Egoist okur

Neil Gaiman’dan yazar adayına mektup: “DUVAR ÖR!”

Neil Gaiman’ın sihirli çizgi roman dizisi Sandman’de bir karakter şöyle yazıyor günlüğüne:

“Aklıma geldikçe okulda öğretmedikleri şeylerin listesini yapıyorum. Okulda bir insanı nasıl seveceğinizi öğretmezler. Artık sevmediğiniz birini nasıl terkedeceğinizi, başkalarının zihninden geçenleri okumayı, ölmekte olan birine tam olarak ne söylemek gerektiğini de öğretmezler. Aslında bilmek gereken hiçbir şeyi öğretmezler.”

Öğrenemezsiniz, evet. Sevdiğiniz birini incittiğinizde kendinizi nasıl affettireceğinizi… Hayal kırıklığının ardından nasıl iyileşeceğinizi… Size laf sokan birine lafı aynı sivrilikle iade etmeyi… Orta yaş krizini sağ salim atlatıp yola devam etmeyi. Özeti ‘her gün işe gidip sonra aynı yoldan eve dönmek’ olan bir hayatın rotasını değiştirmeyi… DVD’de sıkıntıdan patlayarak üstüste film seyretmek yerine daha eğlenceli şeyler yapmayı… Kötü alışkanlıkları terk etmeyi… Utangaçlığı yenmeyi… Cesaret toplamayı… Sebepsiz gülümsemeyi… Satırların ve mimiklerin arasını okumayı… Doğru anlarda susmayı…

Bazı şeyleri öğrenmenin yeri okul değil, hayat çünkü.

Ama yazarlık öğrenilebilir belki de. En azından bu kısacık derste Neil Gaiman öğretmeyi deniyor. Hem de olabilecek en şahane biçimde…

Kadim güçler iş başında: Neil Gaiman, Tom Robbins ve Joseph Campbell rüyalarda buluşuyor

neil gaiman yazma dersleri egoistokur gulenay borekci

Sevgili Yazar,

An itibariyle muhtemelen yazmaktan vazgeçmeye hazırsın. Her karakterin taze, her fikrin eğlenceli geldiği ilk çılgın vecd hali geçti. Kelimelerle imgelerin, daha zihnine doldukları anda,  sen onları yakalamaya fırsat bile bulamadan son hızla kağıda döküldüğü o çok önemli bitiş bölümlerine henüz yaklaşmadın bile. Tam ortadasın, yarı yolu belki azıcık geçebildin, hepsi o kadar. Parıltı soldu, sihir kayboldu. Klavye başında oturmaktan sırtın ağrıyor, ailen, arkadaşların, e-posta ahbapların yüreklendirici olmaktan çok uzak. En kötüsü artık seni göremedikleri için şikayet edip duruyorlar, gördüklerinde de çalışıyor oluyorsun zaten, o yüzden kimse bu işten pek memnun değil. Romanına niçin başladığını dahi bilmiyorsun. Ne oldu da birilerinin bunu okumak isteyebileceğini düşündün, kestiremiyorsun. Dahası, bir gün onu bitirebilirsen eğer, harcadığın zamana, enerjiye değeceğinden emin değilsin. Arada şöyle bir durup yazdıklarının kafandaki o ilk fikirle ne derece örtüştüğüne bakıyorsun. Her kelimenin alev alev yandığı parlak, göz alıcı, harika bir roman tasarlamıştın, o güne kadar okuduğun en iyi kitaptan bile daha iyi olacaktı. Ama şimdi elindeki taslak acı verecek kadar cılız geliyor sana, o kadar ki her şeyi çöpe atsan, hakkında daha hayırlı olacak gibi.

Kulübe hoş geldin!

Roman dediğin böyle yazılır.

Yazıyorsun. Kimsenin bilemeyeceği kadar zorlu bir iştir bu. İyi günde de yazıyorsun, kötü günde de. Köpekbalığı gibisin; ya ilerleyeceksin ya öleceksin… Yazmak kurtuluşun olabilir ama olmayabilir de. Kaderinde bu olabilir ya da olmayabilir. Fark etmez. Şimdi önemli olan arka arkaya gelecek kelimeler. Sonrakini bul. Yaz. Yeniden. Yeniden. Yeniden.

Bomboş, taş bir duvar, tatlı bir şeydir, bilmediğin bir yeri çevrelediğini bilirsin. Ama onun harç kullanılmadan inşa edildiğini, duvar ustasının tüm girinti ve çıkıntılarıyla birbirini tamamlayan taşları özenle seçip yerleştirdiğini anladığında, durum daha da etkileyici olur. Yazmak duvar örmek gibidir. İnsanın metne uyacak doğru kelimeyi bulmak adına bitmek bilmeyen arayışıdır. Olay örgüsü ve karakter ve metafor ve üslup; bütün bunlar kelimelerin yanında ikinci plandadır. Duvar ustası her seferinde bir taş ekleyerek örer duvarını, ona verilen alanın sonuna gelene dek. Duvarı örmeyi başaramazsa, ardındaki alanı da göremeyecek, öyle düşün. Bu yüzden her seferinde eğilip elindeki taş parçalarına bakar ve içlerinden en uygununu seçerek boşluğa yerleştirir.

Kelimelerin peşindeki bu yolculuk kolay değildir, daha beteri kimse romanını senin yerine yazamaz.

“Anansi Boys” adlı romanımın son üçte birlik bölümüne geldiğimde menajerimi aramış ve ona kimsenin okumak istemeyeceği bir şeyle vakit kaybettiğimi; karakterlerin ne kadar cılız olduğunu, olay örgüsünün anlamsızlığını falan anlattım. Bu kitabı yarıda bırakıp başka bir şey yazmaya fena halde hazırdım. Kitabı yarıda bırakıp kendime bahçıvan, banka soyguncusu, fast food aşçısı ya da sualtı biyologu olarak yeni bir hayat kurabilirdim.

Menajerim şefkatli davranmak, söylediklerimi onaylamak, beni yüreklendirmek yahut benimle tartışmak yerine, basitçe şöyle dedi: “Ah, tamam, kitabın şu meşhur bölümüne geldin demek.”

Şoke olmuştum. “Yani ben daha önce de böyle şeyler anlattım mı sana?

“Hatırlamıyor musun?”

“Yoo.”

“Ah, evet” diye devam etti menajerim. “Bunu her romanında yapıyorsun. Sırf sen değil üstelik, temsil ettiğim öteki yazarlar da yapıyor.”

İşe bakın, kederim bile pek orijinal değilmiş meğer!

Ben de telefonu kapatıp kitabımı yazmak için seçtiğim kafeye gitim ve kalemi elime aldım.

Bir kelime, sonra bir tane daha…

Roman dediğin böyle yazılır işte. Gece cinler gelip hikayeni senin yerine dokuzuncu bölüme falan ilerletmez. Roman yazmanın bildiğim tek yolu, budur.

Demek istediğim devam et, devam et. Hikayene bir kelime ekle, sonra bir tane daha.

Çok geçmeden son virajı geçtiğini göreceksin. Yolu tamamlaman da artık imkansız değil.

İyi şanslar…

Neil Gaiman

Çeviren: Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments