Salinger’a bir giriş: Homeopati, Vedanta Budizm ve yalnız kalma arzusu
Posted by gülenay börekçi on December 25, 2011 · 1 Comment
İlk ve tek romanının yayınlanmasıyla tüm zamanların en büyük yazarlarından biri haline gelen ve aradan geçen yıllarla birlikte ünü, saygınlığı hiç eksilmeyen, üstelik bunu korumayı insan içine çıkmayarak, röportaj vermeyerek, fotoğraf çektirmeyerek ve çok uzun süredir tek satır yazmayarak başaran kaç kişi biliyorsunuz? Hafızanızı zorlamayın; Salinger’dan başkası yok. Ve işin kötüsü, artık o da yok. 50 yıldır New Hampshire yakınlarındaki küçük Cornish kasabasından dışarı adım atmayan münzevi yazar Jerome David Salinger 91 yaşında, “tamamen doğal nedenlerden ötürü” öldü. Ama artık eskisinden çok daha az münzevi bir şekilde aramızda. Hakkında çıkan kitaplar ve haberlerle… Mesela Kenneth Slawenski imzalı ve bizde Sel Yayıncılık’tan çıkan çıkan Üzüntü, Muz Kabuğu ve J.D. Salinger…
Salinger’a bir giriş: Homeopati, Vedanta Budizm ve yalnız kalma arzusu
Salinger’ın edebiyatçı olarak önemini birkaç cümleyle anlatmak zor. “Hikayemi gerçekten dinleyecekseniz, herhalde nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfieldvari zırvalıklarını filan da öğrenmek istersiniz, ama anlatmayacağım. Her şeyden önce, bu zımbırtılardan çok sıkılıyorum” cümleleriyle başlayan tek romanı Gönülçelen’de, yeniyetmelerle yetişkinler arasındaki uçurumu ilk kez bu kadar kesin bir vurguyla dile getirmeye cesaret etmişti. Olağanüstü bir toplumsal gözlemciydi. Gerçek hayattan alınmışçasına sahici diyaloglar yazıyor, şiirselliği sokağın dilini kullanarak yakalıyordu. O güne dek edebiyata yakışmayacağı sanılan küfürleri özgürce kullanıyor, hüznü, öfkeyi, ironiyi, isyanı, bir Salinger karakterinin en belirgin özelliği olan insanlardan kurtulma, yalnız kalma arzusunu okura bu ‘sert ve ayıp’ kelimeler aracılığıyla aktarıyordu. Ayrıca hikayeyi aktarmak için iç monologlardan, mektuplardan, karakterler arasındaki uzun telefon konuşmalarından, gazete haberlerinden yararlanıyordu.
Olay örgüsü değil, duygu örgüsü…
Her yıl en az 250 bin baskı yapmayı sürdüren Gönülçelen, 1951’de, yayınlanır yayınlanmaz sansasyon yaratarak çok kısa sürede kült mertebesine erişti. Kitabın antikahramanı genç Holden Caulfield artık Amerikan gençliğinin yeni idolüydü. Elbette Salinger da… 1953’te Dokuz Öykü çıktı. Gönülçelen kadar şiddetli bir fırtına yaratmadı ama eleştirmenlerin hepsi hayran kaldı. John Updike, Philip Roth, Hunter S. Thompson, Dave Eggers, Haruki Murakami, Tom Robbins, Jonathan Safran Foer gibi çeşitli dönemlerden yazarların edebiyat anlayışlarını etkileyen, değiştiren bu kitapta Salinger, alışılmış olay örgüsünü yerle bir ediyor, tamamen kendine has bir yapı kuruyordu. Bir eleştirmen, “Olay örgüsüne dair bildiklerinizi unutun, Salinger duygu örgüsü diye yepyeni bir kavramla tanıştırıyor bizi” diye yazmıştı. Franny ve Zooey, Ustalar Yükseltin Tavanları ve Seymour’a Bir Giriş sonraki eserleriydi. Yazdığı son öykü, New Yorker dergisinde yayınlanan Hapworth 16, 1924 oldu.
Gönülçelen’le başlayan panik atak
Üniversite yıllarında neşeli, espritüel ve açık sözlü bir genç adam olan tanınan Salinger arkadaşlarına ve öğretmenlerine “Bir gün dünyanın en ünlü, en sevilen yazarı olacağım” dermiş. Hatta vereceği röportajların, çektireceği fotoğrafların hayalini kurarmış. Oysa Gönülçelen çıktığı gün, arka kapakta fotoğrafını görünce şiddetli bir panik atak geçirmiş, nefesi kesilmiş, kalbi duracak gibi olmuş. Hemen yayınevini arayarak, kitabın bundan sonraki baskılarında fotoğrafını kullanmamalarını talep etmiş. O gün bugün bir Salinger fotoğrafına rastlamak çok zor. Gençliğinde çektirdikleri haricinde bildiğimiz tek fotoğrafı, yaşlı ve aksi bir ihtiyar olarak kameraya saldırdığı kare.
Salinger, hikayelerinin hepsinde Glass Ailesi mensuplarının başlarına gelenleri anlatıyordu. Yıllar sonra tamamlanacak bir romanın parçalarını yazarmışçasına… Doğu mistisizminden yararlanmaya başlaması, başlangıçta intihar eden genç kahramanı Seymour Glass’ı sonradan bir dahi, bir bilge hatta bir aziz olarak sunması, eleştirmenleri rahatsız etmeye başlamıştı. Kendini kolaycılığa kaptırdığını, okuru tavlamak için spiritüelliği kullandığını öne sürenler oldu.
Münzeviliği seçen yazar
1970’te Salinger bir daha hiçbir gazeteciye söyleşi vermeyeceğini açıklayarak kendine, kahramanı Holden’ın hayal ettiği gibi ıssız bir kasabanın uzak bir köşesinde bir ev inşa etti. Ve bir daha o evden çıkmadı. Aradan geçen 40 yıl içinde adından söz eden, mektuplarını kullanan, onunla ilgili anılarını yazan, gizlice fotoğrafını çekmeye çalışan herkesi mahkemeye verdi. Bir keresinde yeminini bozarak Cornish Lisesi öğrencilerine bir söyleşi vermeyi kabul etti, sadece okulun duvar gazetesinde yayınlanması şartıyla. Ancak öğrenciler ellerindeki büyük hazineyi yerel bir gazeteye satınca, Salinger insanlara güvenini iyice kaybetti ve evinin çevresindeki çitleri yükseltti. Doğrusu münzevilik, dünyaca ünlü bir yazar için pek de kolay değildi. Salinger Time dergisine isteği dışında kapak oldu, hakkında binbir çeşit aşağılayıcı dedikodu üretildi, sırları öz kızı Margaret’ın yazdığı bir kitapta deşifre edildi. Homeopati, Budizm, Hinduizm, akupunktur ve scientology gibi yeni çağ öğretilerine sardırdığı, zinde kalmak için sabahları idrarını içtiği, ‘çatlak dahi’ Wilhelm Reich’ın icat ettiği Orgon kutusunda saatlerini geçirdiği anlatıldı. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, 1970’lerin başındayken 10 aylık bir ilişki yaşadığı ve sonradan ünlü bir yazar olan Joyce Maynard da birbirlerine gönderdikleri mektupları kitap haline getirdi. Maynard’ın romanlarından biri Gus van Sant tarafından To Die For adıyla sinemaya uyarlanmıştı. 2000’lerin başlarında kısa yoldan zengin olmak isteyen bir başka genç yazar JD Christian takma adını kullanarak Gönülçelen’in devamını yazdı. Kısacası Salinger gizlenmek istedikçe, insanlar onu rahatsız etmeyi, hayatını kurcalamayı ve onun şöhreti üzerinden servet kazanma çabalarını sürdürdüler.
Eleştirmenler anlamadıklarını eleştirdi
Öte yandan birkaç yıl önce hakkında genişçe bir dosya yayınlayan New York Times’ın eleştirmeni Janet Malcolm, “Ressam Manet ya da romancı Tolstoy da çağdaşlarının uzağı görmekteki yetersizlikleri yüzünden, yaşadıkları dönemde anlaşılmamışlardı. Bir zamanlar Salinger’da eleştirilen şeyler aslında onu ‘büyük’ yapan şeylerdi” diye yazacaktı.
Salinger’ın ölümünden bu yana herkesin zihnini kurcalayan soru ise şu: Son yapıtını 40 yıl önce yayımlayan J.D. Salinger acaba geride bilmediğimiz bir eser bırakmış mıydı? Kimilerine göre, evet, ölümünden sonra yayınlanmasını istediği birkaç romanı vardı. Kimilerine göre, hayır, yazdığı her şeyi ölümünden çok önce yakmıştı. Anlayacağınız, bekleyip, göreceğiz.
Gülenay Börekçi
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Ah, yazınızda nasıl da abartıp yüceltmişsiniz Salinger’ı, her zaman herkesin yaptığı gibi.