Selim’i o büyük sofraya uğurlarken
Yazının bir iki paragrafını almıştım ama madem sayı artık piyasada değili, tamamını koyabilirim o halde…
Gene de girişi falan ellemedim, öyle bıraktım :)
Canım Filiz Aygündüz’ün ricasıyla Milliyet Sanat dergisine bir Selim İleri yazısı yazdım. “Hepimizin bildiği Selim İleri’yi istemiyorum bu yazıda, onu daha içeriden anlat,” dedi Filiz. Ben de öyle yaptım. Aşağıda yazının başlarından bir bölüm yer alıyor, devamı Milliyet Sanat dergisinin Şubat 2025 sayısında.
Selim İleri: “Bu filmi mutlaka seyretmenizi rica edeceğim sizden”
Selim’i o büyük sofraya uğurlarken
Koskocaman bir sofra kurulmuş. Selim İleri’yi görüyorum, dostlarıyla beraber. Başta seçemiyorum yüzlerini ama dikkatli bakınca netleşmeye başlıyor hepsi. Behçet Necatigil, Oktay Rifat. Attila İlhan, Peride Celal. Sait Faik. Orhan Kemal. Çolpan Hanım ve Sadri Bey. Ömer Kavur. Cüneyt. Sevgili annesi Süheyla Hanım da orada.
Hafiften yağmur çiseliyor ama hiçbirinin masadan kalkmaya niyeti yok. Birbirlerine anlatacak çok şeyleri var; özlem büyük. Selim gülümseyerek dinliyor. Yorgun olmasına yorgun ama uzun süredir olmadığı kadar da mutlu. Rüzgâr sararmış bir yaprağı masaya savuruyor. Selim uzanıp alıyor onu okşarcasına, büyük bir ihtimamla cebine yerleştiriyor. Üşümesin diye. Çocukluktan kalma bir alışkanlık.
Uykuyla uyanıklık arasındaki bir zaman diliminden âna dönüyorum. Az önce gördüğüm bir rüya mı yoksa gerçek olmasını her şeyden çok istediğim bir hayal mi, bilmiyorum ama kendimi tuhaf bir şekilde huzurlu hissediyorum.
Selim’in artık hayatta olmayan dostlarına aşinayım aslında. Hayır, kitaplarını okumuş, filmlerini seyretmiş olmaktan bahsetmiyorum sadece, Selim’le Safa Meyhane ve Koço’daki buluşmalarımıza sık sık konuk oldukları için de tanıyorum onları. Çoğu zaman ortak dostlarımız olurdu yanımızda ama ortalık sessizken, tenhayken eskiler teker teker sökün etmeye başlardı. Bazen gülerek, bazen de yanaklarına süzülen birkaç damla göz yaşıyla anardı onları Selim. O kadar çok dinledim ki hepsini, neredeyse benim de dostum sayılırlar.
Cüneyt Arkın mesela. Hiç beklemediğimiz bir anda gelip oturuvermişti bir gece masamıza. Geliş o geliş. Öyle bir etki yaratmıştı ki haftalarca başka kimse olmamıştı. Çekingenliği, sevecenliği ve içinde her an patlamaya hazır öfkesiyle hiç tanımadığım bir Cüneyt Arkın’dı bu adam. İnanmazsınız ama Deniz Gezmiş’lerin idam edildiği o yıkım gecesinde kendini tutamayarak sabaha kadar hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Bir televizyon yayınında yıllardır kendisini aramayan arkadaşına seslenerek “haydi artık, bir son verelim şu dargınlığa,” diyebilmişti. O hayalet geliş gidişler, art arda sıralanan hatıralar birkaç haftaya yayılmış ve sonunda Selim, son romanı Sen Diye Biri’ni yazmaya başlamıştı. Bir Cüneyt Arkın romanı olacaktı ama sonra işler değişti; giden herkes Selim’in zihninde buluştu ve ortaya bambaşka, çok kalabalık bir “sen” çıktı.
Yazmakta zorlandığım bir yazı bu. Selim, öyle beklemediğim bir zamanda gitti ki. Her ölüm erkendir, vakitsizdir kuşkusuz ama Selim’le ölümü bağdaştırmak benim için iyice zor. O hep burada, bizimle olacak, geçmişi, geri gelmeyecek zamanları adeta mitsel bir kahraman gibi bize sürekli hatırlatacak ve bugünün kayıtlarını tutacak, gelecek kuşaklara aktaracak gibi geliyordu bana; başka türlüsünü düşünemiyordum.
Onun ardından yazmak çok zor. Ortak dostumuz Filiz Aygündüz istemese yazamazdım da. İzin verirseniz bu kez onun edebiyatçılığını anlatmak yerine kendimi akışa bırakarak daldan dala uçacağım.
Şafak Çiçekleri
Bir gün ona küçükken okuduğum bir çocuk kitabını, Şafak Çiçekleri’ni anlatmıştım. Masal bu ya, her şafak vakti bir an için açan, hemen ardından da soluveren esrarlı çiçekler vardı kitapta. Ben doğmadan çok önce basılmıştı. “Yaprakları dokunsam yırtılacakmış gibi geliyor, o yüzden nadiren açıp bakabiliyorum güzel resimlerine,” demiştim. Ertesi hafta Selim o harikulade çiçeklerin bir resmini yapıp getirmişti. O güne dek aldığım en güzel armağandı.
Yetenekli bir ressamdı. İyileştikten sonra kendine oluşturduğu rutinde gündüzlerini resim yapmaya ayırmıştı. En çok çiçekleri, yaprakları resmetmeyi sevdiğinden ona ilham olsun diye elim kolum Burgazada’dan topladığım çiçeklerle, yapraklarla, tohumlar ve kozalaklarla dolu giderdim buluşmalarımıza. Evinin koridorlarında ve banyo ve mutfak dahil bütün odalarında duvarlar boydan boya bu resimlerle doluydu. Aile fotoğraflarının, Aliye Berger ve birçok başka kıymetli ressamın eserlerinin yanında. Baş döndüren bir galeri! Eski defterlerin arasında kurutulmuş çiçekleri andıran bu küçük tabloları edebiyatla harmanlayacağı farklı bir sergiye hazırlanıyordu.
Sen Diye Biri ve Füsun Akatlı kitabına hazırlık
Bir dakikasını bile boş geçirmediği bir hayat yaşadı. Çok yazdı. Hem de uyumadan, sabahlara kadar yazdı. Zamanının tükenmeye yüz tuttuğunu hissediyordu belki. Geçen yıl Yalnız Evler Soğuk Olur’u tamamlamış, ardından Deniz Durukan ve Turgay Kantürk’le bir Sait Faik kitabı hazırlamıştı. Vasiyet romanı Sen Diye Biri’ni son haliyle yayınevine teslim edeli daha iki-üç hafta olmuştu. Yakında başlamayı planladığı yeni kitabındaysa çok sevdiği, özlemle andığı eleştirmen Füsun Akatlı’yı yazacaktı.
Televizyon için Yalnız Okurlar İçin adlı nefis bir edebiyat programı yapmıştı, mutlaka biliyorsunuzdur. Ardından Kırık Bir Aşk Hikâyesi’nin televizyon dizisi haline gelmesi söz konusu oldu. Son haftalarda hangi rolü kim oynasın diye konuşuyorduk aramızda. Erkek oyuncuyu seçmiştik de kadın oyuncuda kararsızdık, iki ihtimal arasında gidip geliyorduk. İhtimal dediysem, eğlenmek için. Çünkü Selim pek gönüllü değildi aslında. Böyle bir dizinin çekilmesi ona göre artık hayatta olmayan Ömer Kavur’a haksızlık olacak, Kavur’un yönettiği filmin etkisini zayıflatacaktı.
Fotoğraflarının, ona gelen mektupların birçoğunu yakmış, yok etmişti. Öte yandan gözü gibi baktıkları da vardı. Bir okuruyla uzun süre yazışmışlardı. Öğretmen olan bu hanım son mektubunda sağlık sorunlarından bahsetmiş, ertesi hafta ameliyat olacağını yazmıştı. Sonra… Sonra bir daha mektup gelmemişti. Sen Diye Biri’nde ölümsüzleştirdiği ünlü, ünsüz kişiler arasında o hanımefendi de var.
“Aman hasta olmasınlar!”
Selim, kadri bilinmemiş yazarları, eserleri her vesileyle hatırlaması, hatırlatması sebebiyle edebiyatta duyarlılığın, hakkaniyetin, merhametin simgesiydi. Küçükken ipte asılı kalmış mandalların yağmur altında titrediğine, yırtılan kâğıtların canı yandığına inanır, yumurta kabuklarını bile saklarmış. Hayata, insanlara, canlı cansız herkese, her şeye merhametle bakmayı hep sürdürdü. En sevdiğim romanı Solmaz Hanım: Kimsesiz Okurlar İçin’deki Solmaz Hanım gibiydi bir bakıma: “Romanlarım üşüyecek diye düşünüyordu. Kar kokusu odayı dolaşmış, kapakları resimli romanlara sinmişti. Aman hasta olmasınlar!”
Başkalarındaki merhameti görmekte de eşsiz bir kabiliyeti vardı. Yayın yönetmeni olduğum edebiyat dergisi Picus’a verdiği söyleşide anlatmıştı: “Çocuktum. Bir sabah Bahariye Caddesi’nde iki tekir kedi görmüştüm. Yavru değillerdi ama yan yana yürüyorlardı. Oysa kediler yalnız yaşar. Sonra bir evin kapısı açıldı. Eski Kadıköyü evlerinden, kapısına yedi sekiz mermer basamaklı merdivenle çıkılan. Bir kadın kedilere yemek verdi. Kedilerden biri yiyor, öteki de yiyecekleri onun önüne iteliyor. Anlaşılır şey değil. Ama sonra fark ediyorsunuz: yiyen kedi kör! Daha o anda anlamıştım, hissetmiştim yaşamın nasıl şefkate, dayanışmaya muhtaç olduğunu.”
“Romanım dağıldı, romanım parçalandı”
Bizde methiyenin de unutuşun da temelsizliğini, edebiyat tarihimizin bir göklere çıkartmalar ve yerle yeksan etmeler silsilesi olduğunu konuşmuştuk bir keresinde. Sevdik mi çok seviyor, yok saydık mı tam yok sayıyorduk. Solmaz Hanım’ın başlarında bir yerde anlatıcı, yani Selim mealen şöyle diyordu: “Toplumu saran vurdumduymazlık, her şeyi hafife alış, en büyük acılar, başkalarının en büyük acıları karşısında bile yanak çukurlarına gülücükler kondurmak midemi bulandırıyor fakat hiçbir şey yapamıyordum. Gerçi vurdumduymaz olan toplum değildi, insanlar eskisinden de çok acı çekiyordu ama kitle iletişim araçları bu acıyı örtbas ediyor, bizim de öyle yaşamamızı istiyordu. Ciddiye alınacak hiçbir şey kalmamış gibi gösterildiğinden sıra yazmaya gelince de her türlü yazının bir oyun olduğu ileri sürülüyordu. [Böylece] romanım dağıldı, romanım parçalandı.”
Öte yandan okuruna olan güveni ve sevgisi hiç değişmedi. Yayın dünyasında olup bitenlerse umudunu yitirmesine yol açıyordu. Onun ölümünden sonra saldırganlıklarından hoşnut YouTube videoları çekenleri, ölü neşe taklitleriyle kinlerini, kıskançlıklarını saklayabileceklerini sananları, Selim yokmuş, hiç olmamış, ölmemiş gibi davrananları da ben unutmayacağım sanırım.
Callas ve Bayan Stone sevgisi
Biraz hafifleyelim… Selim akıllı telefon kullanmayı reddediyordu. Fakat gecelerin ilerleyen saatlerinde benim telefonum aracılığıyla sevdiği filmlerden fragmanlar, sahneler seyretmeye bayıldığı da bir gerçek. Mesela bir gece Zefirelli’nin “Callas’dan bile daha fazla Callas oldu” dediği Fanny Ardant’ı izlemiştik. Başka bir gece, Bayan Stone’un Roma Baharı’nın film uyarlamalarını karşılaştırmış, Vivien Leigh’nin bu role Helen Mirren’dan daha uygun olduğuna karar vermiştik. Anna Magnani’nin cenaze merasiminde Roma sokaklarını dolduran kalabalığa inanamamıştık. Eski şarkılara sardırmıştık bir ara da. En son Bir Başkadır dizisini seyretmiştik. Onu da çok sevmişti.
Son gece
Fakat akşamüstünden ertesi sabah gün doğana kadar aralıksız konuştuğumuz, hatıralardan, sevdiğimiz insanlardan, gidenlerden, kalanlardan, hayallerimizden, yapacaklarımızdan, korkularımızdan, geleceğe dair umutlarımızdan bahsettiğimiz son yılbaşı gecemiz bambaşkaydı.
Şişli’deki evindeydik. Eski İstanbul mezeleri yaptırmıştı. Rakıydı, sohbetti, müzikti derken bir baktık saat iki olmuş ve biz yeni yıla giriş anını kaçırmışız. Sabahın 8’ine kadar kaldım orada. Ayrılırken “Seni geçireyim,” dedi. Artık yürüyemediğini bir an için unutarak. O unutuşun idrakiyle gelen kopkoyu hüzün ve suskunluk. “Seneye yılbaşı gene beraber oluruz,” dedi. Birbirimize sarıldık ve çıktım. Hepsi bu kadar. Sesi hâlâ kulağımda. Dışarıda bu kez ben ağlıyordum. Ah, insan fark etmeden seziyor bazı şeyleri sanki.
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest