Özlem Kumrular: “Yazarken kendim bile acıkıyorum…”
Tarihçi Özlem Kumrular’ın “Hoşça Kal Milano Hoşça Kal Aşkım” adlı romanı yeni değil aslında; epey zaman önce yayınlanmış ve bir köşede kalmıştı. Yitik Ülke Yayınları bu çok eğlenceli, üstelik sözünü ettiği türlü çeşit İtalyan yemeği, tadı, kokusu sebebiyle kesinlikle iştah açan romanı yeniden yayınlayarak çok iyi etti.
Konu? Şöyle: Milano’ya aşkı, heyecanı ve kahkahayı getiren katıksız bir Romalı kız, Alpler’den gelen soğuk hava dalgalarıyla kalpleri donmuş Milanolulara yüksek adrenalinle yaşamayı öğretmeye kararlıdır. Ansızın kalbine bir palyaçonun sızmasıyla şehrin rengi değişir. Birlikte sergi açmaya karar verip eski fotoğraflar toplamaya başlar ve kendilerini bir bilmeceler silsilesi içinde bulurlar. Gizem çözülürken onları başka sürprizler de beklemektedir. (Bir ipucu: Sürprizlerden biri Giovannino Guareschi’nin benzersiz karakteri Don Camillo.)
İşte “Yaşıyor, dinliyor, okuyorum; dönünce de yazıyorum” diyen Özlem Kumrular’la bu komik, gözyaşartıcı ve “iştah açıcı” roman üzerine konuştuklarımız…
“Yarattığım dünyaya okuyucudan önce ben giriyorum…”
İspanyol ruhuyla yazılmış iki romanın ardından şimdi bir İtalyan melodramı… Güneşe mi yoksa güneye mi âşıksınız?
Ben Latin dünyasına âşığım: İtalya, İspanya, Portekiz ve tüm Latin Amerika. Fransa da kıyısından girmeye çalışıyor ama ruhu kâfi gelmiyor. Ben İstanbul’da yaşarken bile rüyalarımı İspanyolca görürüm. İki kez narkoz altında İspanyolca konuşmuşum. İtalya da öyle; sokak pazarlarında, dağ köylerinde, salaş pizza restoranlarında, nehir kıyılarında, Ortaçağ’dan kalma kent yapısını koruyan ara mahallelerinde, meydanlarında dolaşmaya âşık olduğum ülke. Yanınızda yakışıklı bir İtalyan da varsa, hayattan başka şey istemenize gerek yok.
Kitaplarınızda edebiyat, sinema ve müzikle ilgili pek çok referans var. Bunlarla ilişkiniz nasıl?
1992’den beri müzik dergilerinde yazıyordum. İspanya’dan döndüğümde ise Latin coğrafyası ve Rai müziği fanı olmuştum zaten. Bir de Manu Chao kitabı yazdım. O, sadece müzikte değil, siyasi dünyada da tek idolüm. Filmlere gelince, Latin ülkelerinde zamanımı sinemada geçirdim. Günde üç film gördüğüm oluyordu. Bütün bu nefis filmlerin Türkiye’nin kıyısından bile geçmemesi çok acı. Kanımca bugün yeryüzünde yaşayan en büyük aktör Fernando Fernan Gomez, en muhteşem filmleri yapanlar İspanyollar ve Arjantinliler, en nefis senaryo yazarları da İtalyanlardır. Edebiyat içinse galiba günlük tutmayı bıraktığım günden beri roman yazdığımı söylemem yeterli. Tanrıya şükür, kurgu romanlar yaratmak zorunda kalmıyorum. Hayat ve gezgin ruhum bana bu şansı sunuyor. Yaşıyorum, dinliyorum, okuyorum, dönünce de kâğıda döküyorum. Romanlarım benim günlüklerim.
Sizi okurken insan sürekli yiyip içme, bir de âşık olma ihtiyacı duyuyor. İnsanları ‘acıktırdığınızın’ farkında mısınız?
Evet, kendim bile acıkıyorum yazarken. Okuyucunun halini düşünemiyorum. Hele İtalyan mutfağı söz konusu olunca. Bütün bu tarçın ve vanilya çayları, Küba kahvesi, vişneli kurabiyeler, bademli kekler ve diğer dayanılması güç yiyeceklerin kitaba sıcak bir aile havası soktuğunu fark ettim. Dışarıda yağmur yağarken onlar sıcak evlerinde çay, kahve içip tıkınıyorlar. Sonra Don Camillo un çuvalına kurabiye doldurup kapıyı çalıyor. Yarattığım dünyaya okuyucudan önce ben giriyorum…
Amerikalılar’dan ve Almanlar’dan nefret ediyorsunuz, niçin?
Amerika Tanrı tarafından yeryüzüne gönderilen en büyük ceza. Meksikalı bir dostumun dedesi, “Eski dünyanın mahkûmları, fahişeleri, maceraperestleri, üç kağıtçıları ve bilumum beş para etmezlerinden doğan sahte bir halk” demişti. Ruhtan ve akıl kırıntısından yoksun, katlanılmaz insanlar Amerikalılar. Almanlar’a gelince, onları da sıcak iklimlerin sunduklarından yoksun oldukları için çekilmez buluyorum. Saat dokuzda uyuyup kalan, ‘cehenneme git’ deyince ‘tabii, ama nereden’ diye soran, lokantada kendi yemeğinin parasını daima kendi veren bir insan tiplemesi düşünebiliyor musunuz? Ama takdir edilesi yanları da var: Yapamayacakları şeylerin sözünü vermemeleri, oldukları gibi görünmeleri… İçin için saygı duymuyor değilim. Zaman onlara, Alman olarak dünyaya geldiklerini kabullenmeyi öğretmiş. Birkaç yüz kilometre farkıyla İtalyan olma şansını kaçırdıkları için inanmadıkları bir tanrıya küfrediyor olmalılar şu anda.
En sevdiğiniz kitap hâlâ Don Quijote mi?
Dünyanın sonu gelene kadar daha iyisi çıkmayacak. Çıksa da onun şartlarında yazılmış olmayacak. Yazılsa da ‘ilk’ olmayacak. 16. yüzyılın son yarısında birinin, İspanya gibi edebiyatta bile bağnazlıktan ödün vermeyen bir ülkede, post modern kurgu ve romanın en nefis örneğini çıkarması akıl almaz bir şey. Bugün bir kez daha okuduğunuzda bu kadar çok anlatım tekniğinin bir romanda nasıl böyle kusursuzca kullanıldığına akıl sır erdiremiyorsunuz. Don Quijote’nin akabinde Guareschi’nin yazdıkları geliyor; başta da Don Camillo serisi. Listemin devamında Calvino, Pratolini, Pirandello, Letier ve Francisco de Queveda var.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest