Öldükten sonra da yazmaya devam eden V. C. Andrews
Tekinsiz evler, zehirli ot bahçeleri, tuzaklarla dolu odalar, kilitli kapılar, bastırılmış arzular, sırlar, yalanlar, korkunç aileler, kızlarına şehvetle bakan babalar, çocuklarını aç bırakan anneler, torunlarını zehirleyen anneanneler, tavan arasına hapsedilen çocuklar, şiddet, tecavüz, ensest, acı… Büyük Amerikan ailesinin çürümesi ve çöküşü…
Bildiğim en tuhaf yazarlardan biri olan hatta gerçekliğinden de emin olamadığım V. C. Andrews’in ilk romanı Flowers in the Attic’in yayınlanmasının üzerinden neredeyse 45 yıl geçti. Roman şimdi Lifetime Channel’da yayınlanan dizisiyle, daha doğrusu olayları ta en baştan ele alan Flowers in the Attic: The Origin ile gündemde.
Dizi ve bu evlerden ırak kitap serisi üzerine ayrıca yazacağım ama şimdilik yıllar önce -sanırım 2003’te- bizzat yazarın pek değişik hikayesini anlattığım yazıyı yeniden yayınlıyorum.
V. C. Andrews kitapları
Santana’nın vokalistiydi, aşk romanları kraliçesi oldu
“Hayallerim olmadan yaşayamam. Yazarak bütün sorunlarımı ortadan kaldırabiliyor ve her şeyi istediğim hale getirebiliyorum. Yazarlık budur; tanrıyı oynamak,” diyen V. C. Andrews (solda) Lifetime Channel’ın yayınladığı Flowers in the Attic filminin posteri (sağda)
Öldükten sonra da yazmaya devam eden V. C. Andrews
V. C. Andrews’un garip hikayesi tam olarak şöyle: Geçirdiği bir kazanın sonunda tekerlekli sandalyeye mahkum olan Virginia Cleo Andrews, günün birinde Flowers in the Attic adlı bir roman yazıyor ve bir yayıncıya gönderiyor. Yayıncı, Türkçeye Çatı adıyla çevrilen romanı basmayı hemen kabul ediyor. Tek koşulu yazarın adının baş harflerini kullanması, böylece yazarın bir kadın olduğu anlaşılmayacak. (O zamanlar öyleymiş.) Kitap daha ilk haftadan hatta bir gecede New York Times çok satanlar listesine, hem de ilk sıradan giriyor.
Devam romanı Petals on the Wind de listenin ilk sırasında tam 19 hafta kalarak göz kamaştıran bir satış rekoru kırıyor. Bir de My Sweet Audrina var ki o apayrı bir hikaye…
Böylece V. C. Andrews, kitapları hakkında çıkan son derece olumsuz eleştirilere rağmen yayın dünyasının önemsenen yazarlarından biri haline geliyor hatta birkaç ödül bile kazanıyor.
V. C. Andrews: A Critical Companion adlı kitabın yazarı E. D. Huntley’e göre V. C. Andrews’un romanları 19. yüzyılın gotik romanlarının bir devamı aslında. Yazara göre insan o romanlarla V. C. Andrews’unkiler için rahatlıkla ortak bir özet metni yazabilir: Zenginliğin göz kamaştırdığı, gücün ürkütücü bir biçimde kendini var ettiği büyük bir malikanede yaşayan masum bir genç kadın tuzağa düşürülür ve malikanenin loş labirentleriyle gizli odalarında amansız bir kaçıp kovalamaca başlar… (Katılmıyorum ama ayrı bir yazıda söz ederim bundan.)
Romanları beklenenin çok ötesinde -ya da tam hesap edildiği gibi- başarı kazanan V. C. Andrews, ilk romanı Flowers in the Attic’in ardından yazdığı topu topu altı kitapla inanılmaz satış rekorlarına imza atıyor ama başarı uzun sürmüyor, yazar 1986’da kansere yenik düşerek ölüyor.
Lifetime Channel’ın yeni mini dizisi Flowers in the Attic (solda) ve V. C. Andrews (sağda)
Bir yazarın mirasçıları vasıtasıyla diriltilişi
Esas mesele de burada başlıyor çünkü ertesi yıl ve daha sonraki yıllar boyunca da V. C. Andrews’ın yeni kitapları basılmaya devam ediyor ve istisnasız her biri çok satanlar listelerine giriyor.
Gerçek yıllar sonra anlaşılıyor: Meğer Virginia Cleo Andrews’un mirasçıları ve yayıncısı, altın yumurtlayan tavuktan olmamak için bir hayalet yazar kiralamaya karar vermiş ve Andrew Neiderman’ı seçmişler. Neiderman da V. C. Andrews’un üslubunu taklit ederek her yıl bir roman yazmayı kabul edince makine çalışmaya başlamış ve bu günlere kadar gelinmiş. (Neiderman kendi çapında epey ünlü bir yazar aslında. Mesela Al Pacino ve Keanu Reeves’li Devil’s Advocate, onun bir romanından uyarlanmış.)
Bana tuhaf gelen şey, bu olayın ortaya çıkmasının bile V. C. Andrews hayranlarını zerrece etkilememiş olması. Kitaplar hâlâ çok satıyor. Zaten Neiderman da Washington Post’a verdiği röportajda şöyle demiş: “Yazmaya başlamadan önce Andrews’un kitaplarını ve tuttuğu notları tekrar tekrar okuyor, yaptığı çizimleri inceliyorum. Kulağa garip gelebilir ama bazen ruhumun ele geçirilmiş olduğunu hissediyorum.”
Eh, kabul edelim, böyle garabet şeyler, V. C. Andrews okuyucularına hiç yabancı değil.
Gerçi V. C. Andrews’la ilgili söylentiler bu kadarla da kalmıyor. Örneğin ölümünden sonra hakkında araştırma yapan bazı gazeteciler, Virginia Cleo Andrews adına hiçbir kimlik ya da ölüm kaydına rastlamadıklarını söylüyorlar. Yani böyle biri hiç yaşamamış bile olabilir. V. C. Andrews’un sakatlığı da bir masal onlara göre. Bu sakatlık hikâyesi hem esrarlı, merak uyandıran bir hava yaratılmasını sağlamış hem de bu sayede yazar, röportaj tekliflerini rahatlıkla geri çevirebilmiş.
“V. C. Andrews’un hayaleti” Andrew Neiderman’sa şunları söylüyor: “V. C. Andrews sakattı, tekerli sandalyeye mahkumdu ve hayatı boyunca hep annesiyle beraber yaşadı. İnsan içine çıkmadı, okumaktan ve yazmaktan başka hiçbir şey istemedi. Tıpkı Emily Dickinson gibiydi.”
Emily Dickinson’ı bu işe karıştırmasa iyi olurdu tabii.
Sıklıkla vurgulanan bir nokta da V. C. Andrews’un ucuz roman ile yüksek edebiyat arasındaki farkı biliyor olduğu. Zaten hayatının son yıllarında yayıncısına artık başka tür kitaplar yazma arzusunu açmış ama bu arzusu destek görmemiş. Verdiği iki röportajdan birinde Douglas Winter’a “Sanırım hayatım boyunca bu alana sıkışıp kalacağım çünkü para burada. Bir altın madeni olduğum keşfedildi ve kimse bundan mahrum kalmak istemiyor. Benim içimdeyse başka şeyler yapmak arzusu kabarıyor,” demiş.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest