Egoist okur

Helene Wecker: “İnsanların ve doğaüstü mahlukların dertleri aynı”

Golem, Kabala’ya göre insan tarafından büyüyle, simyayla yaratılmış bir mahluk. Tabiatı gereği yaratıcısına koşulsuz itaat etmesi şart. Cin ise 1001 Gece Masalları’ndan da bildiğimiz üzere, nereden gelip nereye geldiği bilinmeyen, ele avuca sığmayan ateşten bir ruh. Dilekleri gerçekleştirmek gibi bir işlevi var ama civarda onun dileklerini, ihtiyaçlarını bilen yok…

Kurgu bu ya; Yahudi miti Golem ile Arap miti Cin, Helene Wecker’ın romanında insan kılığına girmiş olarak buluşuyorlar. Hem de 19’uncu yüzyıl sonunda, New York’ta… Ve biri kadın biri erkek olan bu iki eski dünyalı hem yeni dünyaya uyum sağlamaya hem de birbirlerini aşka benzer bir didişmeyle altetmeye çalışıyorlar…

Yazarın ilhamı söylediğine göre anlattığı kendi ilişkisi. Zira Yahudi asıllı bu genç kadın, çocukluk arkadaşı olan Suriye kökenli bir Arap’la evli. Romanda Cin’in Filistin’i, Golem’inse İsrail’i simgelediğine dair ipuçları var. Helene Wecker’a röportajımızda bunları ve geri kalan şeyleri  sordum…

Aycan Aşkım Saroğlu: Aynı yarayla bağlananların hikayesi

Helene Wecker: “Özgür iradesi olmayanlar âşık da olamaz…”

Yazarken ilham kaynağınız neydi, kendi evliliğiniz mi?

İlhamımın bir bölümü kendi evliliğimdi, haklısınız. Eşim Kerim Arap asıllı bir Amerikalı. Babası Suriyeli. Bense Yahudiyim. Chicago’nun yoksul kesimlerinde büyüdük. Ailelerimizin, geçmişlerimizin ne kadar benzediğini fark etiğimizde soluğumuz kesilmişti. Sonuçta ikimiz de göçmen ailelerin çocuklarıyız, atalarımız uzak ülkelerden Amerika’ya gelmiş ve yeni bir dil öğrenmek, yeni bir kültüre uyum sağlamak için çok çaba göstermişler. Göçmen çocuğu olmanın iyi yanları da vardır, zor yanları da… Biz hem zengin bir kültürel mirasın sahibi olarak yakınlaştık birbirimize, hem de çocukken yaşadığımız zorlukları paylaştık… Yakınlaşmamız kaçınılmazdı. Her neyse, sorunuz evliliğim değil romanımdı, değil mi? Columbia Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri alıyor ve yazdığım öykülerde de Kerim’in ailesiyle benim ailemin hikayelerini birleştirmeyi deniyordum. Fakat olmuyordu, beceremiyordum. Sonra bir arkadaşım kendimi kastığımı, kurguda doğaüstü unsurlar kullanırsam dilimin özgürleşebileceğini söyledi. Kaybedecek bir şeyim olmadığını düşünerek dediğini yaptım. Böylece Araplarla Yahudilerin en tanınmış folklorik karakterlerini, yani bir golem ve bir cini hikayeye dahil ettim. Ve hikayem hızla bir romana dönüştü.

Golem hakkında Umberto Eco’vâri araştırmalar yaptınız mı veya Cin’i yaratırken Borges’in yaptığı gibi gibi doğu masallarını hatmettiniz mi?

Hakikaten çok araştırma yaptım. Golemler ve cinler hakkında popüler kültür kaynaklarını zaten okumuştum. İhtiyacım olan daha eski kaynaklardı, kütüphaneye kapanıp bulduğum her şeyi okudum. 1001 Gece Masalları tabii ki hep elimin altındaydı. Bu masalların bilemezsiniz ne kadar çok çeşitli versiyonları vardı. Cin bazılarında dev boyutlardaydı, bazılarında minicik. Hayvan şeklinde anlatanlar da, metale benzetenler de olmuştu. Kimilerine göre çok güzeldi, kimilerine göre çirkin. Kafam epey karıştı ama sonunda en doğrusunun şahsi versiyonumu yaratmak olduğuna karar verdim. Yani kendi özgün ve saygın Cin’imi yaratacaktım, kimsenin de diyecek bir şeyi olamayacaktı.

