyalog yazmayı istiyorsanız Amerikan dizilerinin diyalog düzenini küçümsemeyin. Has edebiyatın alanında kalmaya çalışıyor olsam da bir polisiye ve bilimkurgu okuruyum aynı zamanda. Ayrıca hem okur olarak haz aldığım, hem de teknik anlamda bir şeyler öğrendiğim best-seller’lar vardır. Etki dediğimiz şey tek taraflı değil ki, nasıl etkilenmek istediğinizi de peşinen bilmelisiniz. Bazen sadece saltık güzellikten etkilenirsiniz, doğanız buna kayıtsız kalamaz. Mesela ben çocuk yaşta Kurasawa’nın ‘Rashomon’ filmini seyretmiş ve sihrini yıllarca aklımdan çıkaramamıştım. Yıllar sonra yeniden, bu sefer akıl yardımıyla seyredip okudum ve ‘Rashomon’ beni yine etkiledi.

Çocukken hissettiklerini dile getiremiyor insan…

Dili yeterince bilmiyordum. Çocukluk dilsizliktir. Ya da başka bir dilde konuştuğunuz bir dönemdir. Dilinizi aradığınız bir dönemdir. Doğru, edebiyat dilimizi bulmamızda bize çok yardım eder, bizi hızlandırır. Sadece boş bir milli eğitim sloganından söz etmiyorum, okumak aynı zamanda çocukları hayata hazırlamanın ve onlara hayatta zaman kazandırmanın da bir yolu.

Bir tezatlar bütünüsünüz. Okurla ilişkinizi sağlam ve sürekli tutmaya çalışıyorsunuz, mesela henüz yayınlanmamış kitaplarınızdan parçaları yayınlıyor, internet sitenizde yazılar yazıyorsunuz… Öte yandan çok mesafeli bir tavrınız var. Kendinize dair pek fazla şeyi açık etmiyor, üzerine konuşmuyorsunuz. Bu bir zorunluluk mu, yoksa tercih mi?

İkisi de. Zorunluluklarınızın farkındaysanız, sizin tercihiniz olurlar. Ben okur ve yazarın öyle çok yüzgöz olmasından, ilişkilerinin vıcık vıcık hale gelmesinden pek hoşlanmıyorum. Tanışmayı hayal ettiğin yazarla tanıştığında beklediğin şeyi bulamamaktan söz etmiyorum. Edip Cansever’le çok sınırlı ve küçük bir ilişkimiz oldu, hiçbir zaman ahbap olma ihtiyacı hissetmedik mesela ama öncesinde de büyük bir şair olduğunu düşünüyordum, tanışınca da benim için çok büyük bir şair olarak kaldı. Birinin şiirlerini, öykülerini seviyorsunuz diye o sizin ahbabınız olmak zorunda değil, hatta öteki türlüsü çok sıkıcı bile olabilir. Asıl mesele bizim toplumumuza dair bir çekince: Biz çok ‘sınırsız’ bir toplumuz, mesafe bilgimiz çok zayıf. Biriyle yakınlaştığınız anda sınır ihlallerine maruz kalabiliyorsunuz. İnsanlar sizi siz yapan çitleri aşıp mahremiyetinize girmeye çalışabiliyor. Ben kendime ait hiçbir şeyi saklamadım ama mahremiyetimi korumayı da bildim. Bu bir tezat oluşturuyorsa, anlarım.

Nasıl bir okur istiyorsunuz?

‘Okur’ istiyorum, delege ya da mürit değil. Peşimden gelecek, ağzımdan çıkan her söze ‘evet’ diyecek olanları istemiyorum. Kimi aydınlarımızın geçmişte ve günümüzde böyle davrandıklarını biliyorum ve bu, ‘babaseksüel’ bir ilişki. Bir de şunu düşünün, kaç yılın yazarıyım, şairiyim ve her gelen kuşak katlanarak beni okuyor. Lüksüm yok, hayat standartlarım çok yüksek değil ama başka bir iş yapmaya gerek duymadan geçimini sadece yazarak kazanabilen biriyim ve bunu biraz da okurumla kurduğum ilişkiye borçluyum. Okurla kurduğunuz ilişki kağıt üstünde kalmalı, onun dışındaki ilişkiler hayata dair ilişkilerdir. Ben mesafeyi önemsiyorum, rıza ilişkisini önemsiyorum, birbirimize dayatmacılıkla değil rıza ile yaklaşmamız gerektiğine inanıyorum. Ne yazık ki toplum olarak bizim samimiyetten anladığımız, çoğu kez başkalarının sırlarını ele geçirmek, kirli çamaşırlarını öğrenmek, onunla ilgili her türlü münasebetsizliği ve patavatsızlığı yapmak… En yakın arkadaşım bile benim evime telefonsuz gelemez ve bunun böyle sürmesinde kararlıyım. Şair değil banka memuru da olsam hayattaki duruşum değişmezdi.

Bu tutumunuz hatta belki ‘kibriniz’ de insanları size saldırmaya teşvik ediyor olabilir mi?

Öyledir, kibirli bulurlar beni, kendini beğenmiş derler. Buna ne diyebilirim? Belki gerçeklik payı vardır ama hep yüksek tuttuğunuz duvarınızı bir an için yıkmayı göze aldığınızda öyle bir muameleyle karşılaşırsınız ki, zaman kaybetmeden onu yeniden ve bu kez daha da yüksek hale getirirsiniz. Tanınmış biri olmanız da iştah uyandırıyor sanırım, sizi tahrik etmeye, deşmeye çalışıyorlar. Onların hepsine cevap vermeye kalksanız; bir, ömrünüz yetmez, iki yazınız eksilir, hayatınız seyrelir, üç, birtakım insanlar sizin üzerinizden ‘biri olmaya’ başlarlar. Ben insanların benim üzerimden biri olmalarına müsaade etmiyorum, buna aday değilim. Bir de zamana gülümsemeyi biliyorum. Yani bazı insanlara kendilerini rezil etmek için zaman tanıyorum. Sizden yanıt alamadıkça üzerinize geliyorlar. Herkesin kendini koruma biçimi farklı. Ben yalnız bir insanım, arkamda bir parti, siyasal oluşum, gazete, holding yok, bir servetin mirasçısı değilim. Sadece yazmanın neredeyse günah olduğu bir toplumda yazı yazarak yaşıyorum.

Son zamanlarda size saldırılar arttı. Bu gibi durumlarda sükunetinizi korumanız zor olmuyor mu?

Kendime seçtiğim değerler adına ve tüm mukaddesatımla söylüyorum, kimseye kızmıyorum, kin duymuyorum. Kalbimde kire, kine yer yok. Evet, zehirli bir dilim var. İstediğim zaman bu dilden akacak olan zehrin başkasını felç edebileceğinin farkındayım ama kuvvetine sahip olduğunuz bir şeyi çok adil kullanmanız gerektiğini de biliyorum. Boksör yumruklarını sokakta konuşturmaz, gücünüz var diye sokakta çocuk dövmezsiniz, bunu yapmazsınız. Saldıranların yaptığı şeyin görülmesini beklersiniz ve nasılsa görülür zamanı gelince. Görülmese de bu sizin derdiniz olmaz. Ve macera bir kerede anlaşılmaz. Size bir şey söyleyeyim mi, zamana gülümsemeyi öğrenmek lazım biraz. Gece yattığı zaman herkes kalbinin çok derininde bir yerde kaç karat olduğunu bilir, kendi yeteneğinin, kendi sınırlarının, kendi gücünün farkındadır. Belki yüksek sesle kendine bile telaffuz edemez ama bunu derinden hisseder. İçinin bir yeri bilir. Sükunet? Doğrusu bütün bu süreci aynı zamanda bir iç mücadelesi olarak da yaşıyorsunuz. Doğuştan sahip olduğunuz şeyler değil bunlar, mayanız ve kumaşınız müsaitse daha kolay oluyor ama akılla yapılan yatırımları, hayata ait hesap kitap işlerini küçümsemeli. Hesap kitap işi derken yanlış anlaşılmamak isterim, paradan söz etmiyorum, kadınlar iğne oyası yaparken akıl almaz hesaplar yaparlar ya, bu tür bir şeyden, yaşamı ilmeklemekten söz ediyorum.

Mesafenizi konuştuk ama şunu da sormak isterim, insani ilişkilerde hangi durumlarda temkinliliği elden bırakmaya razı olursunuz, hangi durumlarda tehlikeyi göze almazsınız?

Hayatın size öğretmeye çalıştığı şeyler konusunda iyi bir öğrenci olmalısınız. Her yaşta öğrenecekleriniz var. Hatalarla yüzleşmek, değişmeyi göze almak, gelişmeye açık olmak lazım. Benim hem korkak hem cesur yanlarım var. Bazı cesaretlerimi de ‘korkaklığıma’ borçluyum. Korkaklığın üzerine gitmenin bir türüdür cesaret. ‘Olmazsa olmazlarınız adına’ el kaldırırsınız. Dolayısıyla ‘kendini oldurmaya çalışmak’ ile kahraman olmak arasında bir tercih yapmanız lazım. Ben kahraman olmak istemiyorum. Zaaflarımla, kusurlarımla, her an incinebilir yanlarımla insan olmaya çalışıyorum. Bir heykel dikmeye, bir imge olmaya çalışmıyorum. Ama bakın ne söyleyeceğim; hayatta benim yaşıma geldiği zaman insan, dönüp arkasına baktığında şunu görüyor, dünyada aslında çok az şey var, topu topu avuç içini dolduracak kadar. Onca yoldan sonra elinizde kalan o bir avuç kıymetli şeyi korumak çok önemli. ‘Deneyimlerimizle boy ölçüşmek’ adını veriyorum buna, yaşadıklarımızla kendimizi yeniden yapılandırmak… İnsan olmak başlı başına çok zor bir şey zaten, hele böyle arızalı coğrafyalarda, tarihin böyle çok çatallı, çok karmaşık dönemlerinde edebiyat ve sanatla uğraşmak adamakıllı zor… Bu yüzden insanın kendisine ‘bonsai’ muamelesi yapması gerektiğini düşünüyorum. Hem şahsi olarak, hem de tarihin yüzlerinden biri olarak…

Gaflete, bunun farkında olunmadığına da tanık olunuyor sıklıkla…

Toplumun kendi sanatçısına bu kadar kolay harcanır biçimde davranmaması gerekiyor. İyi bir şair, iyi bir yazar, iyi bir ressam kolay çıkmıyor. İyi sanatçılar aynı zamanda toplumsal değerlerdir, tabii ki eleştirilirler, tabii ki sorgulanırlar, tabii ki soru sorulur onlara ama bugün artık vahşi kapitalizm çağındayız ya, başka ölçüler kullanılıyor. Dolayısıyla sizin kendinizi korumayı öğrenmeniz gerekiyor. Hep söylerim, yine söyleyeceğim, kendinizi sit alanı ilan etmelisiniz. Yaptığım işler beş sene sonraya bile kalmayabilir, öyle oldu diye bunları yapmamış mı olacağım? Hayat sürekli bunları tartarak ilerlemez ki. Hangi durumlarda tehlikeyi göze aldığımı sordunuz, yazıyorum. Elimde büyük bir silah var. Ve bu aynı zamanda en büyük göze alış, çünkü sanat senden 24 saatini, aldığın her nefesi, bütün hayatını istiyor.

“Şairin Romanı, benim ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ım, ‘Görünmez Kentler’im olacak”

Beş kitap çıkardınız… Siirleriniz, öyküleriniz, oyunlarınız, sinema yazılarınız… Bense aylar önce Garajistanbul’da bir bölümünü okuduğunuz ‘Şairin Romanı’nı bekledim hep. Son zamanlarda dinlediğim en güzel şeydi ve onu ne zaman okuyabileceğimizi merak ediyorum…

Teşekkür ederim, bunu duymak beni çok sevindirdi. O benim büyük taşlarımdan biri olacak, bunu tüm varlığımla hissediyorum. Çılgın bir tempoyla çalışırsam ve yetiştirebilirsem, iki ay sonra ‘Kadından Kentler’ çıkacak. Sonra ‘Hayat Atölyesi’ var sırada, yazılarımı topluyorum. ‘Türkçe Çiçek Evi’ adında bir seçki hazırlıyorum. Hiç yapılmamış bir şey olacak bu, o yüzden heyecanlıyım. Kafamda tamamen oluştu aslında ama masa başına oturup tamamlayabilirsem ‘Mutfak’ diye bir oyun çıkaracağım. Anılarımı yazdığım ‘Ben Böyle Hatırlıyorum’ bitecek. Adı bu, çünkü herkes başka türlü hatırlar. ‘Şairin Romanı’ ise bekleyecek. Ama ona hep dönüyorum, yazılmış bölümleri yeniden yazıyorum, ara sıra üzerinde çalışıyorum… Özlüyorum o kitabı çünkü ve kendimi tamamen ona kapatacağım dönemin gelmesini bekliyorum. Onu yazarken başka bir iş yapamam. Zor bir kitap, çok acayip kurgu oyunları var, büyük karakterler var, çözemediğim sorunlar var… Ayrıca arka planı çok yoğun, çok çetrefil. İçeride bir kitaplık yaptım özel olarak, yazarken okuyacağım kitaplar duruyor orada. Çiçek isimleri uyduruyorum, hayvan isimleri uyduruyorum, bunun için de mitolojileri okuyorum. Şimdilik demlenmesi gerekiyor ‘Şairin Romanı’nın. O yüzden 2009’da tamamlayacağım. Biriyle çok yoğun bir aşk yaşadığınızda hayattaki diğer her şey geride dursun, bu aşka bulaşmasın istersiniz ve sevgilinizle yaşadığınız programı her şeyden değerli bulursunuz ya, bu roman da böyle bir his uyandırıyor bende. Biliyorum ki, o benim ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ım, ‘Görünmez Kentler’im olacak.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

7 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
Emine
13 years ago

Çok güzel bir röportaj olmuş, Şairin Romanı’nı zaten okuyacaktım, daha da kıymetlendi benim için. Teşekkürler Gülenay ve Murathan Mungan.

Füsun
13 years ago

Okumaktan keyif aldığım çok az yazardan biriyle çok iyi bir röportaj olmuş Gülenay

Emine
13 years ago

Farkındayım Gülenaycım, okudum röportajı, son soruna cevaben benim için kitap daha da kıymetlendi.

kaçak
13 years ago

çok güzel…