Orhan Pamuk: “Beni yazmaya zorlayan küçük takıntılarımı sevip kabul etmeyi öğrendim”
Posted by gülenay börekçi on April 3, 2011 · 3 Comments
Faulkner’a göre romancılığın üç sırrı var: Yüzde 99 yetenek, yüzde 99 disiplin, yüzde 99 çalışmak…
“İnsan yaptığıyla hiç yetinmemeli. Yapılan hiçbir zaman yapılabilecek kadar iyi olmaz. Her zaman hayal kurup yapabileceğini düşündüğünden daha yukarıya koy çıtayı. Sadece öncekilerden ya da aynı dönemdekilerden daha iyi olmaya çalışma; kendinden daha iyi ol. Sanatçı gözünü karartıp kendisini işine kaptırandır. Neden böyle olduğunu bilmez ve çoğunlukla da bunu düşünemeyecek kadar yoğundur. İşini yapabilmek için gerekirse soygun yapar, ödünç para alır, dilenir veya birinden ve herkesten çalacak kadar ahlaki değerlerden yoksundur.”
Yazarın Odası’nda efsane dergi The Paris Review’da 1950’lerden bugüne yayınlanmış bazı yazar söyleşileri yer alıyor. Aralarında William Faulkner, Ernest Hemingway, Jorge Luis Borges, Truman Capote ve Stephen King de var. Buradaki önsözü ise Orhan Pamuk kaleme almış… Yani bütün Egoist Okur’lar için elzem kitaplardan…
Gülenay Börekçi
Orhan Pamuk’un önsözünden
Bu kitaptaki Faulkner röportajını 1977’de kutsal bir metin gibi okudum. 25 yaşındaydım. Boğaz’a bakan bir apartman dairesinde annemle oturuyor, kitaplarla çevrili bir arka odada sürekli sigara içerek ilk romanımı bitirmeye çalışıyordum. İlk romanı yazmak, insanın kendi hikâyesini bir başkasının hikâyesi gibi anlatmayı öğrenmesi değildir yalnızca. Aynı zamanda insanın kendini bir romanı baştan sona tutarlı bir şekilde hayal edebilecek ve bu hayal ettiği şeyi de kelimelere, cümlelere geçirebilecek bir kişiye dönüştürmesidir… Romancı olmak için mimarlık okumayı da bırakmış, kendimi eve kapamıştım. Şimdi nasıl bir insan olmalıydım?
Bir yazar nasıl gerçek bir romancı olur?
Yüzde 99 yetenek… yüzde 99 disiplin… yüzde 99 çalışmak. Yaptığıyla hiç yetinmemeli. Hiçbir zaman yapılabilecek kadar iyi olmaz yapılan. Her zaman hayal kurup yapabileceğini düşündüğünden daha yukarıya koy çıtayı. Sadece öncekilerden ya da aynı dönemdekilerden daha iyi olmaya çalışma. Kendinden daha iyi ol. Sanatçı gözünü karartıp kendisini işine kaptırandır. Neden böyle olduğunu bilmez ve çoğunlukla da bunu düşünemeyecek kadar yoğundur. İşini yapabilmek için gerekirse soygun yapar, ödünç para alır, dilenir veya birinden ve herkesten çalacak kadar ahlaki değerlerden yoksundur.
Cemaatin taleplerinin her şeyin önüne geçtiği bir ülkede Faulkner’dan bunları okumak iyi geldi. Penguin Yayınevi’nin ayrı ciltlerde topladığı Paris Review röportajlarının hepsini İstanbul’a getirtip dikkatle ve mutlulukla okudum. Yavaş yavaş bütün gün bir masada oturup çalışmayı, kâğıdın kalemin kokusuyla bir odada yalnız kalmayı hiçbir zaman kaybetmeyeceğim bir alışkanlık haline getiriyordum. Yazması dört yıl alan ve sonunda altı yüz sayfayı bulan ilk romanım Cevdet Bey ve Oğulları’nın bir yerinde takıldığımda, sigara kokulu küçük odamdaki masadan içgüdüyle kalkar, umutsuzlukla divana kendimi atar, yeniden okuduğum Faulkner’in, Nabokov’un, Dos Passos’un, Hemingway’in ya da Updike’ın bir röportajıyla yazarlığa inanmaya, yolumu bulmaya çalışırdım. Röportajları öncelikle bu yazarların kitaplarını sevdiğim için, onların yazarlık sırlarını, roman dünyalarını nasıl kurduklarını anlarım diye okuyordum. Ama hiçbir kitabını okumadığım, çok az tanıdığım şairlerin, yazarların Paris Review röportajlarını okumak da beni mutlu ediyordu. Bu röportajları gençlik yıllarımda yeniden yeniden okurken içimde esen duyguları birbirlerinden ayırmaya çalışayım:
1. Paris Review röportajları, yazarların tanıtmak zorunda kaldıkları son kitapları ya da eserleri üzerine değildi. Artık ünlenmiş, herkes tarafından kabul edilmiş yazarlar burada çalışma alışkanlıklarını, meslek sırlarını, nasıl yazdıklarını, kırılganlık anlarını, zorluklarla nasıl baş ettiklerini anlatıyorlardı. Onların tecrübelerini ben de hızla öğrenmeliydim.