“İnsanların dertleri hep aynı, doğaüstü mahlukların da”

Romanınız 19’uncu yüzyıl New York’unda geçiyor ama hikayenin bugün için de geçerli olduğunu söyleyebilir misiniz?

Geçmişle bugün aynı kişi gibi bence, sadece farklı renkte kıyafetler giyiyorlar. Saçma mı buldunuz? Ama açıkçası aylar süren araştırmalarım sonucunda bu kanaate vardım. 19’uncu yüzyıl New York’u bugünkünden pek farklı değil. İnsanların arzuları, istekleri aynı. Korkuları ve endişeleri de öyle… Kafalarını karıştıran şeyler bugün bizim kafamızı karıştıran şeylere çok benziyor. Çokkültürlülük ve küreselleşme? Elbette önemli tartışma konuları, bilhassa Avrupalı ve Asyalı göçmenleri düşündüğümüzde. Ama değişen o kadar az şey var ki. Geleneklerimin ne kadarını feda edeceğim ve yeni dünyanın kültürel değerlerinin ne kadarına uyum sağlayacağım? Kültürel mirasımın izlerini yitirirsem bana ne olur? Peki ya benimle aynı geçmişten olmayan birine âşık olursam? 100 yıl önce de bunları düşünüyordu New York’lular, bugün de aynı şeyleri düşünüyorlar. Benim romanımda da, gerçek hayatta da. İnsan da olsalar, tabiat üstü mahluklar da olsalar, dertler hep aynı.

Okurken bir simyacının laboratuarında yaratılan Golem’i yazarken İsrail’i, antik çağlardan beri var olan Cin’i yazarken Filistin’i düşünmüşünüz gibi geldi bana, doğru mu? Golem ile Cin, uzun süredir savaşan bu iki halkı mı simgeliyor gerçekten? Sonuçta Golem Yahudilerin, Cin de Arapların efsanelerinden çıktı…

Düşündüm elbette, düşünmez miyim? Bu romanı yazma sebeplerimden biri bu. Daha doğrusu başlangıçta niyetim buydu ama sonra kitap benden bağımsız hareket etmeye başladı ve başlangıçtaki niyetlerimden daha fazla bir şey haline geldi. Esas istediğim bu ülkedeki Araplarla Yahudilerin paralel tarihini anlatmaktı. “Savaşmadan duramayan” bu iki ülkeden bahsedilirken “biz ne istiyoruz” ve “onlar ne istiyor” konuşmaları yapanlar bu paralel tarihi gözden kaçırıyorlar. Öyle olmasa aramızdaki benzerlikleri görecek ve “bizim istediklerimiz”le “onların istediklerinin” aynı olduğunu fark edecekler. “Biz ve onlar” diye bir ayrımın varolmadığını bilmenin herkesi ne kadar hafifleteceğini görebiliyorsunuz değil mi?

“Cin karakteri baştan aşağı özgür ruh demekti…”

Orijinal masallarda özgür iradesi olmayan Golem’e romanınızda özgür irade kazandırdınız. Buna nasıl karar verdiniz?

Esas karakterlerin koca bir hikayeyi sürükleyebilecek gücü taşıması için özgür iradeye sahip olmaları gerekiyordu. Aksi takdirde okur onlardan daha ilk sayfalarda sıkılır ve romanı bir kenara fırlatırdı. Kendi kararlarını alamayan karakterler âşık da olamazlar. Tabii bu konuda son derece ince hesaplar yapmam gerekti. Bilhassa Golem konusunda. Golemliğin kurallarını bozmadan ne kadar “özgür” olması gerektiğine iyi karar vermeliydim. Cin’deyse problem tam tersiydi çünkü o baştan aşağı “özgür ruh” demekti. Ama şimdi artık sıradan bir insan gibi davranmak zorundaydı ve elini kolunu bağlayan sayısız kısıtlama varsa hâlâ cin kalabilir miydi? 

“Dondurma satıcısı Salih en sevdiğim karakterdi”

En çok hangi kısımları yazarken eğlendiniz?

Öteki karakterlere haksızlık etmek istemem, yine de en sevdiğim karakter Salih oldu. Beni şaşırtan bir karakterdi. New York’un Küçük Suriye adlı bölgesini araştırırken yarattım onu. 1892’nin New York Daily Tribune gazetesinde bir makale okumuştum. (Bugün artık öyle bir gazete çıkmıyor.) Berbat bir makaleydi; o günlerde çıkan gazetelerin çoğu gibi kaba, duygusuz, ırkçı… Ama bölgenin ayrıntılarını okumak açısından faydalıydı. Karakalem illüstrasyonlar da kullanılmıştı. Bir tanesinde türbanlı zayıf bir adam görünüyordu, o güne kadar gördüğüm en hüzünlü gözlere sahipti. Altında “Dondurma Satıcısı” yazıyordu. Merak ettim tabii; kimdi, niçin bu kadar üzgündü… Sonra aniden bilgisayarı açıp yazmaya koyuldum. Bütün karakterleri ben yarattım ama Salih başka türlü bir keskinlikte geldi, o adeta kendini yazdırdı.

“Kanepede uyuyakaldığım günler geçti gitti”

Tipik bir yazı gününüzü anlatır mısınız? Belirli ritüelleriniz var mı? Ne tür müzikler dinlersiniz mesela? Gece mi yoksa gündüz mü yazmayı tercih edersiniz? Yalnızken mi rahat yazarsınız, yoksa etrafınızda insanlar olması sizin için fark etmez mi? 

Bu romanın çok büyük bir kısmını kocaman, çiçekli ve basbayağı çirkin bir kanepede oturarak yazdım. O kanepe hâlâ evimizde ama üzerine yeni bir kılıf aldığımız için eskisi kadar çirkin görünmüyor. Bir de yazı masam var artık, çünkü o kanepede uyuyakalmak çok kolaydı. Açıkçası bugünlerde benim için tipik bir yazma günü diye bir şey kalmadı, çünkü romanımın tanıtımı için sürekli seyahat ediyorum, bir de habire röportaj veriyorum. Günde en az dört saat yazdığım günleri özledim. Gene de her gün 1500-2000 kelime yazmaya gayret ediyorum. Sabah 10’dan öğleye kadar olan saatlerde kendimi daha enerjik hissediyorum. Yazarken müzik dinlemek bazen iyi geliyor, bazense tamamen sessizliğe ihtiyaç duyuyorum. Hooverphonic, Morcheeba ve Ladytron gibi grupların yaptığı türden trip-hop ve light elektronik müzikler dinliyorum. İyi iş çıkarmak için yalnız olmam şart. Bazen arkadaşlarla buluşup birlikte yazmayı, çalışmayı denediğimiz de oluyor ama bunlardan bolca sohbet haricinde tek bir satır bile işe yarar bir şey çıkmadı bugüne kadar.

En sevdiğiniz yazarlar kimler?

Saymakla bitmez! Michael Chabon ve Neil Gaiman, bilhassa Chabon’un Amazing Adventures of Kavalier & Clay ve Gaiman’ın American Gods adlı romanları. A.S. Byatt ve Hilary Mantel’in usta işi romanlarını da seviyorum. Ray Bradbury, Isaac Bashevis Singer, Kelly Link, Kate Atkinson, Michael Byers, Susanna Clarke, Lorrie Moore, Iain Banks, Chris Adrian, J.K. Rowling, David Mitchell, Samuel Delany, Ian McEwan, Russell Hoban, Louise Erdrich, Jennifer Egan, Joan Didion… Listem bu şekilde uzar gider…

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments