Mustafa Ziyalan: “Dünya, doğaüstüne dalmasak da ürkütücü bir yer”
Mustafa Ziyalan da hekim yazarlarımızdan biri, psikiyatrist. New York’un Arabı ve Su Kedileri adlı kitapları da var.
“Dünya, doğaüstüne dalmasak da ürkütücü bir yer”
Bildiğimiz edebiyatın sınırları içinde korku edebiyatı yapılamıyor ya da korku türü çok farklı bir edebiyatı gerektiriyor sanki. Bir yapıtı korku romanı diye nitelemek için hangi özelliklere sahip olması gerekir, ölçütleri ya da sınırları nelerdir?
“Korkunun”, hele genelgeçer “ölçütleri ya da sınırları” nelerdir, bilemiyorum; hani bilmek ister miydim, onu da bilemiyorum. Her yazının, her yazarın okuruyla kendine özgü bir ilişki kurduğunu varsaymak isterdim. O zaman, benim için korkunun ölçütleri, sınırları ne? “Hah, işte bu korku türünün bir örneği” ya da “Korku türünden izler taşıyor,” diyebilmek için, dış dünyayla ilişkimi her zaman korku, dehşet olmasa da, ürkü, tedirginlik, mide bulantısı, tatsız duygular ekseninde sorgulayan, neredeyse yeniden kuran bir tür yazı (ya da film) bekliyorum.
Dünyada korku türü epey uzun bir süre boyunca yeraltı edebiyatının alanındaydı. Son birkaç yıl içinde anaakım içinde de yer almaya başladığını görüyoruz. Bu, türün doğasına aykırı bir durum sayılabilir mi? Ya da türe katacağı şeyler nelerdir?
Bence hiçbir türün değişmez bir doğası yok. Dahası, bir yanıyla sürekli yerüstüne, gün ışığına çıkmak, anaakımı beslemek, ona katılmak yeraltının özelliği; yeraltından, yani kendi sınırında, kıyısında yer alandan beslenmek her şeyi içermeye, kendisine dönüştürmeye çabalamak da “anaakım”ın özelliği. Bütün bunların kıyıdaki, yeraltındaki bir türe, örneğin korku türüne kattığı ne? Onun da her zaman bile isteye olmasa da kendi kendini sürekli yeniden tanımlamasına, görece özerk tutmasına, taze, ilginç kılmasına katkıda bulunmak. Yoksa örneğin Neal Asher gibi saf kan korku türünde olmasa da, bilimkurguyla korkunun sınırlarında yazan, ya da Laurell K. Hamilton gibi fanteziyle, masalla (dahası belki de mizahla) korkuyu harmanlayan yazarlar kolay kolay ortaya çıkabilir miydi?
Türk edebiyatında ise bir çeşit “çorak ülke” olma hali göze çarpıyor; yani genelde fantastik edebiyat, özelde korku edebiyatı örneklerine çok nadir rastlıyoruz. Bir de (sırf bu dosyayı hazırlarken bile) hissettim ki tuhaf bir dışlama, hatta aşağılama var. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz? Korkusuz bir millet miyiz, yoksa korkularımızı kurcalamaktan bile korkuyor muyuz?
Ülkemizde korku türünün, bilimkurgu, erotik-pornografik yazı/n gibi öteki kenar-kıyı türlerin güdük kalmış olmasının birçok nedeni var. Bunlardan biri bence kitap endüstrisinin cılızlığı. Gelişmiş bir kitap endüstrisi kitap yazma, basma, dağıtma konusunda her açıdan kenar-kıyıya da yol, yer açıyor. Yalnızca korku kitapları değil, örneğin şiir kitapları da öyle bir endüstrinin içinde, ana bedenin boşlukları içinde daha bir basılıyor, dağıtılıyor. Korku yazınının dışlanmasına, dahası aşağılanmasına gelince: Nesnesi olmayan bir yaşama sevinci, coşku, merak, eğlence kuşkulu, dahası tehlikeli görülebiliyor. Boş zaman, eğlence yeni yeni görece özerkliğini kazanıyor, çocukça sayılmaktan yeni yeni kurtuluyor. Boş zamanın korkulu (genellikle tatsız sayılan) yaşantılarla geçirilmesi de (örneğin cinselliğin acıyı içerebilmesi gibi) kolay kabul görecek bir durum değil. Bir de şu: Korkularımızı kucaklamaktan korkmaktan önce, bence kimi korkuları (belki de bizi kötürüm edecek, kurcalanası korkularımıza ulaşmamızı, korkuya ilişkin bir soyutlama yapabilmemizi engelleyecek ölçüde) dolaysızca, somut biçimde yaşantılıyoruz. Zaten dünyada da söz konusu olan bu: Irak savaşında başınıza gelebilecekleri bir düşünün. Ama, ülkemizde başımıza gelenlerin, gelebileceklerin önemli bir bölümü de kimi başka ülkelerde ancak korku kitaplarında hayal edilebilecek şeyler. Örneğin, ülkemizde yaygın olan, bedeninize yerleşebilecek kimi asalakları, arabanızla düşebileceğiniz su birikintilerini ya da düpedüz işaretlendirmesi ve aydınlatması yetersiz yollarda şehirlerarası gece yolculuğu yaptığınızı düşünün.
En eski olanlardan en yeni olanlara dek edebiyatta korkunun temelinde cinsellik ve din var. Oysa korku bir yana, doğrudan bu iki tema üzerinde gelişen edebiyat yapıtlarına da bizde pek sık rastlanmıyor. Korkuyu harekete geçiren alanlar bizde zaten tabu sayıldığı için bu türe ağırlık verilmemiş olabilir mi? Hatta daha ileri giderek bizde çeşitli nedenlerle “kutsal olanı tahrip etme duygusunun” yeterince gelişmemiş olduğunu söyleyebilir miyiz?
“Korkuyu herekete geçiren” kimi alanlar bizde (hiç olmazsa yüzeyde) tabu sayılmış olabilir. Ama, cinselliğe ve dine dayalı olmayan bir korku yazını da olanaklı. O niye yok? Kutsal olanı sorgulama geleneğimizin olmadığı da söylenemez. Ama bu da nedense korku türünün gelişmesine katkıda bulunmamış. Belki de sorun, bir nicelik sorunundan çok nitelik sorunu. Olduğu kadarıyla tabuları sorgulamak, “ikonoklastlık”, daha doğrusu bunların bir biçimde yokluğu tam da kaygıları, korkuları azaltmaya, kişiyi yatıştırmaya yarıyor, korkuları kurcalayıp tedirgin etmeye değil.
Cinsellik ile korku, din ile korku arasındaki bağlantıları siz nasıl kurarsınız? Korku edebiyatının nihai olarak vardığı yer ölümle hesaplaşmaksa, din ve cinsellik insanın ölümle hesaplaşmasına en çok olanak sağlayan alanlar mıdır?
Orgazmın ölüme benzetilmesi boşuna değil. Cinsellik bir başkasına karışıp gitme, şu bildiğiniz kişi olarak bitip gitme duygusuna neden olabilir, başka tür bir bilinçliliğin kapısını aralayabilir. Dolayısıyla, tanıdık, bildik bilincin sınırına, bittiği yere işaret ettiği kertede de ürkütücü, korkutucu bir alan olabilir. Cinsellik gibi korku yazınının da önemli ölçüde beden eksenli olması boşuna değil. Dinsel alanda da onca korkutucu olay, suç, ceza, kendini aşan güçlerin elinde olma, kurulu dengenin bozulması, düzenin yıkılması, kıyamet gibi olası ürkü, korku kaynakları yok değil; gelgelelim, öte dünya inancı tam da ölümle hesaplaşmamayı olanaklı kılan, kolaylaştıran bir şey. Korku yazınında, sinemasında korkuyu doğaüstü kaynaklara bağlama eğilimi bana, doğrusu ya, artık bir kolaycılık gibi geliyor. Doğaüstüne dalmadan da yeterince ürkütücü, korkutucu olabilen bir dünyada yaşıyoruz.
Gülenay Börekçi, Tolga Meriç
Subscribe
0 Comments
oldest