Murathan Mungan: “Sol hülyaları olan bir yazarın ütopyasını yazdım”
“Hayatınızdan şiiri söküp attıysanız, ondan vaçgeçtiyseniz, sadece arızalı zamanlarınızda yardım almak için başvurduğunuz bir yalancı ilaç haline gelir şiir. Aşıksınızdır, ana baba hasreti çekiyorsunuzdur, gurbette kaybolmuşsunuzdur… Acınızı kışkırtmak yahut yatıştırmak için şiire başvurabilirsiniz o zaman, diğer zamanlarda unutmak üzere… Böyle olunca da, gündelik hayatta şiire duyduğunuz ihtiyacı görmezden gelirsiniz. Şairin romanı, sadece edebi bir tür olan şiiri değil, yaşamın, varoluşun şiirini de hatırlatmak istiyor okura.”
Munrathan Mungan’la eşsiz kitabı “Şairin Romanı” üzerine röportajımız.
Gülenay Börekçi
Murathan Mungan: “Edebiyat insanı erken büyütür”
Murathan Mungan: “Sol hülyaları olan bir yazarın ütopyasını yazdım”
Şairin Romanı dünyada bir ilk. Edebiyatın bildiğimiz en eski biçimi olan şiiri anlatmak için, en yeni biçimi olan romanı kullanmışsınız…
Sesler hecelere, kelimelere dönüştüğünde yazı olur, ama şiir dilden eskidir, hatta bildiğimiz en eski ifade biçimidir. Her şeyi ifade edebilir şiir, kutsal kitapların şiirle yazıldığını düşünmek bile yeter. Dua, beddua, lanet, naat şiirle aynı kaynaktan beslenir. Dil öncesi diyebileceğimiz çok güçlü bir dildir şiir. Öte yandan roman sanatı da büyük imkanlar, özgürlükler barındırıyor, Şairin Romanı’nda hem Cervantes’in Don Quijote’sinden başlayarak roman sanatının çeşitli evrelerinden izler var, hem de fantastik edebiyat ya da polisiye gibi modern türlerin izdüşümleri…
“Yol önemli bir metafor bu romanda…”
Romanım yolculuk üzerine kurulu. O, aynı zamanda benim de yolculuğum
“Yolun çözmediği hiçbir şey yoktur” deniyor. Yazarken başka seyahat rotaları çizdiniz mi kendinize?
İki kavşağım vardı, Doğu ve Batı. Japonya, Hindistan, İran şiiri, antik Yunan metinleri, tragedyası, günümüzün fantastik romanı; önümde bütün bunlardan oluşan dev bir hamur teknesi duruyordu, hepsinden yararlandım. Bir yandan da onları kırıp biçimlendirmeyi amaçladım. Sinema, psikoloji, müzik, hepsinden ilham aldım. Müzik önemliydi; ana tema, aralıklarla işitilen leitmotifler, değişen ritmler… Fakat sadece kurallar ve modellendirmelerle, akıl ve kurguyla yazmadım, sadece başıboş coşkuyla da yazmadım… Tüm yazarlık birikimimi, hayat maceramla birleştirdim, içgörümü, sezgilerimi kattım. Şaman yanımla teknisyen yanımı birleştirdiğim bir kitap oldu bu.
Her cümlesi başlı başına büyük olan bir kitap Şairin Romanı… Bir kahramanınıza şöyle söyletiyorsunuz: “Şiir de, çömlek de topraktan yapılmış, sonradan ateşle, suyla, havayla beslenmiş ve sınanmışlardır. Çöken uygarlıklardan her zaman iki şey kalır geriye: Şiir ve çömlek.” Fakat günümüzde durum farklı: Bana öyle geliyor ki gitgide gözden düşmekte olan şiir sanki bu kez uygarlığımızdan daha önce yok olup gidecek…
Hayatınızdan şiiri söküp attıysanız, ondan vaçgeçtiyseniz, sadece arızalı zamanlarınızda yardım almak için başvurduğunuz bir yalancı ilaç haline gelir şiir. Aşıksınızdır, ana baba hasreti çekiyorsunuzdur, gurbette kaybolmuşsunuzdur… Acınızı kışkırtmak yahut yatıştırmak için şiire başvurabilirsiniz o zaman, diğer zamanlarda unutmak üzere… Böyle olunca da, gündelik hayatta şiire duyduğunuz ihtiyacı görmezden geliyorsunuz. Şairin romanı, sadece edebi bir tür olan şiiri değil, yaşamın, varoluşun şiirini de hatırlatmak istiyor okura. Bir tiyatrocu arkadaşım şöyle dedi mesela: “Daha ikinci sayfaya geldiğimde, uzun zamandır ihtiyacım olan bir şeyle karşı karşıya olduğumu hissettim, sükunetle ve yavaşlıkla… Her akşam eve gidip bir bölüm okuyor ve kendimi yıkanmış hissediyorum.” O kadar çok şeyi hıza kaptırmışız ki… Bu hız, bu amaçsız yarış bizim hakikatle olan temasımızı ortadan kaldırdı. Bu kitabın, kainatın nabzından kopmuş, tabiatla ilişkisini kesmiş, beton, çelik ve camdan örülü bir uygarlık içinde kendi fanusunu örmüş insanlara nefes alma sahası açtığını fark ediyorum şimdi. Bu benim büyük edebiyat ödüllerimden biri.
“Yaşam hak edilmiş bir şeydir. Tabiata duyduğumuz şükranı, hayata geri ödediklerimizle gösteririz”
Sizin uydurduğunuz gaveleana menekşelerini, türlü çeşit çiçek ve böceği okurken, uzun süredir kuş sesi işitmediğimi, çiçek kokusu almadığımı hatırlayarak adeta imrendim…
Kimi romanlar insanın kayıp çocukluğuna işaret düşer, kimi romanlar da kayıp bir dünyaya… Bu romanda bambaşka bir gezegen inşa ettim, ama o gezegen bizim dünyamızın büyük meselelelerini yansıtıyor. Okurları kışkırtmayı elbette amaçladım, nasıl bir hayat sürdüklerini idrak etsinler istedim. “Yaşam bize verilmiş bir şey değil, hak edilmiş bir şeydir” diyor kahramanlarımdan Gamenn. Tabiata duyduğumuz şükranı, hayata geri ödediklerimizle gösteririz. Sen hayata neyi geri ödüyorsun?
Hem tabiatla ilişkimizin daha yoğun olduğu zamanları hatırlatıyor bize, hem de çocukken kişiliğimizi şekillendiren masalları…
Çocukluğum tabiatla iç içe geçti. Tabiata duyduğum özlemin çocukluğuma duyduğum özlemle karışmış olması çok mümkün o yüzden.
“Hesaplanamazlık, kestirilemezlik üzerine kuruludur bir de hayat. Kazadan kadere böyledir…”
Şairin Romanı üzerinde 15 yıl çalıştınız… Gerçek olsaydı eğer, elinizi kolunuzu sallaya sallaya, neyi nerede bulacağınızı bile bile dolaşacak kadar iyi tanıyor musunuz o gezegeni?
Neresinde neyi bulacağımı, neyle karşılaşacağımı gene de bilemem. Romanda şu an inşa ettiğin gerçekliği bilebilirsin ancak; ötesi hayattır, yani sürpriz. Ve hayat hesaplanamazlık, kestirilemezlik üzerine kuruludur. Kazadan kadere böyledir bu…
“Şiir aynı zamanda kullanışlı bir şeydir” diyorsunuz. Şairin Romanı da kullanışlı bir şey mi, şiiri demode bir sanat olmaktan çıkarır mı?
Bu romanda ben kendi dünyama yazdım, kendinden bahsetmesen de kendini yazarsın aslında… Şundan söylüyorum bunu, sevdiğim şiirlerin, yani Japon haikularının, İran şiirlerinin, Anna Ahmatova’nın ya da Kavafis’in yazdıklarının güzel yanı, aynı zamanda tabiatla ciddi bağlar kurmalarıdır. Japon haikularını seviyorsanız, tabiata bağlanırsınız. Umarım Şairin Romanı şiir üzerine yeniden düşünmeleri için kışkırtır okuru, onu tefekküre davet eder, kimim, ne yapıyorum, nereye gidiyorum, dünya denen bu gezegeni nasıl kullanıyorum, kainatla bağlarım yeteri kadar sağlam mı gibi soruların da ucunu açar.
Bir roman okurunun değişmesini sağlayabilir mi?
Sanat değişimi biriktirir, zamana yayar. İyi bir kitap yalnızca okuma hazzınızı beslemez, aynı zamanda sizde uyandırdığı duyguyu başkalarına aktarma arzusu verir size. Yaşamın döngüsü mirası devretmek üzerine kuruludur.
“Başka yerlerde kirlettiğiniz kelimelerle edebiyat yapamazsınız”
Yazara ne olur bu arada?
Yazar mirası iyi devretmek istiyorsa, temiz kalmalıdır. Algınızın, ruhunuzun, içinizin, kelimelerinizin temiz kalması önemlidir. Başka yerlerde kirlettiğiniz kelimelerle edebiyat yapamazsınız. Sahici de olmaz, inandırıcı da… Başkalarını kandırmak, insanın kendini kandırma stratejisidir aslında. Bu anlamda arkaik bir sanat yapma anlayışım var.
Kahramanlarınızdan biri Dohanara’lı Tarkusyu karısını kaybediyor. Ama acısının tazeliği o kadar uzun sürüyor ki, elindeki kelimeler yoksullaşıyor, anlamlar eriyor, onca istediği halde tek bir şiir bile yazamıyor. O da dere tepe dolaşarak ellenmemiş, dillenmemiş sözcükler aramaya başlıyor.
Acı insana çok şey yaptırır. Tarkusyu’nun acıyla baş etme biçimi bir insani davranış modeli öneriyor bize, çektiğimiz acıyı kıymetli bir şey haline getirmeyi… Bulduğu sözcüklerle şiir yazamıyor ama o sözcükler başkalarının şiirlerine hayat veriyor.
Kayıp sözcükler niçin önemlidir? Bize kendilerinden başka neleri kaybettirmişlerdir?
Özellikle bizim gibi dili sorunlu olan, alfabesini değiştirmiş, beş yüz yıl boyunca konuştuğu sözcüklerden vazgeçmiş ülkelerde dil, kültürel bir bariyer teşkil eder. O dil kendi ulusal kimliğine yönlendirildikçe, kimi eski deyimler ve kavramlar hayattan çıkarılır. Ama sadece o sözcükleri çıkarmış olmazsınız hayatınızdan, o sözcüklerin karşılık geldiği değerleri de ortadan kaldırırırsınız. İzzetinefis sözcüğünü kullanmadığınız zaman izzetinefisin kendisi de çekip gider hayatınızdan. Şairin Romanı’nın yazıldığı ülkede yaşayanların büyük çoğunluğunun hayatlarını üç yüz kelimeyle geçirmesi hazin bir şey.
“Hayvanlar yaşamlarına anlam aramaz, varoluşlarını sorgulamazlar. Bütün bunlar bizim cezamızdır. Hadi cezamızı güzelleştirelim.” Sizin cezanız neydi, yazı onu nasıl güzelleştirdi?
Ben’in yapımı meselesine gönderme o. Ben bir yapımım, hayat da aslında kendimi oldurma maceram. İnsanoğlu çok ağır cezalarla gelmiş dünyaya, yaşlanacağını, günden güne güçten ve çaptan düşeceğini, öleceğini başından biliyor. Yerçekimi kurallarının dışında böyle mıknatıslı kuralları, yükleri var hayatın. Varolmak bile başlıbaşına bir acı kaynağı. Öte yandan insanın “dil” denen bir ödülü var. Cezayı cekeceğiz madem, o halde onu güzelleştirmenin bir yolunu, dili, dilin imkanlarını keşfetmeliyiz, dile gelmek, acımızı hafifletmek için…
“Temel soru şu: Sen kendini nasıl biri olarak seviyorsun?”
Siz dilin imkanlarının hangilerini kullanmaktan kaçınırsınız?
Kara yalan. Kara çalma. İftira. Sadece yanlış sözcüklerle değil, kötü niyetle, kötü zihinle de dili kirletirsiniz. Şair olarak kendinize yoldaş seçtiğiniz sözcüklere iyi bakmalısınız. Onları karanlık hırslarınıza feda ederseniz, tertemiz şiirler yazamazsınız. 30’lu yaşlarımın başındayken, “Ben sanat dininin keşişlerindenim” demiştim. Aradan bunca yıl geçti, içim rahat, bu sözü pekiştiren bir yaşam sürdüm. Başkalarını yaralamak, küçük düşürmek, alay etmek, yerin dibine batırmak, kelimelerle öldürmek için yazmıyorum örneğin. Hayat biraz da neye göz koyduğunla, ne olmak istediğinle alakalı… Sen kendini nasıl biri olarak seviyorsun? Temel sorulardan biri de bu. İnsanların iyi yanlarını korumakta zorlandığı, zalim ve adaletsiz bir çağda yaşıyoruz. Gittikçe daha karanlık hale geliyor dünya. Ben şanslıydım, dünyanın bütün sertliğine, yalçın kayalarına, rüzgarlarına, fırtınalarına rağmen, hülyaların tasavvurların, temel insani değerlerin hala temiz kaldığı bir dönemde serpilip kişiliğimi buldum çünkü.
Bir tür olarak fantastik romandan ne şekilde etkilendiniz?
Batının fantastik roman geleneğindekine benzer anlayışla bir gezegen kurdum, başka bir alemi anlattım. Ama o romanlarda krallar, kraliçeler, prensler, cengaverler olur. Gelecekte de geçse demokrasinin gerisindeki bir düzenden söz eder gibidirler. Günün birinde yeniden imparatorluklara, krallıklara döneceğimiz ima edilir sanki. O romanlar gizli gizli hep bu hülyaları besler okurun zihninde. Benim kitabımsa, sol hülyaları ve sol değerleri olan bir yazarın ütopyası. Krallık, imparatorluk gibi kurum ve kavramları önemseyen, kutsayan bir toplum tasarlamadım. Tam aksi, tüm bunları silgiyle sildim adeta. Bu anlamda batının birçok fantastik romanından başka bir yerde konumlanıyor. Şairin Romanı’nı, fantastik roman, ütopya gibi adlandırmak da güç. Bu coğrafyanın toprağını içmiş bir kalemle yazıyorum, Firdevsi’nin Şehname’sini, Sadi’nin Bostan’ını, Mevlana’yı, Konfüçyüs’ü okumuş birinin kitabı o.
“Bu kadar Türkçe olan kolay İngilizce olmuyor…”
Tuhaf bir denge dikkatimi çekiyor sizde. Hem artistik bir baskınlığınız, hem de derin bir terbiyeniz var. Örneğin yurtdışında tanınmayı plan, proje haline getirmediniz. Bunu yapmak adına şiirden, öyküden, oyundan vazgeçmediniz. Edebiyat söz konusu olduğunda terbiyeniz nerede başlar?
Bir Avrupa yayınevinin temsilcileri, beni lanse etmek için romanlarımı tercih edeceklerini, beğenseler bile yazdığım diğer türlerle igilenmediklerini söylediler. “Kendi ülkenizden bir yazara bunu söyleyebilir misiniz?” diye sordum. Periferide kalan ülkelerin yazarlarına biçilen rol ne yazık ki bu. Ama tabii sizin bu role aday olup olmamanız da önemli. Kitaplarım Fransa’da, Almanya’da, İtalya’da yayınlansın derdiyle yazmıyorum. Edebiyatı niçin seçmişsem hâlâ aynı yolda ilerliyorum. Daha gençken, insanın hayalleri, arzuları, göz koyduğu şeylerin harareti onu daha telaşlı kılabiliyor. Eh, yüklerini indirmeyi de öğreniyorsun. Başından beri ben sadece edebiyatın sunduklarıyla ilgiliyim. Bunun için de ne övgü bekliyorum, ne de takdir… Görülmüş, anlaşılmış olmak hoşuma gidiyor, hepsi bu. Bir de tabii hep derim, bu kadar Türkçe olan kolay İngilizce olmuyor…
Ne hayal ediyorsunuz yazarlık hayatınızda?
Kendimi bir otuz yıl daha bu şiddetle okutmak istiyorum. “Keşke daha hızlı olabilseydim” hissi yokluyor ara sıra. Keşke İlhan Berk ya da Füsun Akatlı ölmeden yetiştirebilseydim bu kitabı. Varolmanın acı bilgisi dedik ya… Bilge Karasu, şimdiki Murathan’ı tanısaydı… Necatigil yeni şiirlerimi okuyabilseydi… İçim yanıyor bunları düşündüğümde. Sözlerimizin yalnızca yaşayanlara değil, ölülere de borcu vardır.
