Egoist okur

Seçil Epik araştırıyor: Okuru aldatmak ne demektir?

Epik ne okuyor, biliyor musunuz? Bunun için Seçil Epik’in şahane bloguna göz atmanız gerekir. Hayatla ve kitaplarla maceralarını anlattığı blogunun adı da bu zaten: Epik Ne Okuyor? Kendini tanıttığı bölüme tek cümle yazmış: “Memleketi terk edip Nouvelle Zelanda adasına gidecektik.” E, gidelim, tutan mı var? Şahsen çağrıya uymayan için üzülürüm, Seçil gibi zeki, derin ve matrak biriyle her yere gidilir yani…

Böyle söylüyorum ama onunla henüz sadece bir kere görüştük, o da birkaç dakikalığına. Ve şimdi ilk yazısıyla Egoist Okur’da. (“İlk” dediğime bakmayın, daha fazla yazsın istediğim için böyle diyorum.) Yazısı nefis, içinde Maraş otu, pop-art, Kafka, post-it, Chuck Palahniuk, aşağıda bir yerde rengarenk birkaç hap yutup kafası adamakıllı kıyak hale gelmiş gibi görünen Jonathan Safran Foer, Şahane Hatalar, Hakan Günday ve postmodernizm hakkında harikulade itiraflar, zihin yürütmeler var.

Seçil yazarlara, “Okuru kandırabilirsiniz, lütfen çekinmeyin. Ve biz okurlar aldatılmaktan mutluluk duyarız. Yeter ki bunu görkemli bir şekilde yapın” diye bir tavsiyede bulunuyor. Uysalar iyi olur, hepimiz aldatılmayı, hakikaten şöyle görkemli bir yapıta aldanmayı yürekten arzuluyoruz çünkü.

Seçil’in yazısını okuyun istediğim için aradan çekiliyorum. İçimi rahatlatan bir şeyi ekleyerek. “Anlatılacak bütün hikayeler tükendiyse ne olacağını soruyor sonlara doğru. Açıkçası benim de hep sorduğum soruydu, David Shields’in Reality Hunger adlı benzersiz kitabını okuyana dek. Artık öğrendim ki “Güneşin altında yeni bir şey yok” cümlesi ilk kez M.Ö. ikinci yüzyılda, Terence tarafından dile getirilmiş. Anlıyorsunuz değil mi? Güneşin altındaki yeni şeyler ve hikayeler neyse ki hiç bitmiyor.

Okuru aldatmak ya da geleceğin klasikleri

Postmodernizmin en ayırt edici özelliği okuru aldatmak olabilir mi? Romantizmde olduğu gibi tek yönlü karakterleri unutun, iyi ya da kötüyü, siyah ya da beyazı unutun. Romanın başından sonuna kadar durmadan kötülük eden adamları, yapılan kötülüğü bir türlü fark etmediği için size tırnaklarınızı yediren iyi niyetli kadınları. Yuva yıkan acımasız kadınları, saf, belki de biraz alık durmadan kandırılan erkekleri unutun. Çünkü modernizm sonrası roman sizi yanıltmayı vaat ediyor. Son sayfaya kadar kişiliği, muhtemel davranışları hakkında kesin yargılara varamayacağınız hatta vardığınız tüm yargıların yalan çıkacağı karakterleri de…

Konuya bir anımı anlatarak başlamak isterim ve hayır sıkıcı bir anı olmayacak. Yüksek lisansta Postmodernizm dersi alıyoruz. Bir avuç insan olduğumuzdan dersi hocamızın odasında işliyoruz. Ders öğle arasından sonra başlıyor. Sınıftaki arkadaşlardan biri Maraşlı. Memleketinden Maraş otu diye tütüne benzer bir “şey” getirmiş. Şey diyorum çünkü sigara kağıdına sarılarak dilin altına veya dudağın iç kısmına konulduğunda “kafa yapıcı” etkisi olduğu dışında bir bilgim yok o zaman bu otla ilgili. Maraş’ta bakkallarda bile satıldığını ve illegal olmadığını hatta ev kadınlarının bile kullandığı bir çeşit keyif verici, zararsız bir ot olduğunu söylüyor arkadaşım. Ben de bir merak denemek istiyorum. Dudağımın iç kısmına kağıda sarılı otu yerleştiriyorum. İlk birkaç dakika hafif beyin karıncalanması akabinde mide bulantısı ile kendimi tuvalete zor atıyorum. Benim için deney başarısızlıkla sonuçlanıyor; midem alt üst ve rengim sapsarı olarak derse giriyorum. Derste de kendimi kötü hissedince rahatsızlandığımı söyleyerek çıkıyorum. Arkamdan hocamız “Seçil’in neyi var?” diye sorunca arkadaşlarım, öğle yemeğini okulun yemekhanesinden yemişti gıda zehirlenmesi olabilir, diyorlar. (Derse girmeden on dakika önce Maraş otu denemeye kalktı diyemiyorlar tabii o an). Bu yalanlarının üstüne beklemedikleri durum ise; hocamız öğrencisinin yemekten zehirlenme ihtimaline o kadar sinirleniyor ki hemen yönetimi arıyor, dilekçe yazacağını, şikayet edeceğini, nasıl olur da yemekhanenin öğrencilerinin sağlığıyla oynadığını soruyor. Neyse ki ikna ediyor arkadaşlarım da hocamız şikayetten de dilekçeden de vazgeçiyor.

Sonrasında bu olay üzerine hiç konuşulmadı. Biz her hafta söz konusu hocanın Postmodernizm derslerine devam ettik. Sonuna bir türlü gelemediğiniz kitaplar gördük derste. Şahane Hatalar tarzında kendi seçimlerinizi yaptığınız bir kitap düşünün ama aradaki tek fark bu kitapta sıçradığınız her bölüm sizi başka bir bölüme yönlendiriyor ama bir sona ulaşmanız mümkün olmuyor. Özellikle pop-art ile birlikte zirve yapan Post-it yöntemi. Artık intihal diye bir şeyden söz edemez miydik? İstediğimiz gibi bir yazarın bir cümlesini hatta bir paragrafını kendi hikayemize alabilir miydik? Okura güvenmeli ve ona büyük sorumluluklar yükleyerek söz konusu alıntı yapılan yazarı zaten tanımasını mı beklemeliydik?

Benim Maraş otu denemeye kalkıp hastalanmamın ardından geçen sanırım yaklaşık iki ayın sonrasında, sınıftan arkadaşlarım ve söz konusu hocamızla okul dışı bir ortamda buluştuğumuzda, konuşma nasıl oraya geliyor bilmiyorum ama ben biraz da pek sevdiğim hocamı aldatmış olmaktan duyduğum vicdan azabıyla, dersinde hastalandığım günü hatırlayıp hatırlamadığını soruyorum, çok net hatırlıyor ve ben o gün olanın olduğunu bildiği şey olmadığını aslında Maraş otu denemeye kalktığım için rahatsızlandığımı ve o günün tamamını hasta olarak geçirdiğimi söylüyorum. Hocamızın verdiği tepki ise o güne kadar işlediğimiz birçok derse bedel oluyor:

“Vay canına çocuklar gördünüz mü? İşte bu Postmodernizm!”

Ta ta ta! Hocamın gözünde yemekten zehirlenmiş zavallı kız olan ben bir anda derse girmeden önce keyif verici ot kullanmaya kalkan bir sorumsuza dönüşmüştüm. Yani ben ve arkadaşlarımı metin ya da karakter, hocamızı ise okur olarak düşünürsek; hikayenin sonu hiç de düşündüğü gibi çıkmamış, hikaye bambaşka bir sona gitmişti.

Edebiyat, özellikle de roman sanat dalları arasında tarih boyunca değişimi en yavaş olan tür olarak çıkıyor karşımıza. Resim sanatını düşünelim mesela, işin içine zamanla teknoloji giriyor, malzemesi, mekanı değişiyor. Duvarlara oradan tuval ve kağıda sonra yine duvarlara, bitkisel boyalar parlak boyalar, kolajlar, reprodüksiyonlar… Postmodernist sanatçılar resim ve heykel gibi sanatlara yeniden üretimler ile bambaşka anlamlar kazandırıyor; sanatı beş çayı içerken eldivenleriniz olmadan konuşamayacağınız ya da izleyemeyeceğiniz bir şey olmaktan çıkarıypr. Tiyatro da roman gibi belli bir mekana (romanda kağıt tiyatroda sahne oluyor bu ‘belli mekan’) sıkışmış gibi görünse de seyircinin de interaktif olarak oyunun içine katıldığı oyunlar ortaya çıkıyor. Edebiyatta ise, Kafka’nın meşhur Dönüşüm’ünde bile bir adam sabah uyandığında kendini devcileyin bir böceğe dönüşmüş olarak bulsa da Gregor Samsa’nın anne, babasının davranışları romanın sonuna geldiğimizde bile hiç değişmiyor; bizi çok da şaşırtmıyor. Yani başından sonuna kadar aşağı yukarı aynı insanlar olarak kalıyor, olaylara onlardan hiç de beklemediğimiz bir tepki vermiyorlar. Veya içlerinden hiç de beklemediğimiz biri çıkmıyor. Edebiyatın şeklinin ve içeriğinin başkalaşması her seferinde edebiyat nedir, daha doğrusu bu edebiyat mı hatta bu da mı edebiyat sorularıyla karşılaşıyor.

Yani Postmodern edebiyat hem biçim olarak hem de içerik olarak okuyucuyu şaşırtmak, kağıdın, kalemin sınırlarını zorlamak demek olabilir mi? Artık Postmodern klasikler arasında yerini aldığını tartışmadığımız, şu an tartışsak bile yirmi sene sonra emin olun tartışmayacağımız, Chuck Palahniuk’un Gösteri Peygamberi kitabında sayfa sayılarının geriye doğru akmasına hangimiz şaşırmadık ya da Jonathan Safran Foer’in Aşırı Gürültülü ve İnanılmaz Yakın kitabında giderek daha da kararan, üst üste binen hatta okunmaz hale gelen kelimeler; anlatının bir parçası olan haritalar, resimler gördüğümüzde ya da Hakan Günday’ın Daha’sında metnin kenarındaki el yazısı eklemelerle karşılaştığımızda.

Hadi biçim olarak kağıdın, kitabın imkanları bu şekilde zorlandı, peki ya anlatının imkanlarını nasıl zorlamalı? Yeryüzünde anlatılacak bütün hikayeler anlatıldıysa, öyle ütopik, distopik evrenler ya da fantastik bir hikaye de yaratmayacaksak, anlattığımız yine insan hikayesi olacaksa başka ne yapabiliriz? Cevabı biraz yukarıda anlattığım hikayede ve çokça da okurla metin arasında: okuru kandırabilirsiniz, lütfen çekinmeyin okuru aldatabilirsiniz. Ve biz okurlar aldatılmaktan mutluluk duyarız. Yeter ki bunu görkemli bir şekilde yapın.

Kafamızı karıştırın, masum olduğuna emin olduğumuz karakterin katil çıkmasını sağlayın ama öyle ki onun bu cinayeti neden işlediğini de anlamaya çalışalım belki ona sempati bile duyalım, kötü karakterleri sevelim, acaba o kadar da kötü değiller mi diye düşünelim hatta biraz daha ileri gidelim ve onu kendimize benzetelim (kim tam anlamıyla iyi veya kötüdür ki!). Bize başından beri gözümüzde pis, adi olan bir karakterin aslında bir kahraman olduğunu gösterin ama öyle sorgusuz sualsiz hayran olacağımız kusursuz bir kahraman değil boşlukları olan bir kahraman.

Yaşadığımız hayata çok da benzemiyormuş gibi görünen, şaşırtmacalar, yanılgılar, sürprizler, tesadüfler barındıran bu anlatılar, bu absürt karakterler aslında ilk defa gerçeğe bu kadar yaklaşıyor. Hatta postmodern romana serpiştirilen ufak tefek acayiplikler, fantastik olaylar, uçuk rastlantılar, bile bu hikayeleri çok gerçek ve çok hayatın ta kendisi olmaktan alıkoyamıyor. (“Peki romandan hayatın ta kendisi olmasını mı istiyoruz?” bir başka tartışmanın konusu ama 21. yüzyılın görkemli kaybedenlerinde kendimizden bir parça bulmayı sevdiğimiz açık).

Günümüzde yeni bir edebiyat yaratıldığını anlamamız, dünyada Chuck Palahniuk, Irvine Welsh, Jonathan Safran Foer; Türkçe edebiyatta Murat Uyurkulak, Alper Canıgüz, Murat Menteş, Hakan Günday gibi isimlerin, birer klasiğe dönüşeceğini görmemiz için biraz zaman geçmesi gerekecek gibi görünüyor. Bazılarının çok satan diyerek burun kıvırdığı, bazılarının inşa ettikleri yeni dünyayı şimdiden keşfettiği çağımız yazarlarının en büyük sırrı ise kim bilir belki de okuru aldatmak olarak edebiyat tarihine geçecek.

Seçil Epik

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments