Stephen King: “Popüler roman nedir bilmiyordum, kimse anlatmamıştı”
Şu sıralar eskiden kısaltılmış olan romanları yeniden ve bu kez orijinale sadık kalınarak çevrilen ve Altın Kitaplar tarafından yeniden basılan Stephen King, bir vakitler Paris Review dergisine onlarca sayfalık bir röpoortaj vermişti. İşte oradan küçük bir bölüm…
“Çocuktum; popüler roman nedir bilmiyordum, kimse anlatmamıştı ve ne bulursam okuyordum”
Yazmaya başladığınızda kaç yaşındaydınız?
İster inanın ister inanmayın, beş altı yaşımdaydım, çizgi romanlardan resim kopyalayıp kendi öykülerimi yazardım. Bademcik iltihabı yüzünden okuldan eve gelip, vakit geçirmek için yatağın içinde öykü yazdığım günleri hatırlıyorum. Sinemanın da büyük etkisi oldu. İlk günden beri filmlere hep bayıldım. Annemin beni Bambi’yi seyretmek için Radio City Music Salonuna götürdüğü günleri hatırlıyorum. Kocaman bir yerdi, filmdeki orman yangını sahnesi üzerimde büyük bir etki bıraktı. O yüzden yazmaya başladığımda görüntüleri yazma eğilimim vardı, çünkü tek bildiğim buydu.
Yetişkinler için roman yazmaya ne zaman başladınız?
1959 herhalde, Maine’e geri taşındıktan sonra. On iki yaşında olmalıyım, evimizden bir sokak ötede, tek odalı bir okula gidiyordum. Bütün sınıflar tek bir odadaydı ve arkada tuvaletler vardı, leş gibi kokardı. Kentte kütüphane yoktu ama her hafta devlet Gezgin Kitapçı adlı büyük yeşil bir kamyonet gönderirdi. Üç tane kitap alabilirdiniz, hangileri olduğunun önemi yoktu, çocuk kitapları almak zorunda değildiniz. O zamana kadar Nancy Drew, Hardy Boys ve buna benzer çocuk kitaplrı okuyordum. İlk aldığım kitaplar Ed McBain’in 87’nci Bölge adlı dedektif romanlarıydı. Bu gerçek bir şeydi. Ve Hardy Boys’a elveda dedim. Bu benim için çocuk kitaplarının sonuydu.
Ama sadece popüler romanlar okumadınız.
Çocuktum…. Popüler romanın ne olduğunu bilmiyordum kimse de bana anlatmamıştı. Ne bulursam okuyordum. Aklınıza ne gelirse. Deniz Kurdu’nu okuduğumda bunun Jack London’un Nietzsche eleştirisi olduğunu anlamadım mesela. Ama kitabı başka bir düzeyde anladım yine de.
Yazdığınız ortam sizin için önemli mi?
Bir çalışma masası olursa iyi olur sonra sürekli yer değiştirmemek için rahat bir sandalye de lazım ve etrafın yeterince aydınlık olması hakikaten önemli. Nerede yazarsanız yazın o mekân bütün dünyadan kaçıp saklandığınız yer, yeni bir sığınak olma-lı biraz da. Orada ne kadar etraftan kopuk olursanız o kadar hayal gücünüzle başbaşa kalıp derinliklerine inersiniz. Demek istediğim, örneğin yazarken bir pencere kenarında oturuyorsam, bir müddet dikkatim dağılmadan çalışırım ama sonra yoldan geçen kızlara bakmaya başlar insan, sonra arabalara kim inip biniyor gibi ufak tefek meraklar; yani sokakta her zaman olup biten şeyler işte; bu adam neyin peşinde, şu köşedeki ne satıyor acaba? Çalışma mekânım yazılarımı yazdığım sade bir oda.
Çalışma ortamının bir sığınak gibi olmasını istediğinizi söylediniz ama yüksek sesle müzik dinlemekten hoşlanıyorsunuz, değil mi?
Artık pek hoşlanmıyorum. Yazmaya oturduğum zaman işim öyküyü adım adım ilerletmek. Yazmanın da bir temposu vardır, eğer insanlar yazdıklarımın temposunu beğendikleri için okuyorlarsa hikâyeyi ilginç bir yere götürmeye çalıştığımı hissettikleri içindir. Boş sözlerle zaman harcayıp manzaranın ayrıntılarına girmek benim tarzım değil. Bu tempoyu yakalaya- bilmek için müzik dinlerdim eskiden. O zaman çok daha gençtim ve açıkçası kafam çok daha iyi çalışıyordu, şimdikinden çok daha iyi yani. Şimdilerde günlük çalışma saatlerimden sonra müzik dinliyorum; o gün yazdıklarımı en baştan ekranda gözden geçirmeye başlayınca çalmaya başlıyor müzik. Çoğu zaman dinlediğim müzik karımı çıldırtıyor çünkü aynı parçayı tekrar tekrar dinliyorum. Yıllar önce Lou Bega’nın söylediği “Mambo No.5” isimli parçasının dans mixini çok dinlerdim. Bir gün karım üst kata gelip “Steve bu parça bir daha çalarsa … kendini ölmüş bil” dedi. Bu yüzden artık müzik dinlemiyorum. Geri planda hafif bir tıngırtı sadece. Mekândan da önemlisi her günü çalışarak değerlendirmek, bence.
Bilgisayar kullanıyor musunuz?
Evet ama bazen el yazısına da dönüyorum. Bilgisayarda her yazmaya başladığımda, kafamda bir ses “Böyle yazmaya mecbur muyuz” diye yankılanıyor. Öte yandan bilgisayarla yazmak teknik olarak çok daha eğlencli…
Bir kitabın ilk müsveddesini bitirince ne yaparsınız?
O dosyayı altı hafta kadar bir kenarda bırakıp dinlendirmek iyidir. Ama böyle bir lüksüm her zaman olmuyor.
Sizce, ciddi popüler romanlar ve edebi olanlar arasında gerçekten büyük bir fark var mı?
Bir kitap duygusal boyutta sizi etkiliyor mu sorusu asıl belirleyici özelliği ortaya çıkarır. Ve bu hassas mekânizma bir defa çalışmaya başlarsa birçok ciddi eleştirmen kafalarını sallayıp, “Hayır” diyecektir. Bana göre, edebiyat çözümleyerek hayatlarını kazanan birçok kişinin taşıdığı, “bir defa bu ayaktakımının edebiyat çevresine girmesine göz yumarsak, insanlar önüne gelenin gireceğini görecek” düşüncesi belirleyicidir. O zaman biz ne iş yapacağız?
Kitap koleksiyonu yaptığınız söyleniyor. Antika kitap satıcısı Glenn Horowitz bir defasında yanlışlıkla bir kitabı size gönderdiğini ve özür dilemek için aradığında sizin zaten kitabı alacağınızı söylediğinizi anlatmıştı.
Sanırım doğru bu. Büyük bir koleksiyoncu değilim. Belki bir düzine imzalı Faulkner kitabım ve birçok Theodore Dreiser ciltlerim var. Carson McCullers’in Reflections in A Golden Eye’ı da var. Çok severim McCullers’ı. Evde eskiden dükkanlarda olan eski moda kitap raflarından bir tane var. Elimde 50’li yılların sert kapaklı kitaplarından da çok sayıda var, çünkü kapaklarını çok beğeniyorum ve 60’lardan kalma pornografik yayınlardan da birçok örnek topladım. Donald Westlake ve Lawrence Block gibi kişiler tarafından hazırlanmış kitaplar, bence çok eğlenceli. Hazırlayanların tarzları da yansıyor bu kitaplara.
Siz belki de bölgesel ağız farklılıkları gözeterek yazan yazarların başında geliyorsunuz.
Bütün yaşamım boyunca Maine’de yaşadım ve orayla ilgili yazdığım zaman yöresel diyalekt geri geliyor. Bu bölge hakkında yazan birçok iyi yazar var, ama yazdıkları çok okunmuyor. The Beans of Egypt, Maine’in yazarı Carolyn Chute ve Greenleaf Fires’ ın yazarı John Gould var, ama en çok okunan benim kitaplarım. Yöresellik olarak bakarsak Grisham oldukça iyi bir yazar, ve A Painted House isimli kitabı Güneyle ilgili harika yöresel bir hikâye.
Paris Review’dan
Subscribe
0 Comments
oldest