Özen Yula: “Aşk, günahların en sevabı!”
Özen Yula’nın kaleme aldığı Kırmızı Yorgunları ilk kez on yıl önce sahnelenmişti. Bugün bir kez daha Kadıköy Emek Sahnesi’nde Beyti Engin’in yönetmenliğinde seyirciyle buluşuyor. Üstelik etkisini daha da arttırarak; ölüm, hayat, sırlar, zaman/mekân sorgulamasıyla dünden bugüne uzanan toplumsal değişimin ipuçlarını da vererek…
Oyun elbette bununla sınırlı değil; Kırmızı Yorgunları’na tek bir pencereden bakmak yanlış olur. Underground bir tavır da görmek mümkün. Kenarda, kıyıda kalmayı tercih edenlerin hikâyesini anlatıyor Kırmızı Yorgunları. Buna, kenarda yaşayanların direnci de denilebilir, dışarıdaki o bambaşka dünyadan kaçışları da; nasıl algılarsanız!
Merkezde, yani yerin üstünde olanlar mı, yoksa kenarda, yani yerin altında olanlar mı daha cesur ve gerçek, diye sormanın zamanı geldi! Öyleyse sözü Özen Yula’ya bırakalım.
“Dünya üzerinde tiyatroyu yok etmeye ya da ehlileştirmeye çalışan çok olmuştur”
Kırmızı Yorgunları’nda oyun karakterlerinin çizgi roman karakterlerinden seçilmesi çok etkileyici. Üstelik yapı itibariyle de birbirlerine pek benzemeyen karakterler bunlar. Mesela; Red Kit, Tenten, Safinaz, Fatoş, Betty… Biri gazeteci, diğeri cesur bir kovboy, biri ev kadını, diğeri baştan çıkarıcı seksi bir kadın… Nedir buluşma noktaları?
Kırmızı Yorgunları bir üçlemenin parçası: İstanbul üçlemesi. İstanbul Beyaz, Rakı Rengârenk birincisiydi. Kırmızı Yorgunları ikincisi, Gözü Kara Alaturka üçüncüydü. İstanbul’u Harbiye’den alıp yavaş yavaş Taksim, İstiklal Caddesi’ne uzandık… Kırmızı Yorgunları İstiklal Caddesi’nde bir sokakta, Gözü Kara Alaturka Harbiye’deki bir evin yatak odasında geçiyor. Birincisi de İstiklal caddesinden başlayıp Galata’ya, limana doğru iniyor. Biri beyaz, biri kırmızı, diğeri de siyah. Benim de İstanbul’a yeni geldiğim, tam da bu parçalanmanın başladığı dönemdi. Sıkıyönetim ve alttan alta o karışıklığın sanki yumuşamış göründüğü bir dönemdi. Doksanlı yıllardı, radyo istasyonları açılmıştı…
Aslında sözde bir özgürleşme sürecinin olduğu dönem…
Evet, sözümona bir özgürlüğün olduğu dönemin başlangıcı. İlk defa bir kadın başbakan seçilmişti. Bu kadının devlet idaresindeki yönetiminden çok, ne kadar sarışın, ne kadar güzel ve iyi bir kadın olduğundan dem vuruluyor; demir yumruk, demir leydi gibi ifadelerle anılıyordu. Yanlış şeylerden çok fazla gururlanan ve o kafa karışıklığı içinde kendini oradan oraya savuran bir topluma dönüşmeye başlamıştık. Farklı yapılar söz konusuydu. Nazan Öncel “ben sokak kızıyım” diye bağırıyor, Sezen Aksu farklı bir yerden sesleniyordu. İnternet, yaygın olmasa da hayatımıza girmeye başlamıştı. İnsanlar chat odalarına girip takma isimlerle, kendilerini başka türlü tanıtıp kendilerince bir cinsel devrim yaşamaya çalışıyorlardı. Ya da radyodan bir şarkı istemeyi ve o şarkıyla aşkına mesaj göndermeyi yani tüm o sözümona rahatlama durumunu özgürlük olarak adlandıran bir anlayışın yerleşmesi söz konusuydu. Şizoid bir karmaşa içindeydi ülke. Bugünkü ortamın nasıl oluştuğunu da anlıyorsunuz geçmişe bakınca. Bugünleri hazırlayan yapının temeli o şizoid yapıymış, o yıllarda ivme kazanmış. Tabii çevremizdeki ülkelerin bize düşman olduğu fikri de yaygındı, öyle öğretilmişti bize tarih kitaplarında. Bir yandan da resmi tarihin yalan olduğu fikri yavaş yavaş oluşmaya başlamıştı. İşte tüm bu sürecin ve karmaşanın izlerini taşıyor Kırmızı Yorgunları. Kendilerine çizgi roman kahramanlarının adlarını seçen ve gerçek hayatın acımazsızlığından bu şekilde kaçarak bir yaşam kuran kıyıda kalmış insanları anlattım. Kendi aralarında kurdukları bu iletişim biçimi aslında bir anlamda da kendi sonlarını hazırlayan bir süreç…
Çizgi roman kahramanlarını seçmenizin altında, söylediğiniz nedenlerin dışında zamanla ilgili bir sorunsal da olabilir mi? İzlediğim oyunlarınızın dışında kitaplarınızda da zaman kavramı sizi çok ilgilendiriyor sanırım. Özellikle de zaman ve değişimi irdeliyorsunuz.
