Tanrı çocuklardan konuşur
“Tanrı rüyalarda seslenir, vicdandan konuşur biliyorum. Ne zaman gün ortasında çarmıha çekilsem anımsatıyorum bunu kendime. Kızlarınıza ve oğullarınıza bakın… Ne zaman çarmıha çekilirseniz ve babanız ders niyetine de olsa gelmezse yardımınıza, dünyanın bütün kızlarına ve oğullarına bakın, onları görün, dinleyin, onların küçük adımlarını izleyin. Babanız gelmese bile çocuklar gelecektir…”
Tanrı hiç beklemediğiniz yerde ve anda karşınıza çıkar bazen. Soruların birbirine dolanıp karmakarışık ettiği zihniniz bir kara delik kuvvetinde sıkışmış, umudunuzu, yaşama sevincinizi yutacak hale gelmiştir. İşte o anlarda küçük bir çocuğun şakaya hüzün, saflığa bilgelik karışmış sesinden konuşur Tanrı. Bir Zen üstadının sükunetiyle konuşan yol göstericiniz beklediğiniz, sizi diriltecek cevabı verir: “Neden her şeyi düzeltmeye çalışıyorsun, bırak biraz dağınık kalsın…”
Fark edersiniz, “Bırak dağınık kalsın” öylesine söylenmiş bir söz değil, âna yetişebilmemiz, hayatımızın kendini yenilemesine izin vermemiz için ihtiyaç duyduğumuz eylemin ta kendisidir. İşte o an kara bulutlar dağılır, çocuğun gülümsemesinden apaydınlık bir güneş doğar.
Benim için Şeytan Ağacı’nın yaprakları arasında dolaşan ses olan Onur Orhan, babasından beklediği cevabın oğlundan geldiği böylesi eşsiz bir aydınlanma ve iyileşme deneyimini yazıyor. Bu çok güzel yazıyı okuyun lütfen, iyi gelecek…
Tanrı çocuklardan konuşur
Bundan 3 sene önceydi, Bodrum’da bir restoranda oturuyorduk onunla. Siparişlerimizi biraz önce vermiştik, yemeğin gelmesini bekliyorduk. Beklerken de ek yerlerinden parçalara ayrılmış bir peçeteliği onarmaya çalışıyordum ben. Küçük gözlerini gözlerime dikti, neredeyse sıkıcı olduğumu vurgularcasına -ama sesine hüzün de sızmıştı- “Baba,” dedi “Neden her şeyi düzeltmeye çalışıyorsun, neden hep iyilik düşünüyorsun, bırak biraz dağınık kalsın.”
Karşımdaki oğlumdu ama bir Zen rahibiyle karıştırabilirdim onu. Yerlere kadar eğilebilir, bu tatlı aydınlanma anı için şükredebilirdim. Şükrettim de, sırtımda tatlı bir ürperme, gözlerimde yaşlar belirdi. Hemen orada bir kağıda yazdım dediklerini. Neden her şeyi düzeltmeye çalışıyordum sahi! Ben de tam o günlerde, biraz belli belirsiz olsa da sürekli bu soruyu sormuyor muydum kendime…
Oğlumu dinledim, peçeteliği bir kenara koydum. Peçeteliği bir kenara koyunca da ona bakmış oldum böylece.
Tatlı tatlı gülümsüyordu. Söylediği lafın büyüklüğünden hem haberli hem habersiz gibiydi. Karar vermek zordu. Karar vermeye gerek de yoktu. Bazen biraz dağınık bırakmak gerekiyordu hayatı. Daha iyi görebilmenin yolu buydu. Oysa ben her oturduğum masayı toparlamaya kalkıyordum.
Oğlum beni görüyordu.
Peki, ben onu görüyor muydum?
Klasik bir babaydım bazen…
“klasik babayım belki / klasik gitar kadar bildik”* diyordu Onur Behramoğlu. Ben de, ben de deyivermiştim ilk okuduğumda bu dizeleri. Mesela söylememeye çalışmama rağmen o yanlış sözcüğü, oğlum bir şeyi yapıp yapamayacağımızı sorduğunda “Bakarız,” derken yakalıyordum kendimi. Bilirsiniz, “bakarız” babaların en “baba” lafıdır.
Ama çemberin ortasına düşmek niyetinde de değildim. Daha oğlum dünyayı yeni adımlamaya başladığında bile onun peşinden gitmeye karar vermiştim. Küçük ve paytak adımları bizi nereye savurursa oraya. Belki biraz ıskalanmış bir çocukluğun özlemiyle, belki bir başka umudun fikriyle, kim bilir…
Şimdi onu izlerken, sadece izlemekle kalmıyor, örnek de alıyorum oğlumu. Mesela bir veli toplantısında ilkokul sıralarına oturmamla biz büyümüşlerin çocuklardan öğreneceklerini fark ediyorum. Çocuklarımız daha ilk günden kızlı erkekli kaynaşmışlar, okulun bahçesinde oradan oraya koşturmuşlardı. Kahkahaları ne güzeldi! Peki, biz ne yapıyorduk şimdi? Yarım yamalak bir günaydın deyip geçiştiriyorduk birbirimizi. Bunca soğuk, bunca mesafeli olduğumuz için sadece hayata kızamazdık, kendimize de kızmalıydık, evlatlarımızı izlememiz bile yeterdi yaptığımızın yanlışlığını anlamaya. Hayır, izlemiyorduk onları. Oysa onlar ruhumuza yürüyen kavimler gibiydiler, yıkıp geçebilirlerdi sınırları. Evet, ne olacağını düşünmeden, o ana bırakıp kendimi, hangi hâle denk gelirsem o hâle girecektim bundan sonraki ilk veli toplantısında.
Düzene uymayacak, kendimi toparlamayacak ve ruhumu biraz dağınık bırakacaktım.
Hadi oyun kuralım!
Bayılıyorum “Baba bir oyun kuralım,” deyişine oğlumun ya da “Bir oyun kurdum baba,” diyerek bana anlatmaya başlamasına tüm aklından geçenleri; kanepenin üzerine yaydığı oyuncaklarına can vererek, sesler çıkararak oynamasına ama buna sadece oyun oynamak dememesine, “oyun kurdum” demesine bayılıyorum. Neden peki? Benimkisi belki entelektüel gevezeliktir ama demeden geçemeyeceğim, oğlumun her “oyun kuralım” deyişinde bambaşka bir haz duyuyor olmam, onda bu oyuna dâhil oluşun içinde ve yanında, kendi oyununu da keşfetme arzusu görüyor olmamdan kaynaklanıyor sanıyorum. İlk bulduğu oyuna atlamayacak da bir sanat olarak yaşayacak gibi geliyor o zaman hayatı. Yaparak, kurarak, büyüterek… İşte o zaman, tüm yarattığı karakterlerin de gelip geçiciliğini bilecek gibi geliyor bana ve elbette esirgemeyecek benden bu bilgiyi.
Bana “Kendi oyununu kur baba,” diye fısıldamış oluyor böylece… Nietzsche falan geliyor ya aklıma, boş ver gitsin diyorum şimdi kendi kendime, tam da bu satırları yazarken her yere ille bir akademik atıf sıkıştırmaya gerek yok! Bırak, diyorum , oğlundan öğrendiğin kadarıyla konuş, bırak diyorum dağınık kalsın…
Bana “Indiana Jones” deyin…
“Baba,” diyor bana “Indiana Jones’um şimdi.” Aradan biraz zaman geçiyor: “Luke Skywalker de bana.” Sonra biraz daha zaman geçiyor, Tenten oluyor yahut bir başka kahraman… Kimlikten kimliğe sıçrıyor, hiçbir kimlik, hiçbir rol yapışmıyor üzerine. Ya bizim, diye düşünüyorum o an, ya bizim nasıl şu anki durumumuz, rollerimize yapışıp yapışıp kalmıyor muyuz? Yoksa yeri geldiğinde yeri geldiğince bir role girip ama o rol ile de mesafemizi koruyarak sürdürebiliyor muyuz ömrümüzü? Yoksa tıkışıp kalıyor muyuz rollerimizin içine, o süslü hücrelerimize…
Aklıma öğretmeninin onu gülümseyerek anlatışı geliyor: “Bahçede hazine arıyormuş kutsal hazine avcıları, Dora’nın oyunları biliyorsunuz.” Bilmez miyim diye düşünürken ben, “Söyledim, hazineyi bulunca bana da pay verecekler,” deyiveriyor genç kadın. Bravo diyorum içimden, neden dışımdan da demiyorum ki! Ama dışımdan güzelce gülümsüyorum ona, oğlumu teşvik ettiği için, hızını kesmediği için. “Bana Indi deyin,” diyormuş benimki, onu da öğreniyorum böylece…
Sonra bir gün Tanrı’dan bahsediyor oğlum. Ne çok şey var ondan öğrenecek, hatta belki de artık öğrenemeyecek kadar öğrenecek çok şey var oğlumdan, anlamış bulunuyorum. Tanrı’nın çok büyük ve şekilsiz olduğunu, yani bir şeklinin olmadığını ama yine de dairesel bir yanının olduğunu, yuvarlak kıvrımlarının olduğunu ancak buna yuvarlak da diyemeyeceğimizi söylüyor bana. Sessizce dinliyorum onu. Sonra diyor ki: “Koskocaman bir ağzı var Tanrı’nın baba, yani koskocaman bir ağız gibi Tanrı, sürekli konuşuyor, konuşuyor, söz söylüyor.”
Sözün sahibi bir Tanrı! Bir tuhaf duygu alıyor beni. Karşımdaki kim yoksa İbnü’l-Arabî mi! Tenzihi ve teşbihi kendi içinde çelişkiye düşürerek, bozarak, tarifin tarifsizliğine dikkat çekerek anlatan Tanrı’yı bana… Yahut İsa Peygamber mi bu konuşan, yani Kelimetullah ve Ruhullah mı?
Kim karşımda konuşan? Oğlum, küçük ustam, mürşidim mi?
Hâl böyleyken söz içimde âlem gibi kuruluyor, “Çocuk babanın sırrıdır,”** diye…
Düşünüyorum rüyaları ve içimde üçüncü bir göz gibi yaşayan vicdanı. Tanrı rüyalarda seslenir, vicdandan konuşur biliyorum. Ne zaman gün ortasında çarmıha çekilsem anımsatıyorum bunu kendime. Ola ki, hiçbirimiz duymayız, rüyalardan ve vicdandan seslenen Tanrı’yı, yine umut var, artık bunu da öğrenmiş bulunuyorum. Kızlarınıza ve oğullarınıza bakın, dünyanın tüm kızlarına ve oğullarına bakın, diye haykırmak geliyor içimden, hepsi ortak zenginliğimiz bizim demek. Ne zaman çarmıha çekilirseniz ve babanız ders niyetine de olsa gelmezse yardımınıza, dünyanın kızlarına ve oğullarına bakın, onları görün, dinleyin, onların küçük adımlarını izleyin. Babanız gelmese bile çocuklar gelecektir…
Çocuklar zevkle, neşeyle oyunlar oynuyorlar. Bir karakterden diğerine sıçrıyor, dünyayı ve sanki dünyadan fazlasını aynalıyorlar. Ben şuyum, buyum diyerek kaskatı kalmıyor çocuklarımız. Çocuklar bir büyük oyun veya rüya gibi yaşıyorlar hayatı. Varlığın ve Tanrı’nın sırrına ermiş gibi şen kahkahalarla zıplıyor, daimi bir oluş içinde kulaçlıyorlar kendilerine sunulanı. Ve her şeyi düzeltmiyor, biraz dağınık bırakıyorlar, öteyi beriyi, dahi kendilerini… Biliyorlar, dağınıklık oyuna ve deneyime yer açmak için gerekli…
Evet, bazen hiçbir şeyi dağınık bırakmayayım diye her şeyi düzeltmeye çalışırken, o anı ıskalarız, evlatlarımızı bile görmez gözümüz. Hayatın oyun yanını boşlar, sanatını söndürürüz. Her şeye sahip çıkalım diye katılaştırırız şiddetimizle dünyayı. İsa Peygamber, babasının da bu hataya düşeceğinden korkmuş ve neredeyse belki de oğlumla aynı tonda -daha acıyla ama aynı hüzünle- “Baba, onları bağışla çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.” demişti.
Bu, “Bırak biraz dağınık kalsın,” demekti aslında. Belki düzene koymaya çalıştıkça şiddeti artıyordu dünyanın. Çünkü o zaman çocuklar görülmez, Tanrı duyulmaz oluyordu. Hayatın sırf büyüsü, oyunu, neşesi kaybolmuyordu, aynı zamanda insan kendini şiddetten imal ediyor, ruhunu öldürüyor, bir yanlış fikirden kalıplıyordu sahte arzularını, yaşama korkusundan mesela… Deneyim bitiyor, tekâmül de duruyordu…
O yüzden ne zaman çarmıha çekilsem, babam ses vermez belki diye, danışacağım çocuklar ararım yöremde, konuşsunlar, konuşsunlar diye…
Çünkü bilirim, Tanrı koskocaman bir ağızdır ve en çok da çocuklardan seslenir bize.
Onur Orhan
* klasik baba, Senden Öğrendiğim Şarkılar, Onur Behramoğlu
** Hz. Muhammed
Subscribe
0 Comments
oldest