2. Tıpkı kitapları gibi bu yazarların çeşit çeşit alışkanlıklarını, bazı küçük huylarını (masada her zaman kahve olmalı), inatlarını, sıradışı tuhaflıklarını kendime örnek alıyordum. Otuz üç yıldır romanlarınmı kareli kâğıtlara elle yazıyorum. Bazan kareli kâğıt benim yazma alışkanlıklarıma iyi uyduğu için diye düşünürüm… Bazan da sevdiğim iki yazarın, Thomas Mann’ın ve Jean Paul Sartre’ın romanlarını kareli kâğıda yazdıklarını o günlerde öğrendiğim için…
3. Yaşıtım diğer genç Türk yazarlarıyla arkadaş değildim ve bu yalnızlığım geleceğime ilişkin korkumu artırıyordu. Bu röportajları okurken yalnızlığımı unutuyordum. Benimki gibi pek çok ruh olduğunu, isteklerim ve başarılarım arasındaki uzaklığın tabii olduğunu, günlük hayattan sıkılmamın hastalıklı değil, akıllıca bir şey olduğunu ve beni hayal etmeye ve yazmaya zorlayan pek çok küçük takıntımı sevip kabul etmeyi de yazar röportajlarını okurken öğreniyordum.
4. Bir roman yazarın kafasında ilk nasıl belirir, gelişir, hikâye nasıl planlanır ya da hiç planlanmaz gibi roman yazma konularında Paris Review röportajlarından çok şey öğrendiğimi hissederim hep. Bazan da bu röportajlarda okuduğum bir çeşit roman anlayışına, kendi kendime öfkeyle karşı çıkarak roman hakkında kendi düşüncelerimi geliştiririm.
5. Gençliğimde, hayranlık duyduğum yazarların hayat hikâyelerini ve Flaubert’in mektuplarını okuyup edebi modernizmin ahlakını -her ciddi yazar için kaçınılmaz olan ahlakı- benimsemiştim: Edebiyatı kendi güzelliği için sevmeli, kendimi sanata hiçbir karşılık beklemeden bütünüyle vermeli ve üne, başarıya ve ucuz ilgiye sırtımı dönmeliydim. Faulkner’in ya da başka yazarların bu ideallere bağlılığını dürüstçe ve içtenlikle ifade etmelerini okumak maneviyatımı düzeltirdi. Yazarlığımın ilk yıllarında, kendime ya da geleceğime güvenimin sarsıldığı zamanlarda bu röportajları yeniden yeniden okur, güvenimi ve kararlılığımı geri kazanırdım.
Yıllar sonra aynı sayfalarda kendim de röportaj verdikten sonra bu konuşmaları yeniden okumak bana gençliğimin umutlarını ve endişelerimi hatırlattı. 30 yıl sonra bu konuşmaları, onların beni yanlış bir yola sürüklemediğini bilerek, aynı heyecanla okuyor ve edebiyatın vereceği zevkleri ve huzursuzluğu içimde aynı güçle hissediyorum.
Orhan Pamuk
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Biz/Ben neden “Orhan Pamuk olamadik(im)?”
Bunun cevabi bu satirlarda gizli. Okumak! Yazmak, okumak ve yazmak.
Harika.
Oldukça coşkulu cümleler bunlar. Zaten bir gerilimin olması da sanki şart gibi…Onun ne kadar olacağı konusunda net bir şey söylemek elbette kolay değil. Kendimde keşfettiğim bir şey var. O da ben mutlu olduğum zamanlarda daha fazla üretebiliyorum. Böyle anlarda yazdığım yazılar da tam aksine bir şiddetin, yoğun mutsuzlukların, yalnızlık ve ayrılıkların yazıları oluyor. Tuhaf bir zıtlık var. Oysa yıllardan beri duyarım. Yazarlar en çok acılarından beslenir diye. Her kim için yazmak, hangi koşul ve duygu gerektiriyorsa ona sahip oluşu bir anlamda şans olmalı. Sonuçta herkesin yazı yolculuğu birbirinden farklı ve kendine özgü…
Galiba bende de biraz böyle. Mutsuzken, kasvetliyken yazamıyorum… Gerçi neşeli mi, melankolik mi yazdığımı belirleyen şey ne, onu henüz bilmiyorum. Bildiğim, zihnimde tilkiler dolaşmaya başlamışsa, hele kuyrukları birbirlerine dolanıyorsa, bi şey yazmaya niyetlendiysem, yazana kadar huzur-muzun kalmıyor. Bir de iyi bir şey yazıp bitirince ve dönüp onu bi kez daha okuyunca, kendimi biraz daha fazla sevmeye başlıyorum.
Haklısın Burcu, herkesin yazı yolculuğu farklı ve özel.