“O taşın içinde bir at olduğunu nereden biliyordun?”
Buraya zaman zaman yazarları, edebiyatçıları da konuk ediyorum, biliyorsunuz… “Kırmızı Kuş”, “Barba ile Rabarba”, “Balaban ile Şakrak” gibi kitaplarıyla tanıdığımız Arslan Sayman’a “Çocuklar için yazmak dünyaya daha farklı bakmanı sağladı mı, daha da önemlisi çocuklar için yazdığın süre içinde sen de değiştin mi?” diye sordum. İşte verdiği cevap…
Arslan Sayman
“Çocuklar için yazmak beni büyüklerin evrenine ait süslerden, gösterişten arındırdı, sadeleştirdi”
Uzun yıllardır tanıdığım ama son yıllarda aramıza coğrafi mesafeler girdiği için sanal âlemde görüşebildiğim yakın bir arkadaşımın sorduğu bir soru günlerce aklımı meşgul etti. Aynı camiadayız ama sadece mesleki bir ilgi nedeniyle değil, karşılıklı olarak karşılıklı ‘işleri’ sevip beğendiğimiz için de birbirimizi yakın takibe almışızdır.
Kitaplarımın çoğunu okuduğunu hatta çevresindeki çocuk okurlara önerdiğini de bildiğim arkadaşımın sorusu şuydu; “Çocuklar için yazmak dünyaya daha farklı bakmanı sağladı mı, daha da önemlisi çocuklar için yazdığın süre içinde sen de farklılaştın mı?”
Çocuk kitapları yazma serüvenimin nasıl başladığını, ilgili hemen herkes biliyor. Sağda solda çokça anlattım bunu. Fakat bu serüvenin, şimdi vardığım yerde ‘bana’ ne yaptığını hiç düşünmemiştim. Hayır, bir şeylerin değişip farklılaştığını hissetmiyor değildim ama sanırım bunun adını koyamıyordum.
Çocuklar için yazmaya başlamadan önceki ben ile yazıp yayınladıktan sonraki ben arasında elbette bir farklılık vardı. En sıradan olanı şuydu; yazdığı kitaplar kitapçı vitrinlerinde yer almaya başlayan ben, artık bir çocuk kitapları yazarıydım. Yayımlanan kitap sayısı arttıkça okur sayısı da artan biriydim ve çeşitli vesilelerle okurlarıyla bir araya gelen ben, eski ben değildim.
Çocuk kitapları yazmak yaşamımdaki en önemli milatlardan biriydi. Belki en önemlisi. Ardı ardına gelen imza günlerine gidiyordum, kitap fuarlarında okurlarla buluşuyordum, okul etkinliklerinde kitaplarımı okuyan ve bana soru sormak için sabırsızca gözlerrimin içine bakan çocuklarla karşılaşıyordum.
Bunların tümünün teknik meseleler olduğunu şimdi daha iyi anlıyorum. Arkadaşımın sorusu da bu bağlamla ilgili değil zaten, biliyorum.
Şimdi gelelim günlerce aklımı kurcalayan soruya verdiğim yanıtlara. Evet ben çocuklar için yazmaya başladığım anda değişmeye, farklılaşmaya başladım galiba.
İlk yazdığım çocuk kitabı olan “Kırmızı Kuş”ta, büyüklerin asla yapmayacağı bir şey yaptım. Küçük bir kız çocuğu ile bir kuşu konuşturdum hatta birbirlerinin dertlerini anlamaları için kalemimi kullandım.
“Balaban ile Şakrak”ta ormanın derinliklerine gitmek için kendine yol arayan bir marangoza ağaçların yol göstermesini sağladım. “Piraye’nin Bir Günü”nde Kapuska isimli eşeğin semerine batan dikeni Piraye’ye ben buldurup eşeğe acı veren dikeni ben çıkarttırdım. Uçma tutkusuyla yanıp tutuşan Onat isimli kahramanımın bu tutkusunu ben giderdim. Doğumundan başlayarak bir günlük tutmayı kafasına koyan Ufaklık bir sperm olarak hayatına başladığını benimle öğrendi. Yaşadıkları karavanda çıkan bir yangın kuklası Rabarba’yı yakıp kül ettiğinde acılar içinde kalan kukla oynatıcısı Barba’yı teskin etmek bana düştü…
Ben çocuklar için yazdıkça aslında çocuksulaştım. Kendime, yaşadığım evrene, insanlara daha içten bakmaya başladım. “O damar sende varmış, ortaya sonradan çıkmıştır demeyin, biliyorum yoktu.
‘Tıkız’ herifin tekiydim. Tıkızı koyu, katı, sert anlamında kullanıyorum. Hakikatten öyleydim.
Çocuklar için yazmak beni bu tıkızlıktan kurtardı, büyüklerin evrenine ait süslerden, gösterişten arındırdı, sadeleştirdi.
Bu sorunun yanıtını düşünürken arkadaşıma vereceğim yanıt da sadeleşti aslında. Artık çocukların evrenine ait ve oradan konuşabilme yetisini kazanmış biri olarak ortalıkta geziyorum. Daha ne isterim?
“Bir heykeltıraş, kocaman bir atölyenin içinde etrafı çocuklarla çevrili olarak çalışırmış. Mahallenin bütün çocukları onun arkadaşıymış. Günün birinde belediye ona, şehrin meydanlarından birine dikmek için büyük bir at heykeli sipariş etmiş, Bir kamyon, devasa bir granit bloku atölyesine getirmiş.
Heykeltıraş bir merdivene çıkıp elinde çekiç ve keskiyle taşı yontmaya başlamış. Çocuklar onun çalışmasını izliyorlarmış. Derken tatillerini geçirmek üzere dağlara ya da deniz kıyısına gitmişler.
Geri döndüklerinde heykeltıraş onlara atın bitmiş halini göstermiş.
Çocuklardan biri, faltaşı gibi gözleriyle ona sormuş ‘Peki ama… O taşın içinde bir at olduğunu nereden biliyordun?” *
Bu soruyu soran çocuk aslında benim.
Arslan Sayman
*(Eduardo Galeano; Aşkın ve Savaşın Gündüz ve Geceleri)
Subscribe
0 Comments
oldest