Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor…
Arzu Akgün’ü tanıyosunuz, epeyce derin ama aynı zamanda oyun seven bir ruhu var. Bir yazı göndermeden önce şöyle diyor mesela: “Dört kelime söyleyeceğim, seç birini.” Düşünüyorum, göz mü, ruh mu, mekan mı, aşinalık hissi mi? Veriyorum cevabı, yazı ona göre geliyor.
Ama bu kez öyle olmadı. Arzu fal seviyor. Benim de fal sevdiğimi, dahası “seviyor, sevmiyor” arafında dolanmaya bayıldığımı biliyor. Nasıl biliyor, işte onu bilmiyorum.
Her neyse, bu yazı biraz Arzu’nun şahsi hikayesiyle, daha çok da bir okuma biçimi olarak falın tarihiyle alakalı. İlginizi çekeceğine eminim. Bir kahve yapın kendinize ve okuyun :)
Okuma tavsiyeleri
Fal Kitabı, Şeref Poyraz
Seyahatname, Evliya Çelebi
Falın tarihi: Seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor…
Beni aldılar Çullu Hoca’ya götürdüler. Diz çökmüş oturuyorum, hoca başımın üstüne bir örtü örtmüş anlamadığım bir şeyler mırıldanıyor.
Babamla ortağının işleri garip bir şekilde kötü gidiyordu ve tam da o sırada şirket arabasında bir muska bulmuşlardı. Gittikleri hoca “Ben bu büyüyü çözemem, ancak ergenliğe girmemiş bir kız çocuğu görebilir” demiş. O kız çocuğu da bendim işte. Önümdeki suda bir şeyler beliriyor yavaş yavaş. Önce noktalar ardından şekiller sonra da babamların dükkânı.
“Birini görüyor musun?” diye soruyor hoca. “Görüyorum” diyorum. “Nasıl biri?” diye soruyor bu sefer. Tarif ediyorum. Ben tanımıyorum gördüğüm kişiyi ama babamla Caner amca kimden bahsettiğimi anlıyorlar. Hocadan çıktıktan sonra yapılacak ilk iş dediğim yerdeki çizgileri sirkeyle silmek, denilene göre ancak öyle çözülecek büyü. Ben henüz sekiz yaşındayım.
Bu olay bir süre aile arasında konuşulup gülünen bir anı olarak kaldı. Ben de çok üstünde durmadım. Ta ki üstünden yirmi sene geçtikten sonra okuduğum bir kitaba kadar. İlkel Toplumlarda Mistik Deneyim ve Simgeler kitabında yazarımız bizim ilkel diye tanımladığımız kabilelerden birinin yanında. Oradaki adamlardan birisi ile balığa çıkıyorlar, ilkel adam sandallarına doğru sıçrayan kocaman bir balığı tam vurmak üzereyken vazgeçer ve balığın kurtulmasına izin verir. Yazarın “neden vurmadığını” sorması üzerine de “balığın gözlerine bakınca onun ölmüş olan bir arkadaşının ruhunu taşıdığını fark ettiğini” söyler.
Yazarın fark ettiği çok önemli şey şudur; balığın herhangi bir balık olması ile ölen arkadaşının ruhunu taşıyan balık olması eşit iki gerçekliktir. “İlkel” diye nitelediği adam bir durumu diğerine göre olağanüstü ve şaşırtıcı diye tanımlamamaktadır. O kitaptan sonra ara ara karşıma çıkan “Bunlara gerçekten inanıyor musun?” sorusuna neden o kadar boş baktığımı anladım. Çocukken götürüldüğüm Çullu Hoca sayesinde ben de bazı şeyleri sadece bazı insanların görebildiğini, çözebildiğini düşünen biri olmuştum. Bir fincana bakıp da söylenilen cümleler ile görmediğim bir kente benden önce gitmiş birinin tavsiyeleri nerede ise eşitti. Fal ile ilişkim uzun süre kahve fincanı ile sınırlı kalsa da bir yandan da zihnimin bir köşesinde ortaokulda okuduğum Mavi Tüy kitabı vardı. Orada kahramanımıza yol gösteren adam ona bir kitap uzatıp diyor ki; “Kafan karışık olduğu zaman bu kitabın rastgele bir sayfasını aç, orada içindeki soruya cevap bulacaksın” Ardından da ekliyor. “Bu özel bir kitap ama aslında bunu eski bir gazete ile bile yapabilirsin.” Ben de o günden sonra ne zaman kafam karışık olsa raftan bir şiir kitabı alıp -özellikle de Turgut Uyar- rastgele bir sayfa açarak umut aramaya başladım.
Ben başucumda Turgut Uyar kitapları ile uyuya durayım en meşhur kitap falları Mushafı Şerif, Mesnevi ve Hafız Şirazi’nin divanı olmuştur. Tarihimizde Mushafı Şerif’ten bakılan falların en meşhuru, hocası ve asrının büyük şairi Molla Hüsrev Mehmed tarafından Fatih Sultan Mehmet’in bahtı, istikbali için bakılmıştır. Sultan Mehmet Varna muharebesinden sonra tahtı tekrar Sultan Murat’a bırakıp Manisa’ya giderken son derece üzgündü. Yanında bulunan hocası Molla Hüsrev çocuğu teselli etmek için ona Mushafı Şerif’ten fal açtı ve pek yakında yine padişah olacağını tebşir etti. Şu kıta o fala işaretle söylenmiştir:
Cihan bağında şadan ol hemişe
Melul olma bu birkaç günlük işe
Ki azdır müddeti bu infisalin
Eyu geldi senin Mushaf’ta falin
Yine Reşad Ekrem’den öğrendiğimize göre Abdülhamit devrinde İstanbul’un namlı Çingene falcılarından Afitab Hatun Abdüllaziz’in son günlerinde, ki o zaman Afitab genç ve dilber bir kadınmış, Şehzade Abdülhamit’in Kağıthane çayırında bir tenezzühü sırasında falına bakmış: “Üç ay sonra tahta çıkacaksınız” demiş. Dediği gibi de olmuş, üç ay sonra Abdüllaziz arkasından Sultan Murat tahttan indirilip Abdülhamit padişah olmuştur.
Derviş Ahmet adında kerametine inanılan bir meczubun ise Fatih Cami’nin önünde oturmuş III. Murat’ın gelişini seyrederken etrafındakilere padişahın iki ay sonra öleceğini söylediği ve bunun gerçekleştiği anlatılır.
Dünyanın en büyük kahve falcısı ise Koçu’ya göre Darüşşafaka’nın da resim hocalarından olan Ressam Agah Efendi’dir. Büyük bir aşkın ızdırabı ile baktığı kahve fallarında görünen şekilleri bir deftere resmetmiş, o şekillerden çıkardığı hükümleri de şeklin-resmin yanına yazmıştır; bu suretle yeryüzünde bir eşi bulunmayan bir eser vücuda getirmiştir. Yazarımıza göre yeri Milli Kütüphanemiz olması gereken bu eser sanatkarın torunlarının elindedir.
Kahve, ateş, ok, iskambil, el, kum, kürek, ateş, çay, tuz, ağaç, Tarot… diye sayabileceğimiz yaklaşık yüz elli fal türü var. Türk kültüründe herhangi bir vasıta ile fal bakmaktan başka birtakım doğa olaylarından hareketle gelecekten haber vermek ve belirli olaylar için uygun zamanı tayin etmeye çalışmak da bulunuyor. Bu sistematiğin yazılı olduğu eserlerin genel adı ise Melheme.
Şeref Boyraz’ın Fal Kitabı’nda da belirttiği gibi örneğin “Anadolu halkının hafızasında kuyruklu yıldızın görünmesi, ölümün çok olacağına, büyük bir insanın doğacağına ve ya öleceğine, ülkede büyük değişiklikler olacağına ve savaş çıkacağına işaret etmektedir. Gagauzlarda da kuyruklu yıldızın felaket habercisi olduğuna inanılmaktadır.”
Hicri 1000 yıllarında yazılmış olan Tevarih-i Cedid-i Mir’at-ı Cihan adlı tarih kitabındaki şu ifadeler, kuyruklu yıldızın Türkler arasında nasıl yorumlandığını çarpıcı bir şekilde göstermektedir:
Sultan III Murat devrinde gökte bir saçlu yıldız toğdı. Aleme pertav verdi. Müneccimler ol yıldızun hükmine nazar edüp Acem diyarı Sultan Murad elinde feth olur dediler. Padişaha bildürdiler. Padişah Lala Mustafa Paşa’yı Acem diyarına serdar edüp hazine cephane verüp…”
Sultan da olsa harekete geçmek için bir işaret bekleniyor yukarıdan demek ki.
Fal baktırmak aslında biraz çaresizlikle ilgili bir duygu, o dayanamadığın belirsizliğe karşı bir yerden destek alabilmek için, bir şeylerin olacağını, değişeceğini duyabilmek, verdiği emeğin boşa gitmediğine ikna olmak ve hatta belki sadece onaylanabilmek için fal baktırıyor insan.
Diğer yandan ise elbette herkesin içinde olağanüstü, ilginç bir şeylerle karşılaşma hevesi var. Bunun en güzel anlatımını Peyami Safa’nın Matmazel Noraliya’nın Koltuğu romanında buluyoruz; “… babası bu keşiflerde hep isabetlerin hatırda kaldığını ve isabetsizliklerin unutulduğunu çünkü insanda fevkaladelik özleyişinin daima aleladenin aleyhinde bir tasfiye oyunu yaptığını söyleyip karısını köpürtürdü.”
Demem o ki insanoğlu başına gelenler üzerine kafasını yormaya başladığından beri “fal” her zaman ve her yerde gündeminde olmuş. Ben ilkönce elbette kendimden yola çıkarak bunun her zaman için geleceği bilme merakından olduğunu düşünmüştüm ama başlangıcı biraz daha değişikmiş.
Nehirler kuruyor, çiçekler soluyor, hayvanlar sebepsizce ölüyor, Tanrı bir şeye kızmış olmalı, önce Tanrı’nın neden kızdığını bulmak ve ona göre hareket etmek lazım. İlk fal soruları bunun için soruluyor. “Peki bana geri dönecek mi? Döndüğünde ben onu hala istiyor olacak mıyım?” diye değil.
Diğer yandan fal bakmak Tanrı ile iletişim kurma hevesi ile başlasa da tek tanrılı dinlerin yasakladığı bir hayat pratiği. Bu, geleceği yalnızca Tanrı’nın bilebileceğinden başka Tanrı’dan başka kimseden medet ummamak gerekliliği ile de alakalı.
Zaten bana sorarsanız nasıl rüyamızı sadece bizi seven ve hayırlı yoracak kişiye anlatmamız öğütleniyorsa falı da sadece bizi sevene baktırmak lazım.
Fal bakmak ve baktırmak; biraz yalan biraz günah hatta biraz tehlikeli, kendi kurduğun bir dünya ile olup bitenleri eşleştirmeye çalışmaktan. Yine de keyifli.
O günlerce Seyahatname’yi okuduğum günlerde Evliya Çelebi’nin kendisi ile ilgili yaptığı tanımlamalardan en çok “kusurlu duacı”yı sevmiştim. Kusurlu bir duacıyım ben de.
Arzu Akgün
Subscribe
0 Comments
oldest