Evet, bu oyunu yazma aşamasında dönem değişiyor ama buna hazır bir yapı yok diye düşünmüştüm. Dolayısıyla bu yapı karşısında kendini nasıl savunacağını bilemeyen çaresiz insanlar oradakiler. Belki Çehov’daki kadar bir umutsuzluk ve çaresizlik içinde değiller; ama bu ülkede de yapı değişiyordu. Nasıl ki Çehov Sovyetler Birliği’nin doğuşuna giden yapıdaki eski insanların durumlarını anlatıyorsa, bu dönem de sanki bizim çaresizliğimizdi. Dolayısıyla yapısı Çehov’dan farklı bir biçimde, komedi üslubu içinde yerini buldu.
Oyunda underground bir tavır var. Kıyıda kalmayı seçenlerin yaşamı bu. Bir anlamda yeraltı oyunu denebilir. Üstelik oyun yeni değil. İlk kez on yıl önce sergilenmişti. Bu tavır tiyatroda çok alışkın olmadığımız bir durum değil mi?
Evet, alışkın olmadığımız, yerleşik tiyatronun içine oturtmaya çalıştığım bir yapıydı. Çünkü yerleşik tiyatro genelde burjuva hayatlarını, aile hikâyelerini, kuşaklararası çatışmayı ve parasal dönüşümü ve bu parasal dönüşümün eski kuşaklar üzerindeki etkisini, onların zavallılığını, yeni kuşakların hırsını anlatan hikâyeler sundular. Genelde hep daha yaşlıların hikâyeleri anlatıldı. Bunlar kabul gördü. Yazar ve insan olarak hep şuna inandım: Eğer edebiyatın günümüzde bir işlevi varsa, kenarda köşede kalmış insanların hayatlarının anlatılması gerekir. Kimse caddenin kenarında bekleyen, vücudunu satan kadın ya da adamın hikâyesini anlatmayı düşünmüyordu. Onları görmezden gelmeyi tercih ediyorlardı. Bu daha kolay çünkü. Sonra evlerin içine giriliyor ve o kapalı kapıların ardındaki ailevi sorunlar anlatılmaya başlanıyor. Genelde bu yapıldığı için ben sokaktakilerin peşine düşmeyi tercih ettim. Hikâyelerde, oyunlarda tacize uğramış, mağdur durumda bırakılmış kadınları, çocukları, yaşlıları özellikle kaba güç karşısında kendini korumayı başaramayan kişileri anlatmaya çalıştım.
Kıyıda köşede kalan insanlardan söz etmişken, aslında kitaplarınızın önemli bir kısmında gözlemlediğim başka bir şey var; kasaba olgusu ya da küçük yerleşim yerleri diyelim… İlk etapta bu merkezden uzak kalma durumuna işaret etse de, merkezi hatırlatma olarak da değerlendirebilir. Kasabaları seçmenizde, yine zaman olgusuna da bir gönderme var. Şehirde hayat hızlı akar. Değişim vardır. Küçük yerlerde ise zaman durağandır ve bu bize tekrar duygusunu yaşatır.
Evet, bu çok doğru. İnsana monoton ve tekdüze gelmesi enteresan. Özellikle yeni sinemacıların bir kısmında, kasaba gerçekliği daha farklı hissettiriyor kendini. Ben taşrada, Güneydoğu’da, Gaziantep’te büyüdüm. Çocukluğumun bir kısmı da Urfa ve Mersin’de geçti. Bütün yazlarımı, tatillerimi kasabalarda geçirirdim. Payas’ta, Arsuz’da, Dörtyol’da, Adana’nın Karataş ilçesinde… Genelde çocukluğum Antep’te geçtiği için oradaki hayat biçimi bana değişik gelirdi. Bir yandan insanı uyuşturacak kadar huzurlu ve rahat ettirecek bir yapı var, bir yandan da korkunç patlamalara gebe, üstü kapalı, örtük bir şiddeti içinde barındırıyor. Yani insanların birbirine farklı şekillerde şiddet gösterdiği, çok yüzeyde göstermediği bir yer. Bu insan tabiatıyla ilgili bir şey. Bugün İstanbul’da yaşayanlar da o kasabalardan, şehirlerden gelmişler. O insanları onların geldikleri yerden başlayarak anlatmak doğru bir seçimdi. Bunlar aynı zamanda bir zamanlar Doğu’dan, Güneydoğu’dan kalkıp Almanya’ya giden, onlarla beraber uyum içersinde yaşamak yerine geldiği yerin yapısını orada oluşturmaya çalışan insanlar. Beraber yaşamayı bilemedik. Belki İstanbul’da da beraber yaşamayı bilemiyoruz. Gerilimi yüksek bir şehir burası. Onun için şiddetin her an patlak vereceği ve sirayet edip büyüyebileceği bir yer aynı zamanda.
Her koşulda “şiddet, elbet” diyeceğimiz bir durum söz konusu o zaman…
Aynen öyle. Farklı şehirlerden, bölgelerden göç etmiş insanların yerleştikleri semtler var. Aslında bir şekilde ayrışmışlar. Getto diye tabir edilmeyen aslında getto olan yerler var. Bunların alt kültürleri, kendi içlerinde oluşturdukları argoları ya da konuşma tarzları var. Yoğun biçimde kendi âdetlerini yaşama istekleri var. Bunları anlamak için onların geldikleri yere bakmak gerek. Öbür türlü bir burjuva yazar gözüyle bunu anlatmak mümkün değil. Bir laboratuvar çalışması gibi uzaktan bakarak yazamazsanız. Bizde bazı sanatçılar Güneydoğu’ya, Diyarbakır’a, Mardin’e gittiler. İyi niyetli bir çabaydı aslında; ama bir bakımdan da İngiltere’nin Hindistan’a uygarlığı götürme çabasından farkı yoktu bunun.
Açık konuşayım, ben sizi yurt dışında kaldığınız zamanların dışında hep büyük şehirde yaşamış biri olarak düşünmüştüm. Kitaplarınızı toplu halde okuyunca öyle olmadığını fark ettim. Küçük yerlerde yaşayan insanların duygusunu, ruhunu ya da yöre insanın tavrını anlatmanızdan çok etkilendiğimi söylemek isterim.
Çünkü şimdiki yaşam tarzım ve birikimlerim doğrultusunda bakılınca başka bir yapıdaymışım gibi görünüyor. Sonuçta on yedi yaşında çıktım evden. 1982- 83 yılıydı; sıkıyönetimin en yoğun olduğu yıldı. Bir burs kazandım ve ailem yurt dışına gitmeme izin verdi. Üstelik tek evlatları olmama rağmen. Gaziantep Anadolu Lisesi’nden ABD’ye gittim.
Aileniz Antepli miydi, yoksa memuriyet dolayısıyla mı ordaydılar?
Anne tarafım Gaziantepli, baba tarafım İzmitli. Ama annemin memuriyeti nedeniyle oradaydık. Babamın görevi de Adana’daydı. Öyle gidip geliyorduk Adana Antep arası. O zamanlar bir çocuğun, tek başına bir yerlere gitmesi o kadar kolay değildi. Dolayısıyla ilk başta uluslararası çalışmalarım akla geliyor ama nerede büyüdüysem ve yaşadıysam onun bilgisinden yola çıkarak devam ettim yaşamıma.
Oyundaki replikte “zamanı kopardım ve sana kendimi gösterdim” diyor Fatoş. Zaman nerede kopuyor?
Hani felekten bir gün çalmak gibi deyimler var ya, sanki onu bir an olarak değerlendirip yapabilmek mümkün. Yani çevrenizden, sevdiğiniz insanla birlikte çevrenizden kendinizi soyutlarsanız, hakikaten zamanı bir yerinden koparmış oluyorsunuz. Beraber sıkılabiliyorsunuz, beraber susabiliyor, beraber oturup, başınızı omzuna dayayabiliyorsunuz. Bir şeye bakıp o durgunluğu seyredebiliyorsunuz. Belki bir taşra durgunluğu gibi bir şey ama, zaman bir yerinden kopmuş oluyor. Durarak zamanı koparabiliyorsunuz.
Buradan aşka ya da yaratılış hikayesine de gidebiliriz. Sizin zaman ve mekân sorunsalınız dışında yaradılışla ilgili sorularınız da var. Hem Kırmızı Yorgunları adlı oyunda hem de birçok kitabınızda yaradılış hikâyesine göndermeler var.
Arkeoloji bir bilim dalı. Ama insanlık tarihi konusunda çok sınırlı bilgi ve birikimimiz var. Dolayısıyla tarih boyunca nereden geldik, nasıl gerçekleştik sorularını açıklamaya çalışıyorlar. Bunu kutsal kitaplarla, evrimle açıklamaya çalışıyorlar. Ve her kültür kendi mitolojisi içinde ayrı bir yaradılış miti buluyor. Fakat bu iki karşıt şeyin bir araya gelmesiyle ya da bir şeyin ikiye bölünmesiyle oluşuyor. Mitlerden önce hurafeler var, hurafelerden önce hiç bilmediğimiz durumlar… Birçok yeni teolojik düşünce de var. İnsan olarak merak ediyorsunuz. Benim merakım da bu.
Varlık felsefesiyle de ilgileniyorsunuz sanırım?
Evet, hepimizin burada olmamızın bir sebebi var. Zaman ve mekân olarak da enteresan geliyor. Bir şeyleri hissediyor olmak ve bu vücudun bize verilmiş olması ya da bir şekilde bu vücudun içine sığdırılmış olmamız ilgimi çekiyor. Bunun bir ucu çok büyük bir yabancılaşmayı da beraberinde getirebilir. Oysa ki burada kalmayı, bu zamanı yaşamayı, bu mekânda, bu bedenle yaşamayı, bunun tadına varmayı seviyorum. Bir şekilde istekleri dışında farklı yaşam biçimlerinin, farklı bedenlerin içine atılmış ve orada büyümek zorunda kalmış insanların birlikte var olma çabaları; aile kurmaları, sevgili olmaları ilgimi çekiyor. Yaratılış hikâyesinde o zamandan günümüze neler değişti ve “ben neden buradayım”ın cevabını merak ediyorum. Akıp giden ve hiçbir zaman değişmez diye bir algı yarattığımız şeyleri hayatın büyük matematiği içinde, bizim aklımızla, zekâmızla çözemediğimiz şeyleri tesadüf adı altında, daha kaderci bir yere oturtmaya çalıştığımız bu yapıyı merak ediyorum. Ve anlamadığım için de sorular soruyorum.
Öyleyse zaman bir yanılsama değil sizin için?
Şu andaki algımızla değil. Somut olarak adına bir şey koymuşuz, takvimlerle ehlileştirmeye çalışmışız. Dolayısıyla kendimize bir ömür payı biçmişiz (Ortalama insan yaşı budur diye yapılan açıklamalar var.) Elbette bunun dışında farklı zaman anlayışlarının olduğunun bilincindeyim. Ama beynimizin kullanabildiğimiz kısmıyla, bugünkü zekâmızla çözemeyeceğimiz bir şey bu.
Bir öykünüzde şöyle diyorsunuz: Hayatın hiçbir sırrı yok aslında! Bundan, her şey gördüğümüz gibidir, sonucunu çıkarabilir miyiz? Ya da sorulardan yorgun düşmeyi…
Aslında her şey gördüğümüz kadar. Ona birtakım sırlar yüklemeye çalışan insanoğlu. Hayat o kadar karmaşık değil. Yalın ve basit. Bu düşünce yapılarıyla, farklı boyutları işin içine katarak karmaşık hale getiren biziz. Bir şekilde de başarılı olmuşuz. Irkçılık kavramı, belli düşünceleri, inançları sahiplenme ve bunların çatışması… O kadar karıştırılamasaydı daha sade bir yaşamımız olabilirdi.
Amaç zaten karıştırmak. Yoksa kurdukları sistem nasıl devam edecek ki? Özellikle ekonomiyi yönetenlerin işine gelmez bu.
Devlet, ekonomi, din diye adlandırdığımız sistemleri, milliyetçiliği… Bunların hepsini işletmek için insanların kafasının karışması ve oyalanması gerekiyor. İşte bu yüzden, yaşlılıkta daha emniyetli bir hayat standardı yakalamak ve bir ömrü kredi kartlarını ödemek için geçirme sistemi oluşturuldu. Dünyanın her yerinde bu böyle. Ne yaparsınız yapın kaçamıyorsunuz. Neticede hayat alıp verme üzerine kurulu.
Varlık felsefesinde oluş önemlidir ya, aslında oluş değil de bizim oluşa verdiğimiz tepki midir önemli olan?
Hep eylem üzerinden kuruluyor birçok şey; eylemek, eyleyebilmek, eyler durumuna getirmek… Bir bütünün paçasıyız. Parça parça bir yapının izindeyiz. Bir bütünlük kavramı olması gerektiğine inanıyorum ama o bütünlük kavramını çok da doğru yerlerde aramadığımızı düşünüyorum. Birçok farklı felsefe kuramında bir temel bütünlük arayışı ya da parçalılığın sorgulanması durumu var. Bir temel bütünün parçasıyız; ama varlık sebeplerimiz bütün bunların dışında gibi geliyor. Sıradan bir şey söylemeye çalışıyorum. Eyleyerek var oluyoruz fakat bunu sadece kendimiz için eylediğimizde hiç bir şeye yaramıyor. Ve bunu bir bütünün parçası olarak eyleyebilirsek dünya için eyleyebilirsek bizim burada yaptığımız bir şey başka bir kıtada başka yerde başka biri şeyi etkileyebiliyor. New age tarzı düşüncelerden söz etmiyorum. Daha insani bir yerden konuşuyorum. Halen vicdanın çok önemli olduğunu düşünüyorum. İnsan olmanın temeli sadece nefes almak, düşünmek değil. Önce vicdan sahibi olmaktır. İnsanların burada bunu öğrenmek üzere eğitildiklerini düşünüyorum. Anlıyorlar ama anlamıyorlar. Gazetelerdeki bütün o üçüncü sayfa haberleri, TV kanallarındaki buzlandırılmış görüntüler, şiddet haberleri… Bunlar savunma yolları ya da daha popüler yöntemlerle bunlara karşı figürler oluşturma çabası. Yani popüler kadınları bir araya getirip, makyajla dayak yemiş kadına dönüştürüp fotoğraflarını çekmek gibi. Bunlar başka bir yerde duruyor, bunlar gerçek araçları değil. Çünkü o fotoğrafları çekenlerin ve çektirenlerin, eve gittiklerinde; TV’de bir kadın cinayeti haberi gördüklerinde neler hissettiklerini bilmem gerekiyor.
Kadın demişken, Kırmızı Yorgunları’nda oyunun finali kadınların ayağa kalkmasıyla ya da isyanıyla bitiyor… Kadınlara karşı öncelikli bir yer açmışsınız yüreğinizde. Yok, vazgeçtim; bunu sormayacağım. Annenizi sormak istiyorum. Yoğun bir sevgi hissettim yazdıklarınızda.
Anne kavramı önemli. O da bu dünyadaki eğitimin bir parçası. Son beş yılı işimi gücümü bırakarak anneme bakarak geçirdim. Çok güçlü bir kadından, bebek gibi bakıma muhtaç bir kadına dönüşmesini, ölüme adım adım yaklaşmasını gördüm. Böyle bir görüntü var aklımda. Ama bu dedikleriniz bunlardan önce yazıldı. İçinde büyüdüğüm ortam kadınların etkili olduğu, söz sahibi olduğu bir yerdi. Kadın ve erkeğin aynı ortamda oturduğu bir yaşam vardı Gaziantep’te. Akşam yemeklerinin saatlerce sürdüğü, farklı lezzetlerin tadıldığı sofralar kurulurdu. Bu bir yaşam tarzıydı orada. Ve kadınlar kocalarına söz geçirirlerdi. Onlarla olan bu düzenin daha iyi bir düzen olduğunu ve daha özgürlükçü olduğunu da gördüm. Evet gelenekleri ve inançları vardı ama gerektiğinde dur dedikleri şeyler de vardı. Bugün insanların dur deme özgürlükleri giderek ellerinden alınıyor. Özellikle büyük şehirlerde, mega kentlerde size sunulan konformist yaşam özgürlükmüş gibi algılanıyor. Buna ulaşmak aslında o kadar kolay değil. Çünkü kadınlar bir işi ele geçirmek için savaşmak zorunda kaldığını hissettiğinde; kendinde var olan şefkat ve merhamet hissinden, vicdan hissinden sıyrılmaya başladı. O zaman o ataerkil yapının kendilerine verdikleri silahları aynı şekilde kullanmak suretiyle o yapının bir parçası haline dönüşmeye başladılar. Kadınlık hallerini sadece evde ve yatakta gösterebilecek bir duruma geldiler. Genel yapıdan koparıldı kadınlık kavramı.