Rahat mısınız bu konuda?
Rahat olmayacaksam, biriktirdiklerimi kitap yapmam zaten. Kendine inanmadan bu işi otuz sene bu şiddette, bu tempoda sürdürmek imkansız. İnsanın yaptığının kıymetini bilmesi, tadını çıkarması gerekiyor. Ama abartmaması, bunu sarhoşluğa dönüştürmemesi, evren karşısında haddini bilmesi de şart. Asıl düşman içindeki öteki çünkü. Kendini ona emanet edersen, onun hayatını yaşarsın. Bir edebiyatçı için rakip yoktur, gölgesi vardır. Uzay belgesellerini seyrederken, ucsuz bucaksız galaksimizde yavaş yavaş kaybolup gideceğini hissedersin, yani ufalır, önemsizleşirsin ya… O aşkınlıkta bakabilmelisin. Kendi mitolojine kapılmazsın o zaman. Bu çok kıymetli, çünkü yazarlık narsisizmden beslenen bir iş. Kendini sevmeyi, kendine hayran olmayı, kendinle dolup taşmayı gerektiriyor. Dengeyi sağlayamazsan kendine kendinden bir mezar inşa edersin. Eh, böyle mezarlıklar tıka basa dolu zaten, değil mi?
“Hiçbir kitabın, hiçbir şiirin şiddeti herkesi kucaklamaya yetmez”
Sizin hiç başınız dönmedi mi kendinizden?
Dönmez olur mu? Bazen gecenin bir saatinde ayağa fırlayıp “Vay be!” dediğim oluyor. “Tamamdır bu iş” diyorum, “Heeeyt be!” diyorum. Bunların tadını çıkarırım, ama gerçeklik duygumu kaybetmemeye çalışırım. Mevlana’nın beni hep diri tutan bir sözü var, “Herkes kâbına göre alır” diyor. İnsan hayatıyla, deneyimleriyle okur, izler, seyreder. Hiçbir kitabın, hiçbir şiirin şiddeti herkesi kucaklamaya yetmez. Asıl narsisizm “ben herkesi ele geçirebilirim” duygusudur.
Neleri yapmazsınız edebiyat adına?
Ben daha çok kötü örneklerden ders aldım. “Aman öyle yapmayayım, onun düştüğü hataya düşmeyeyim” dedim hep. Bağışıklık sistemim böyle güçlendi, geçici modaların zehrine karşı böyle şerbetlendim. Yapmayacağım şeylerin başında kendimi tekrar etmek, yaptıklarımı konfeksiyon çoğaltmak gelir. İnanmadığım, bana hakiki gelmeyen şeyleri yazmam. Çok iyi yazılmış bir aşk romanının ne biçim bir satış garantisi var, biliyor musun? Ama bu saptamadan çıkıp bir aşk romanı yazarsan, bunun adı samimiyetsizlik olur. Bırak o aşk romanı sana gelsin, kendini yazdırsın… Bir gün yazacağım, ama ne zaman, bilmiyorum. Hazırlanıyorum, diyelim. Çok farklı müzik enstrümanlarını bir araya getiren, tek kişilik bir orkestra gibi yazıyorum, yazarken takvim yapraklarına bakmıyorum, kendi zamanımı kat ediyorum. Yapmayacağım şeylerden biri de takma isimle yazmak. Adını koyamayacağın yazı, sana ait sayılmaz. Bunu sadece eğlenmek için yapmışsan, zararı yoktur tabii, ama adını söylemeye sakınarak yapmışsan, o başka bir şeydir. Reklam metni de yazmam. Çok ciddi para sıkıntısı çektiğimde bile yapmadım bunu. Kalemimi sadece irademin doğrultusunda kullanmak isterim çünkü. Şanslıyım; sevilen, okunan bir yazarım, hayat bana bu konuda cömert davrandı. Öte yandan tek taraflı bir şey sayılmaz bu. Ben de ömrümü adadım yazıya. Ama her adanmış ömür hayat tarafından ödüllendirilmez. Yaşarken ödülümü aldım hayattan. Mutluyum. İmzam ben öldükten sonrasını yaşasın isterim.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest