Okşan Svastics yazdı: Yahudiler’in İstanbul’u
“Bakkallık yapan halası babası evi terk etmiş olan 12 yaşındaki eczacı çırağı dayıma öğlenleri parayla ekmek arası kavurma satarken, Aşkenaz komşuları üst kata tencere tencere yemek taşıyormuş, bunu öğrenince dostluğun akrabalıktan daha mühim bir şey olduğunu da öğrenmiş oldum. Sonra, Osmanbey’de otururken komşum Sara Kazes’ten vişne likörü yapmasını, yaşlanınca güzel kolyeler takıp evde bile rujsuz oturmamak gerektiğini öğrendim. İstanbul’a birbuçuk metre kar yağdığı bir kış günü ona götürdüğüm zerzevatı almayı reddedip de kalbimi kırınca da, alabilmenin vermek kadar mühim bir erdem olduğunu öğrendim. “
Bu sözler Okşan Svastics’e ait. Ama sadece Okşan değil, İstanbul da Yahudiler’den çok şey öğrenmiş. “Sigmund Weinberg olmasaymış, İstanbullular ilk filmi 1896’da değil, çok daha sonra izlerlermiş mesela… Henri Cartier Bresson’un çektiği fotoğraflar arasında Kamondo Merdivenleri olmazmış. Gerçi Kamondo Ailesi İstanbul’da olmasaymış, daha pek çok şey de olmazmış ama uzatmayayım. İstanbulseverler olarak Bağdat Caddesi’nin bitişik nizam olmayışını Türkiye’nin ilk şehir planlamacısı Aron Angel’e borçluymuşuz. Yeşil alan olarak düzenlenmiş bölgeye Hilton Oteli’nin yapılmasına karşı çıkışı sonuç verseymiş, hem o Belediye’deki işinden istifa etmek zorunda kalmazmış, hem de bugün daha çok yeşil alanımız olurmuş. İstanbul, değil İstanbul olmak, daha MS 330’da Konstantinopolis adını bile almadan önce Yahudiler’in vatanı olduğundan, kim bilir daha neler neler vardır bilmediğimiz.”
Fotoğraf tarihçisi arkadaşım Alberto Modiano Okşan Svastics’le bir röportaj yaptı. Çünkü iki yıldır “aşk nedeniyle” Viyana’da yaşayan Okşan’ın ‘Yahudiler’in İstanbulu’ adlı kitabı çıktı. Kitap unutulmaya yüz tutmuş bir İstanbul’dan bahsediyor. Daha doğrusu, Osmanlı’ya ilk sinemayı, matbaayı getirenlerden, Türkiye’nin en eski otomotiv ve reklam firmalarını kuranlardan ve ülkenin ilk şehir planlamacılarından. Yani “fiziksel değil ama sosyal bir gettoda” yaşayan, bayramları, düğünleri “görünmez” olan Yahudi cemaatinden. Bir de onların kurduğu okullar, sinagoglar, köşkler ve evlerden. Kısacası İstanbul’u tutkuyla seven herkesin kütüphanesinde bulunması şart kitaplardan biri. Üstelik önsözü yazan Vivet Kanetti.
Alberto Modiano, Boyut’tan çıkan ‘Yahudiler’in İstanbulu’ adlı kitabı dolayısıyla Okşan Svastics’le bir röportaj yaptı. Hatırlamanız yahut yeniden merak etmeye başlamanız için.
Röportajdan önce şahsi notum: Güzel gülen, güzel konuşan, güzel yazan Okşan aynı zamanda dünyanın en şahane vişne liörlerini de yapar. Eh, sebebini şimdi ortaya çıktı. Meğer Sara Kazes ‘ten öğrenmiş!
Okşan Svastics yazdı: Yahudiler’in İstanbul’u
Egoist Okur takipçileri seni tanıyordur büyük ihtimalle ama tanımayanlar için kendinden söz eder misin?
Doğrusu ya, tanımıyorlardır muhtemelen… Hem yirmi yıl boyunca yazdığım yazılar başka bir soyadıyla yayımlandığı için hem de bugüne kadar adım düzeltmen ya da editör olarak kitapların ikinci sayfasında olduğu için… Ta başından anlatmaya başlarsam; Ankara’da siyaset bilimi eğitimi gördüm ve 1987’de Nokta dergisinden başlayarak toplum, sanat, tarih, ekonomi konularında; muhabir, editör, yazı işleri müdürü, yayın yönetmeni olarak dergicilik yaptım. Şehirler, binalar, insanlar; ekmek, sabun, resim, müzeler, lavanta, dekorasyon; pek çok farklı konuda yazılar yazdım. 2004’ten beri aşk nedeniyle Viyana’da yaşıyorum.
Uzun süre İstanbul’da, azınlıklar arasında yaşamış biri olarak neler hissettin? Ortak yaşam kültürü sana, hayatına neler kattı?
Bakkallık yapan halası, babası evi terk etmiş olan 12 yaşındaki eczacı çırağı dayıma öğlenleri parayla ekmek arası kavurma satarken, Aşkenaz komşularının üst kata tencere tencere yemek taşıması nedeniyle, dostluğun akrabalıktan daha mühim bir şey olduğunu öğrendim. Osmanbey’de otururken komşum Sara Kazes’ten vişne likörü yapmasını, yaşlanınca güzel kolyeler takıp evde bile rujsuz oturmamak gerektiğini öğrendim. İstanbul’a birbuçuk metre kar yağdığı bir kış günü ona götürdüğüm zerzevatı almayı reddedip de kalbimi kırınca da, alabilmenin vermek kadar mühim bir erdem olduğunu öğrendim. Doğrusu ya, insanlardan aslında ne cinsiyet ne kültür ayrımı yapmadan öğrendiğim için, tam olarak kimden neyi öğrendiğimi pek de bilemiyorum.
Bildiğin gibi birçok Yahudi, Cumhuriyet sonrası birtakım siyasal ve ekonomik sebeplerden dolayı ülkeyi terketti. Bu sende onlar adına ve kendi adına ne gibi duygular yarattı? Sen de doğup büyüdüğün ülkeden ayrı yaşıyorsun ama seninki bir zorunluluk değil tercihti.
Çok iç burkucu olmalı insanın doğduğu ülkeyi terk etmek zorunda kalması… Dilden; sevdiğin, bağlandığın sokaklardan, ağaçlardan ya da yemeklerden vazgeçtim; insanın dostlarından ayrılması en zoru. Benim gidişim, benim kararımdı dediğin gibi, bambaşka bir durum. Türkçe konuşmak konusunda yapılan baskıları, Vakıf mallarına el konduğunu vs. biliyordum ama Türkiye’de Cumhuriyet’le başlayarak uzun süre devletin kendi yurttaşlarına, eğer Müslüman değillerse “yabancı” muamelesi yaptığını, insanların mesleklerini icra edemediklerini, bu kitap için araştırma yaparken öğrendim. İnsanların nasıl çaresiz kaldıklarını hayal etmek zor değil.
Kitabı yazım serüvenini anlatır mısın? Neden Yahudiler’in İstanbulu?
Viyana’da, küçük bir yayınevi, -Mandelbaum Verlag- gezi kitapları serisi yayımlıyor: Yahudiler’in Prag’ı, Amsterdam’ı, Paris’i, Münih’i vs. “Yahudiler’in İstanbulu”unu serinin bir parçası yapmak üzere yazar aramışlar, iki yıl sonra beni buldular. O sıra Wiener Zeitung (günlük bir gazete)’da tam sayfa Viyana izlenimlerim yayımlanmıştı. “Proje tam gazeteci işi” diye düşündüm; kaynaklar taranacak, bilgi ayıklanacak ve bir puzzle gibi bir araya getirilecek. Ama “adres bulmanın” bu kadar zor olacağını düşünememiştim. Nitekim o kadar çok mektubum, görüşme talebim sessizlikle karşılandı ki, ilk İstanbul seyahatimden sonra bir müddet sadece konuyla ilgili okumakla yetindim. Sadece tarih kitaplarından değil, gündelik hayatı anlatan kitaplardan, seyyahların izlenimlerinden de yararlandım. İstanbul’daki kısıtlı zamanımda ise hem semtleri gezdim, görüşmeler yaptım hem de kütüphanelerde çalıştım. Sonra adım adım ilerledi ilişkiler ve konu; her seferinde bir kilit daha çözüldü diye sevinçle çalışmaya devam ettim. Sonunda o kadar çok bilgiye ulaştım ki, bunca ilginç konuyu minicik bir kitaba nasıl sığdıracağım diye düşündüm. Çalışmanın kuru bir başlangıçtan bir çığa dönüşmesi çok heyecan vericiydi. Kitap ilk olarak Monika Demirel’in çevirisiyle Almanca olarak yayımlandı, daha sonra Boyut Yayınları kitabın orijinalini yayımladı.
Sen bir İstanbul hayranısın ve Yahudiler’in, İstanbul mozaiği için önemi nedir?
Sigmund Weinberg olmasaymış, İstanbullular ilk filmi 1896’da değil, daha sonra izlerlermiş mesela… Henri Cartier Bresson’un çektiği fotoğraflar arasında Kamondo Merdivenleri olmazmış –Kamondo Ailesi İstanbul’da olmasaymış, daha pek çok şey de olmazmış ama uzatmayayım. İstanbulseverler olarak Bağdat Caddesi’nin bitişik nizam olmayışını Türkiye’nin ilk şehir planlamacısı Aron Angel’e borçluymuşuz. Yeşil alan olarak düzenlenmiş bölgeye Hilton Oteli’nin yapılmasına karşı çıkışı sonuç verseymiş, hem o Belediye’deki işinden istifa etmek zorunda kalmazmış, hem de bugün daha çok yeşil alanımız olurmuş. İstanbul, değil İstanbul olmak, daha Konstantinopolis (MS 330) adını bile almadan önce Yahudiler’in vatanı olduğundan, kim bilir daha neler neler vardır bilmediğimiz.
Kitapta sözünü ettiğin mekânlardan ayakta kalanlar ve işlevini sürdürenler var mı? Senin bunlardan bazılarıyla ilgili anıların vardır mutlaka, anlatır mısın?
Balat’da, ayakta kalmayanlardan, duvarların gerisindeki harabelerden birinin, çocukluğumda “Burada ne var?” diye sorup “Kilise” cevabı aldığım sinagog olduğunu keşfettim bu kitabı yazarken! Gene çocukluğumda gittiğimiz biricik Yahudi düğünü de bugün acı nedenlerle adı en çok bilinen Neve Şalom’daydı. Ayakta kalan binalar ya sinagoglar ya da işlevi değişmiş –yaşlılar evi ya da müze olmuş- eski sinagoglar. Apartmanların, pasajların, köşklerin pek azı yerli yerinde; İstanbul’da ne yerli yerinde kalıyor ki?
Yahudilerin sosyal, dini ve ticari yaşamları her zaman bir tartışma ve mizah konusudur. Sen bunu nasıl yorumluyorsun? Burada topluca kendimizi hangi konuda temize çıkarmaya çalışıyoruz?
Tamam insanoğlu olarak genelleme yapmaya yatkınız ama artık bu tür tartışma ve yorumlar geçmişte kaldı diye düşünüyorum. Yüzyıllar boyu dünyanın her yerinde inancı nedeniyle kendilerinin ve çocuklarının hayatlarını mücevher ve para karşılığı satın almak zorunda kalıp da bundan etkilenmeyen insan olabilir mi? Ama artık birazcık uygarlaştığımız 21. yüzyıldayız, birey çağı!
Ötekileştirmenin aşamaları nasıl gerçekleşir? Bu konuda ne düşünüyorsun?
Bilemiyorum doğrusu… Avrupa’da hayatında daha önce hiç Türkiye’den gelen biriyle konuşmamış insanlar “Sen hiç Türk’e benzemiyorsun” cümlesini “övgü” niyetine sarf ediyorlar bazen. Dolayısıyla…. Tanımamakla başlıyor herhalde… Bu tanınmayanlara “negatif” özellikler yükleniyor. Eh, bunun sonucu da “öteki”nden korkmaktır. Korkulu, güvensiz insan da “ötekiler” için tehlikeli olabilir; özellikle de ötekileştirenler empatiden yoksun insanlarsa…
Azınlıkların bir ulusun kültüründe önemi nedir?
Aslında azınlıkların varlığı; herkesin aynı yemekleri yemediğini, aynı kelimelerle dua etmediğini, düğünlerde gönderilen hediyelerin başka olduğunu, başka bayramlar kutladıklarını görerek büyümek demektir. Bu, insanların başka türlü hayat sürdürmesinin, yani “farkın” kabulü sonucunu doğursa ne güzel olur değil mi?
Kitap için araştırma yaptığın ya da yazdığın sıralarda yaşadığın ilginç olaylar oldu mu? Demek istediğim işler planladığın gibi gitti yoksa beklenmedik şanslı ya da şanssız tesadüfler kitapla ilgili bazı şeyleri değiştirdi mi?
Doğrusu ya, başlangıçta karşımda büyük bir sessizlik vardı. Epey sürdü bu. Ama sonra… başta sen olmak üzere bu kitap sayesinde yeni dostlarım oldu bir kere… Annenle babanın düğün fotoğrafı kitabın “Fotoğraf” dosyasına giren ilk fotoğraftı! Bana ilk yol gösterenler Şalom’un tam ona yazdığım hafta emekli olan Yayın Yönetmeni Yakup Barokas ve Rıfat Bali oldu. İshak Alaton sayesinde Harry Ojalvo’yla tanıştım. Ona çok şey borçluyum; kırık kaburga kemikleriyle adadan çıkıp Mecidiyeköy’e geldi, öyle buluştuk. Tabii binbir ayrıntı vardı araştırılması gereken ama yardım da gördüm; mesela Denizler Kitabevi’nden Işıl Ateş gönüllü olarak bir takvim yaprağının üzerindeki dillerin her birini uzmanlara sorarak tespit etti. O sıra Viyana bitpazarında topladığım eski İstanbul kartpostallarını göstermeye kitabevine gitmeseydim, onunla da tanışamayacaktım. Müzik konusundaki yazımı kontrol edip zenginleştiren Karen Gerson’dan yardım almam tamamen tesadüf: Şalom’un arşivini kullanma şansına sahip olmuştum ve Gözlem Yayınları’na da indim, sohbet ediyorduk, müzisyen olduğunu öğrendim. Hatta yıllar önce Darphane’de bir konserde onu dinlemişim bile… Bir başka şansımı da Nilgün Uysal’a borçluyum, o sıralar şimdi hatırlamadığım bir nedenle Aron Angel’le tanışmamış olsa, büyük ihtimalle benim Aron Angel’den haberim olmayacaktı –halbuki Şehircilik dersleri de almıştım vaktiyle!
Uzun süredir Viyana’da yaşıyorsun. Azınlık kültürü açısından Viyana ile İstanbul’u karşılaştırır mısın?
İstanbul’da her zaman azınlıkların “görünmez” olduğunu düşündüm; bu sadece nüfusun artık çok az olmasıyla ilgili değil, düşmanlıktan kaçınmak için de… Çünkü Türkiye’de bir parlamenter, bu ülkede yaşayan ve içlerinden ülkenin padişahına saray inşa eden mimar çıkaran bir etnik grubun –Ermenilerin- adını küfür niyetine kullanabiliyor. Buradaysa durum bambaşka. Yanlış hatırlamıyorsam, 18. yüzyıl sonlarında Viyana’da anadil olarak Almanca konuşanların oranı yüzde yirminin biraz üzerindeymiş; kozmopolit bir şehirmiş Viyana ve bu bir sorun değilmiş. Ama doğrusu, ben azınlık kültürleri açısından karşılaştıracak kadar iyi tanımıyorum Viyana’yı…
Bundan sonraki projelerinden söz eder misin?
Viyana’ya ilk geldiğimde İş Bankası Kültür Yayınları’ndan Viyana kitabı yazma önerisi almış ve kitabı tamamlamıştım. Ama fikrin sahibi olan editör kendi yayınevini kurup iki kitaptan sonra vazgeçince –benimki üçüncü sıradaydı!- kitabı rafa kaldırdım. Şimdi yeniden ele alıyorum. Bir de röportaj kitabı projem var ama o konuda o kadar çok gevezelik ettim ki, bilemiyorum yazmama yetecek kadar enerjiyi yeniden bulabilecek miyim?
Alberto Modiano
Subscribe
0 Comments
oldest