Bu bilinçli yapılan bir şey değil mi?
Elbette. Bu, “Hayat böyle! Ne yapalım” demek değil. Tersine, o kaderci anlayışa sığınmamak gerek. Biliyoruz ki bir oyun bu.
Üstelik bunu kadınların ötekileştirilmesine karşı oluşturulan bir dille yapmadılar mı? Çok uzun zamandır dünyada bir kadın hareketi varmış gibi gösteriliyor. Yürüyüşler falan. İlk başlarda inanmıştım ama vardır bir hesapları…
Kadın meselelerine yararı olacağına ve dikkat çekeceğine inanıyorlar. Ama erkekler için böyle bir şey yok. Mesela erkek kütüphanesi yok. Erkekler için bir akıma dikkat çekecek bir şey yok. Bu yapıyla oynanarak başka bir şey yapmak isteniyor olabilir. Belki de kadınların iş hayatında daha özgür ve güçlü olmaları için “Sex and City” gibi filmlerin yönlendirici etkileri olabileceğini düşündüler. Sözüm ona eşitlik sağlanabilmesi için yönlendirilmesi gerekiyordu belki de. Ama bunun, insani değerleri göz ardı etmek uğruna yapılmaması gerekiyordu. Ne yazık ki sistem bunu öngörüyor. Entegre olmak için belli şeyleri kapının dışında bırakıp içeriye gireceksin. Gerektiğinde iş arkadaşın olan diğer kadını işten kovdurtacaksın. İnsani değerler açısından aynı durum erkekler için de geçerli elbette.
Aşk hep ölümcül bir günah gibi görülüyor hikâyelerinizde. Yasak meyveye gidiyor işin ucu.
Benim için ölümcül değil, yaşamsal bir şey aşk. Fakat günahların en sevabı. Bütün söylencelerde, dinde, aşk efsanelerinde, gelenekçi hikâyelerde anlatıldığı gibi insanların hayatını yitirmesi veya ceza çekerek diğerine ulaşmasıyla sonuçlanan bir şey değil. Ulaşamadığı için aşka dönüşüyorsa bir günah, bir sınanmaysa, o günahların ve sınanmaların en sevabı, en önemlisi gibi geliyor. Aşk iki tarafın arzusuyla olan bir şey; ona tarih boyu ne kralların sözü geçiyor, ne de tanrıların. O yaşanıyor. Eğer kesilirse de bir yerde mesela; kazayla, kısmetle… ne dersek diyelim, o aşkın daha başka boyutlarda sürdüğünü düşünüyorum. Yani bu yaşadığımız zamanla ve mekânla sınırlı değil. Daha aşkın bir şey olduğunu düşünüyorum. İçgüdüsel bir şey. Bazen eşinizi bulduğunuzu sanıyorsunuz ama bakıyorsunuz ki değilmiş. Bazen de aşkın kendisi, kavramın kendisi önemli oluyor. Öznesi çok acı verebiliyor. İnsan öznesinden vazgeçse dahi, o aşk denen genel yapıdan vazgeçmiyor. Bunun da zamansız ve mekânsız olduğunu düşünüyorum.
Bugün tiyatro ortamını nasıl buluyorsunuz? Son yıllarda ciddi müdahale var tiyatroya. Tiyatrocular arasında da bir takım ayrışmalar var. Gerçi sanatın her alanında var artık bu…
İster istemez ayrışacaklar; çünkü farklı şeyler düşünüyorlar ve ortak amaçları kalmadı artık. Ortak amacı olamayanın özel amacı da olmaz. Ama bireysel olarak hırsı fazla olur. Doğal olarak başka bir şeye dönüşerek var olabilir ancak. Dünya üzerinde tiyatroyu yok etmeye ya da ehlileştirmeye çalışan çok olmuştur. Ama bu tiyatro daha çok başbakanlar gönderir.
Deniz Durukan
Subscribe
0 Comments