Nazan Bekiroğlu: “Aşk hem ödül hem ceza, hem mükemmel hem kusurlu”
Posted by gülenay börekçi on December 27, 2012 · 4 Comments
Havanın savaş ve göç koktuğu yıllar… Balkan Savaşı başlamak üzere. Güneşin koyulaştığı bu zamanlarda Trabzon-Tebriz-Tiflis-Batum-Bakü-İstanbul hattında geçen Tebrizli delifişek halı tüccarı Setterhan’la Trabzonlu Zehra’nın kavuşma hikayesini anlatan ve içinde üç aşkın geçtiği müthiş bir roman Nar Ağacı. Daha çok röportaj yapmasını istediğim sevgili arkadaşım Aycan Aşkım Saroğlu, Nazan Bekiroğlu’yla otobiyografik özellikler taşıyan romanını, bir şehzade taşrası olarak Trabzon’u, savaşı, aşkı, ölümü ve yazma serüvenini konuştu..
Nazan Bekiroğlu: “Aşk denen şey hem ödül hem ceza, hem mükemmel hem kusurlu”
Bu romanı yazma fikri gönlünüze ilk nasıl, neyle düştü?
Dedemin hikâyesi ilgimi hep çekti. Fakat onu yeteri kadar dinleyememiş olmam daha sonraki yıllarda, aile içinde anlatılanlarla yetinmeme sebebiyet verdi. O da bölük pörçük. Oysa bölük pörçük birkaç cümlesine sahip olduğum bu hayat gerçekte ne kadar zengin ve farklıydı, kim bilir? Benim dede olarak tanıdığım yaşlı kişinin, o sönmüş volkanın bir gençliği var. Maceralı, alev ateş bir hayat. Bu, merakımı hep kışkırttı. Daha sonra 1979’da benim de İran’daki aileye bir mektup yazma teşebbüsüm oldu fakat dönemin şartlarından olsa gerek devamı gelmedi. 2008’de Bakü’ye gittim. Onun Bakü’den geçtiğini biliyordum. Doğu’nun kapıları bana orada açıldı ve onca yıl cesaret edemediğim şey bütünüyle kolaylaştı. Yollara düştüm, aradım, aileyi bulsam da aradığımı bulamadım ve yazdım. Tatmin edilemeyen tutkulu merak duygusu o mahrumiyete tahammül edemedi ve bulamadığını kurguladı. Sonra uydurduğuna kendisi de inandı.
Trabzon, Bakü, Tiflis, Tebriz ve İstanbul var romanda, sizin bu şehirlerle ilişkiniz nasıl? Özellikle Trabzon ve İstanbul üzerine düşüncelerinizi sorsam? Acaba sizde de Settarhan gibi aslında İstanbul’a özlem ama Trabzon’u seçiş mi var?
Benim içimde bütün ırmaklar Doğu’ya doğru akar. Doğu’dan kastım, hikmetin kaynağı olan, arazlarından soyutlanmış, ülküselleştirilmiş bir Doğu’dur. Bütün ırmakların bir başka ifade ile hikmetin kaynağının Doğu olduğunu düşünürüm. Zihinsel coğrafyamda da seyahat coğrafyamda da bu böyledir. Bu şehirleri ve daha fazlasını bu yönleriyle sever ve özlerim. Ben de İstanbul-Trabzon arasında bölünmüş olarak yaşadım yıllarca. Fakat haritayı açtığımda Trabzon’un o kadar kuzey o kadar doğu koordinatları beni hep mutlu etti. Neticede buradayım ve bu şehrin unutulmuş mazisini özleyerek de olsa burada yaşıyorum. Hatıramda eski Trabzon’un bahçeleri, evleri, Arnavut taşı döşeli sokakları, yeşil çini sobalar, mermer havuzlar, saltanatlı kadınlar, efendi erkekler ve daha birçok ayrıntıdan ibaret bir şehir var. Bir şehzade taşrası.
Nar Ağacı’nın ne kadarı gerçekten otobiyografik, ne kadarı kurgu?
Dedemin ticaret hattı, Trabzon’a maceralı gelişi, Taht-ı Süleyman’da hazin bir aşk macerası yaşadığı, sonra bir Rus kızı olan Sofya ile sevgililiği (belki avunuşu), anneannemle evlenerek Trabzon’da kaldığı doğru. Fakat bunlar hakkındaki bilgim şimdi size yazdığım şu cümlelerden pek de fazla değil. Bir bakıma haritada gelinen noktalar belliydi fakat hangi hatlar üzerinden geçildiğini ben uydurdum. Belki yolu uzatmış çetrefilleştirmişimdir. Belki tam da o yolun üstünden geçmişimdir ve dilerim ki öyledir. Anlatıcının seyahat katmanında ise Taht-ı Süleyman’da aileyi bulduğum doğru. Bütün o şehirlere ve ülkelere hatta daha fazlasına gittiğim de doğru. Fakat ona da muhayyilenin fırçası bulaşmıştır. Yezd’de bir Behzat Amca yoktu meselâ.
Nar Ağacı’nda üç aşk geçiyor, üç aşkın da üç kadın kahramanı var. Baş kahramanınız Zehra ama bana sanki Azam’ı da çok sevmişsiniz gibi geldi… Doğru mu? Bu kadınlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hepsini sevdim, hepsine kendimi dağıttım. Zehra, Azam, Sofya. Üç ülke, çok farklı karakterlerde üç ayrı kadın. Hepsinin uğradığı aynı erkek kalbi. Zehra (başlangıçta) hava, Azam ateş, Sofya toprak gibi gelir bana. Settarhan’a da su olmak kalıyor. Azam güçlü, ateş gibi. Gideceği yere su gibi akarak değil ateş gibi önüne çıkanı yakarak gidiyor. Onunla uzlaşılmaz, onun ancak suyuna gidilebilir. Onu çok sevdim. Zehra başlangıçta havaî, heveskâr, bir parça şımarık hiç olmazsa nazlı-nazenin, sonraları o da toprağa dönüşüyor. Naz lüksüne izin vermeyen şartların Zehra üzerinde oluşturduğu değişim onun beni etkileyen gerçeği. Fakat ben Sofya’yı da çok sevdim. Neticede ihtilâlci Sofya’nın defterinde aşk, açık kalan son sayfadır. Belki bu dünyaya kusurlu olarak salınmış bir duygu olan aşk bu üç kadının kalbinde yansıyan farklı tezahürleriyle ancak kusursuz bir aşk bütünü oluşturabilirler. O da bu dünyada mümkün değil.
Azam’ın aile yasalarına karşı geldiği halde önce öldürülme emri verilmesi ama sonra Settarhan’ın vazgeçmesi… Bana mükemmel geldi. Kadınların bu nedenlerden öldürdüğü bir coğrafyada yaşıyoruz. Azam’a sevgilerinin, onu yok etme isteklerinden daha büyük olması müthiş…
Olmasını istediğim şeyi yazdım. Dahası böyle olabileceğini uyarmak istedim. Çünkü bu mümkün ve nadirattan da olsa gözünün nuru kadına doğrulttuğu namluyu indiren, tetiği çekemeyen erkekler de var. Onlar asıl zor olanı göze alabilen güzel erkekler. O korkunç kıyıcılık aslında feda edilene verilen değerin büyüklüğünden. Asırlar içinde töreleşmiş, töreleşirken yapaylaşmış bir “onur” duygusu ile bireysel muhabbet karşı karşıya durduğunda tipik bir trajedi tablosu çıkıyor ortaya. Baskı öyle büyük ki, değeri o kadar büyük olan şeyden boşalan yere dolabilecek tek duygu onun yokluğu. Fakat bir de görülebilse ki hiçbir şey ona duyulan sevgiden daha büyük değil. Keşke biraz olsun bu tür bir onur ile muhabbetin tartılmasında sevginin daha ağır bastığı, baş eğik gezmenin alt edilebilecek bir durum olduğu fark edilebilse. Zor ama imkânsız değil, belki bir-iki nesil sonra. Bunu, en fazla da göze alabilen erkekler başaracak.
Kitabınızı okurken şunu düşündüm, eğer biz tarihi “şu oldu, bu oldu” gibi değil de birebir insan hikayeleri üzerinden okusaydık tarihe bakışımız, savaşlara bakışımız daha farklı olurdu… Nar Ağacı müthiş bir tarih bilgisi de koyuyor ama hepsinin ortasında insan var…
Nar Ağacı söyleyecek birkaç önemli cümlesi olan bir roman, hepsi de insana ve insaniyete dair. Bunlardan biri, insaniyetin siyasetin üzerinde durduğu. İkincisi, tek masumun acı çektiği yerde bütün gerekçelerin geçerliliğini yitirdiği. Bir diğeri, savaşın insanı canavarlaştırdığı ve insanın insana ettiğini kimsenin kimseyi etmediği ve bütün yükün bireylerin sırtına yığıldığı. Bir diğeri de, tarihe sebeplerin değil sonuçların kaldığı. Bazen bir hükümetin hükümlerinin bir milletin sırtına yapışıp kaldığı ve aradan yüz yıl geçse de o yükü kaldırıp atamadığımız. Bunların hepsi de insaniyet bilincine çıkar. Tarih derslerinde romanlardan yararlanılabilir elbet ama ben bir tarih öğretmeni olsaydım dönem günlüklerinden parçalar okurdum öğrencilerime. Tarih kitaplarına giren üç soğuk cümlenin arkasında mahşerler var çünkü.
Settarhan’ın bir dönem Azam ve Sofya arasında kalır gibi oluyor. İki aşkı yareğinde taşıyabilir mi bir erkek sizce?
Bence Settarhan Sofya’ya sadece kadın denen varlığa erkek denen varlığın duyduğu ihtiyaç ile bağlanıyor. Bir tür mantıkî aşk. Aşkın mantıksalı olmaz oysa. Bu yüzden Sofya onun için biricik değil, kendisi değil, özel değil; bir cinsin temsilcisi sadece. Belki sadece bir avuntu. Bu yüzden Sofya onun kendisine sunduğu teklifi reddediyor ve bu yüzden Sofya onun tarafından reddediliyor. Çünkü Settarhan su gibi, akıyor.
Piruz ile Settarhan’ı birbirine bağlayan neydi? Yalnızlıkları mı, cesaretleri mi?
Çok kuvvetli bir bağ var ikisi arasında. İkisi de çok farklı kültürlere ve dinlere mensup olmalarına rağmen birbirlerinde gördükleri şey onları yekdiğerine ilk anda bağlamıştı ve aralarında kurulan kavi köprü nedeni sorgulanamayan türdendi. Yalnızlık mı? Cesaret mi? Belki daha fazlası, hayranlık. Birbirlerinde kendi yansımalarını görmeleri. Sevgi işte. Seversiniz. Sebebi yoktur. Bu yüzden Settarhan; Azam ve Piruz birbirine âşık olduğu anda kendisini iki türlü ihanete uğramış hisseder. Ortada bir vurgun olduğu muhakkaktır da hangi yandan vurulduğunu kestiremez. İki türlü kayıptadır. Kimi kimden kıskandığını bilemez. Çünkü Settarhan, Piruz için de pek çok şeyi göze almıştır.
Kitabınızda bol bol sinemasal geçiş kullanmışsınız, tam anlamıyla sinemaya uyarlanacak bir roman… Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
Şimdiye değin yazdıklarımın sinemalaştırılması, tiyatrolaştırılması hususunda isteksiz davrandım. Fakat Nar Ağacı’nın iyi bir yönetmen, dahası iyi bir görüntü yönetmeni ve hayalimdeki tiplere uygun oyunculardan oluşan bir kadro ile sinemalaştırılabileceğini ben de düşünüyorum. Buna çok müsait. Fotoğraftan içeri girmek bile sinematografik bir teknik. Ama yine de korkarım. Benim içimdeki ile perdede gördüğümün farklı olması beni hayal kırıklığına uğratır. Çok fazla güvenmem gerek. Benim derdimi de hiçbir yönetmen çekmez.
Romanın bir kahramanı da son derece dirayetli bir kadın olan Sabire Hanım. Onda Anadolu kadınını mı anlatamak istediniz?
Tam anlamıyla evet, dediğiniz gibi. Sadece Trabzon kadını değil Anadolu kadını. En fazla yıkılıp gideceğini zannettiği anda buna hakkı olmadığını anlayan türden. Çünkü o sendelerse etrafındakilerin tümü yıkılıp gider. Bu karakter kendisinden çok etrafındakileri düşünen kadın ki Anadolu’da örneği bol. Belki bütünüyle, içinde inanılmaz bir güç taşıyan ve kadın denilen o varlığın özeti.
Geçmişte halklar birlikte yaşamışlar, özellikle Trabzon’da… Sizin kitabınız bunu anlatıyor… Ama sanki Trabzon bu çeşitliliğini ve doğal olarak hoşgörüsünü yitirdi…
Öyleyse hatırlatmak lâzım. O en netameli geçmişte bile kardeşlik ve dostluk öykülerinin de eksik olmadığını, en zor şartlar altında, insanın kendisine şahsî bir rota çizmesinin imkânsız gibi göründüğü toplumsal baskı zamanlarında bile vicdanın sesine uymanın insanı uzun vadede asla yanıltmayacağını. Bu hatırlamalar geçmişi düzeltemez elbet ama geleceği düzeltebilir. Örnekleri tedavüle sokmak bu yüzden önemlidir. Göstermeli ki bir insan yaptıysa her insan yapabilir; demek ki böylesi de mümkündür. Örnek, verilirse alınan bir şeydir.
Trabzonlu kadınların futbol aşkını da kitabınızdan öğreniyoruz… Böyle bir tarihi gerçeklik taşıyor Trabzon futbol ve kadınlar ilişkisi… Ama sizin futbolla ilginiz yok galiba… Bu ayrınıtıyı eklemek nereden aklınıza geldi?
Şu ana kadar yapılan söyleşilere bakılırsa Nar Ağacı’nın en fazla ilgi çeken sahnelerinden biri de bu oldu. Benim futbolla ilgim yok, anlamam da. Ama o sempatik fotoğrafı gördüğüm zaman bu şehir ile futbol arasındaki ilişkinin yeni değil eski olduğunu fark ettim. Sanki bu şehrin kumaşı futbolun terzisi elinde biçilmiş gibi. Kader gibi. Sonra o kadınların da bir zamanlar yaşadığını, dünyaları ne kadarsa onların da kendilerine göre acılarla, mutluluklarla, aşklarla dolu birer hayatlarının olduğunu düşündüm. O sıralarda yazmakta olduğum bölümde Zehra ve İsmail’i o sahneye yerleştirdiğimi neden sonra fark ettim. Neticede futbol seyretme arzusu Zehra’nın heveslerinden bir heves sadece. Ama bu şehrin ruhunu da yansıtan bir heves.
Haritaların da tarihin de kayıtlara geçemeyecek kadar hızlı değiştiği zamanlarda yaşayan bu insanların hikayesinde siz hangi duygular içinde gidip geldiniz yazarken. Nasıl bir ruh acısı hissetiniz?
Balkan ve I. Cihan harbiyle ilgili tarihî zemini içimde sağlamlaştırdıktan sonra bana asıl lâzım olana başladım. Asker ve subayların günlüklerine. Bizde bu konuda yayımlanmış günlükler var, yok değil. Okuduklarım içinde, romana girmese bile, Çanakkale ve Sarıkamış günlükleri de vardı. Fakat arka arkaya okuduğum o günlükler öyle acıydı ki günlerce içim yandı, uykularım kaçtı, dengem bozuldu. Ağzımda bir asit tadıyla dolaştım. Kuyulara düşüp çıkamadığımı hissettim. Öyle yanık bir defterdi. Şu an bile hatırladıkça kalbim asitle doluyor. Kesen soğukta, yağmurun, karın altında, buzun üstünde, ateş yok, yemek yok, çadır yok. Bazı günlerin taam listesi şöyle: Sabah, kuru ekmek. Öğle, ekmek ve şekersiz üzüm hoşafı. Akşam, yok. Bildiğiniz “yok” işte. Bunlar gencecik bedenler ve ailelerinin göz nuru, ana evlâtları. En korkuncu da kendimi Kassandra gibi hissetmemdi. Neler olacağını onlar bilmiyor ama ben biliyorum. Korkunçtu. Ben ki yazar mizacı sevdaya akan biriyim, bu satırları okuduğum zamanlarda aşkın çok daha üstündeki gerçekleri bildim, hissettim. Aşk bile anlamını yitirdi.
Romancı olarak kendinizi Kassandra Laneti’yle lanetlenmiş görüyorsunuz…
Ben tarihî roman için hissettim bu acıyı. Bazen içimden tarihi bütünüyle değiştiren bir roman yazmak da geçmedi değil. Savaşsız, kansız, acısız, dahası evrensel barışı sağlama anında ceylânla parsın aynı Mecnun kucağında birlikte oturduğu bir tarih. Tamam tamam, kimse gülmeye başlamadan ben söyleyeyim. İmkânsız. Budalaca bir heves bu. Dostoyevski’nin Budala’sı. Ama ben dünyanın cennet olmasını istiyorum. Ama dünya cennet değil ve ben dâhil insanlar melek değil. O yüzden kuyulara düşüp düşüp duruyorum.
Romanda geçen ‘birilerinin mucizesi olmak lazım’ sözü çok etkileyici, hayat anlayışınız bu mu? Biz birilerinin mucizesi olabilmek için mi geliyoruz biraz da dünyaya?
Bunu herkes göze alamaz. Ama evet, birilerinin mucizesi olmak lâzım. Kahramanlık hâlâ güzel şey.
Piruz’un Settarhan’a söylediği cümle beni yüreğimin en derininden vurdu: “Ya benim kadar aşık değilsin, ya benim kadar cesur değilsin. Tek hamle, korkma. Sana dur diyecek değilim. Ben aşk için öleyim ki sen de aşka inanmış olarak ölesin.” Azam’ı ne kadar severse sevsin, Settarhan aşkı bilmiyordu, öğrenmesi için kaybetmesi mi gerekiyordu?
Settarhan bana hep acemi bir âşık olarak geliyor. Azam’a duyduğu aşk Sehend Dağı’nın zorlu zirvesinde ölümün dokunuşuyla yerle bir olacak türden. Sofya’yı da büyük bir aşkla değil sığınma ihtiyacıyla seviyor. Zehra’ya olan aşkı da iki büyük ırmağın kaçınılmaz olarak birbirine kavuşması kabilinden. Her şey kalbine hızla çarpan ama aynı hızla da geri çekilen türden bir mizaç o. Coşkun bir su. Ama özellikle bu yanıyla çok insanî ve çok sıcak.
Settarhan’la Zehra’nın göz göze geldiği anla ilgili yazdıklarınız mükemmel. “Sanki bütün Balkan Savaşı, İsmail’in ölümü, Azam ile Piruz’un aşkı, her şey bu an için hazırlanmış gibiydi” diyor, yani kaderin hazırlıklarından söz ediyorsunuz… Böyle mi bakıyorsunuz hayata?
Tam olarak öyle bakıyorum. Dahası, o ikisinin gözerinin karşılaştığı an ve o ana kadar olup biten her şey sanki benim doğmam için. Milyonlarca ihtimal arasında bir mümkünüm sadece ben. Düşünsenize ikisinin muazzam yolculukları üzerinde bir anlık bir gecikme ya da erken gelme bütün gidişatı değiştirebilirdi. Öyleyse kader var ve iyi ki var.
“Sen böyle çağırmasan ben böyle gelmezdim” cümlesi romanı omuzlayan cümle. Bir buluşmanın gerçek olabilmesi için bazen bütün bir tarihin mi yaşanması gerekir?
Aşk büyük bir çağırma-çağrılma halidir. Daha bilme anından itibaren başlayan bir çağrı. Ve o çağrıya bütün evrenin ortaklık ettiğine inanmak da âşıkların âdetindendir. Çünkü aşkın dili farklı bir boyuttan toplar kelimelerini, metafizik boyutta bir onaylanmışlık gerçeği (veya vehmi) kendisini daima hissettirir. O metafizikte en başta da sevgilinin bizi çağırdığına inanırız. Çünkü böylesi bir icabet sebepsiz olamaz, muazzam bir çağrının neticesi olabilir ancak. Bu çağrıya bütün bir tarih, bütün bir oluş eşlik etmiştir. Göklerin dönüşü, yerin muhkem duruşu, tarihin yazılışı, her şey, her şey sanki o an için tanzim edilmiştir. Evren sanki âşık için yaratılmıştır ve içinde bir tek kendisi yaşamaktadır. Böylesi bir çağrıya da icabet etmemek mümkün değildir. O yüzden “Sen öyle çağırmasan ben böyle gelmezdim.” Ama “Ben böyle çağırmasam sen öyle gelmezdin.” Bütün evrenin bu büyük çağrıyı onayladığına inanma anı. İşaret. Aşk, işaretleri sever.
“Aşka düştüğü besbellidir, ölmekten korkanların” diyorsunuz. Yeterince sevmeyenler mi korkar ölümden, Piruz gibi sevenler mi?
Aşk, ölüm üzerinden ölçtürür kendisini. Ölümle tanımlar. Önce ölmekten korkar aşka düşen. Kalbindeki bu duyguyla kendisine yazık olacağından korkar çünkü. Sonra âşık kendisini ölümsüz zanneder. Çünkü aşkın en güzel yanı insana ölüm duygusunu unutturması, cennet ebediliğini tecrübe ettirmesidir. En son da âşık, ölüme razı hale gelir. Ölse gam yemez, bıçak vursa kanı akmaz. Bu aşkın zirvesidir. Sonra bir gün yeniden ölümden korkar. Aşk bitmiştir.
“Aşkın sebebi yok, zamanı var. An geldi!” diyorsunuz. Bir de şu: “Aşk ne töre, ne gelenek, ne bağ ne zincir tanımaz, an gelirse…” Allah’ın en büyük lütfu ve dersi mi aşk?
Aşk bize ölüm düşüncesini unutturduğu gibi zamansızlık halini de tecrübe ettirir. Âşık kalbinde zaman genel geçer anlamıyla işlemez. O, ebedi an’ın içindedir. Cennet zamanı. Ama gün gelir ve zaman, dünya zamanında işlemeye başlar, her şey tuz buz olmuştur çünkü o ölümsüz aynada. Kendisini biricik, ilâhi oluşla yekpare, bütün bir evrenle aynı oluş içinde hisseden âşık o gün sıradanlaşır. Neticede cennetlidir aşk ama bu dünyada kusura bulaşmıştır, çetrefili bu yüzden. Haklısınız, hem lütuf hem derstir. Hem ödül hem cezadır. Hem mükemmel hem kusurludur.
533 sayfalık bu yolculuğun bitiminde, yani şu anda hissettikleriniz nedir?
Bunu sık sık dile getirdim, hissettiğim şey büyük bir acı oldu. O acıyla “Bir Romandan Ayrılmanın Acısı” diye bir yazı da yazmıştım. Bu romanın bitmesi o dünyadan ayrılmak anlamına geldi çünkü. Ve bu, öyle mantıksal kurgularla, mühendislik hesaplarıyla inşa ettiğim bir dünya değildi. Düpedüz içine girdiğim, içimden taşırdığım bir dünyaydı. Fakat bir an geldi ki bu rüyadan uyandım. Artık bir yere gidemiyorum.
Nar Ağacı’nın devamı gelecek mi? Şu anda başka bir çalışma içinde misiniz?
Hayır. Henüz elimde bir şey yok. Oysa Lâ baskıya girdiği gün ben Nar Ağacı’na başlamıştım. Bir devamı olur mu? Bilmiyorum. Hikâyelerini merak ettiğim kahramanlar var benim de. Sehend meselâ o kırık gülüş, o vurgun yemiş beden, sonra Çiçek Hala. Keşke yazabilsem.
Nazan Bekiroğlu bir kesimin çok tanıdığı bir isimdi ama şimdi artık o çok daha büyük kalabalıklar tarafından kucaklanıyor. Bu büyük açılış size ne hissettiriyor?
Ben henüz bir şey fark etmiyorum. Trabzon’da, evden okula, okuldan eve bir yaşamın içindeyim, her zamanki gibi. Ama böyle bir genişleme varsa bile kökünden tepesine kadar Nun Masalları okuyucusunun teşkil ettiği bir ağacın dalları gibi genişlemesini isterim o kitlenin. Yani değişen bir okur kitlesi değil genişleyen bir okur kitlesi olsun.
Neleri okursunuz, hangi kaynaklardan beslenirsiniz? Hangi yazarlar yol göstericileriniz oldu?
Rus edebiyatı benim zaafım. Şu sıralarda yeniden klasiklere döndüm. Gidecek en emin yer klasikler her zaman. Çağdaşlarımı okumaya dört yıldır ara vermiştim. Şimdi artık başlayabilirim. Beni besleyenlere gelince, bütünüyle Rus edebiyatı, Mevlâna ve Divan-ı Kebir (Mesnevi’den çok Divan’ı seviyorum, daha lirik çünkü), bütünüyle hikmet edebiyatı. Oscar Wilde’ın Hikâyeler’inden de çok etkilenmiştim zamanında. Hâlâ da severek okurum. Divan Edebiyatı özellikle Şeyh Galip ama en fazla Fuzuli. Bir de beni yazarların eserlerinden çok yaşantıları etkiliyor.
Yazarlık serüveniniz nasıl başladı? Yazarlığın anlamı nedir sizin için? Nasıl yazıyorsunuz, önerileriniz var mı yazmak isteyenlere?
İlk kitabım kırk yaşımda iken çıktı, Nun Masalları. Evvelinde on yıllık bir dergi macerası var. Onun evvelinde yazılıp yayımlanmayanlar. Onun da evvelinde yazarlığı aklından geçirmeyen bir resim heveslisi. Öyleyse her şey kendiliğinden gelişti, isteyerek, yol çizerek değil. Yazarlığın benim için anlamı bir değil, çok. Sayfalarca sebebi alt alta yazabilirim. Ama en önemlisi galiba anlatırken anlayabilmem. Bir de acıyı, yazarak estetize edebilmem yani katlanılır kılabilmem. Kelimeler karargâhında karşılığını bulduğum acı daha katlanılır oluyor. Bulamadığımda vahim. O zaman yaşantı oluyor, müşkil işte o zaman. Yazmak isteyenlere ben de herkes gibi, çok okumalarını tavsiye edeceğim. Çok okumak, çok yazmak, çok yırtmak. Akacak su yatağını mutlaka bulur; akacak kadar gümrahsa mutlaka akar. Aksi takdirde kuruyup gider, ya da gölleşip kalır.
Adı masal olan bir köpeğe dair
“Masal kendiliğinden gelip girdi romana. Böyle olması kaçınılmaz. İçimdeki her şeyi taşırdığım bir romanda Masal’ın da olması kaçınılmazdı ama başlangıçta ismi belli değildi. Bu isimle fakültede bir öğrencinin yanındaki minik köpeğin ismini sorduğumda karşılaştım. “Masal” dedi. Ne kadar güzel bir isim. Bizim köpeğin adı da Masal oldu. Sonra ismiyle birlikte kişiliği gelişti. Asıl söylemek istediğim, köpekleri sevmeyen Büyükhanım’ın, dirilerin şerrinden kaçmak için ölülerin koynuna sığındığı gecenin sabahında Masal’ın boynuna sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlayışında zahir. Yani şu; insan bazen “esfel-i safilin” olabilir. Ben hayvanların sevilmesi, hiç olmazsa zarar verilmemesi gereken varlıklar olduğunu bana öğreten bir anne-babanın elinde yetiştim. Yaratılmış her şeyin değerli ve canın bütünüyle kutsal olduğu öğretildi bize. Ben de çocuklarıma öyle öğrettim. Sevgi öğrenilebilir bir şeydir çünkü. Şu günlerde ise tedirginim. Umarım bu Meclis, iktidarıyla muhalefetiyle, böyle bir ayıbın altına imza atmaz da sokak hayvanları yeni bir Hayırsız Ada katliamıyla karşılaşmazlar. Hayvanlara eziyet etmek iyi değildir, acısı bir yerden mutlaka çıkar.”
Aycan Aşkım Saroğlu
Bunlar da ilginizi çekebilir :
“Aşk bize ölüm düşüncesini unutturduğu gibi zamansızlık halini de tecrübe ettirir. Âşık kalbinde zaman genel geçer anlamıyla işlemez. O, ebedi an’ın içindedir. Cennet zamanı. Ama gün gelir ve zaman, dünya zamanında işlemeye başlar, her şey tuz buz olmuştur çünkü o ölümsüz aynada. Kendisini biricik, ilâhi oluşla yekpare, bütün bir evrenle aynı oluş içinde hisseden âşık o gün sıradanlaşır. Neticede cennetlidir aşk ama bu dünyada kusura bulaşmıştır, çetrefili bu yüzden. Haklısınız, hem lütuf hem derstir. Hem ödül hem cezadır. Hem mükemmel hem kusurludur.” Ben ki sırf sizin için hayal ettim Trabzon’u. Ben ki hayal ettiğim gerçekleştiğinde o düşünü kurduğum anı gerçekleştirmek… Read more »
Seni ilk gördüğüm günü bilir misin?.. ….. Yağmur başladı hiç olmamış sevgilim… Görüyor musun bir yerlerden bilmem ama bu hikayenin sonu gelmeli artık. Yağmur başladı. Bütün o taşlar, taşlıklar, duvarlar, kuleler, kubbeler, dolaplar, hamamlar ve hücreler, aydınlığını içimin yangınından ve ezikliğinden alarak yağlı ….. NİGÂR HANIM, SEVGİLİ Çokça kalabalıklar içinde Çokça tenhalıklarımla baş edebilmek için Bütün gül defterlerimi Nigâr Hanım defterlerine dönüştürmek istemem. Önsöz, giriş, vesaire Önsöz niyetine: aşkım Sonsöz niyetine: ölümüm bile değil Vak’a: çok alışıldık, iç içe vak’a tipi, ya da kesişen mi diyelim? Ama asla paralel değil. Vak’a tahlili: akademisyenlerin beğenmeyeceği türden. Ölsem diyorum, yollara dökülsem ya… Read more »
[…] zaman yaptığım araştırma sırasında Nazan Bekiroğlu’nun bir röportajına rastladım.(Röportajın tamamı için) Tarih sadece sonuçlardan ibaret gibi görünse de aslında içinde yüzlerce hikaye […]
[…] Egoist Okur l Aşk, Hem Mükemmel Hem Kusurlu… Hem Ödül Hem Ceza […]