Huzurlarınızda Nicolai Hel
Posted by gülenay börekçi on February 25, 2012 · 7 Comments
Trevanian’ın Şibumi’sini okuyup âşık olalı 20 yıl’ı geçti. Bu kitap hakkında daha önce defalarca yazdım. Trevanian’a ulaşmak için de bir ara, 90’ların başında epey bir uğraşmıştım da. İnsanın gerçek kimliğini bile bilmediği bir yazara ulaşması zor tabii, haliyle başaramadım. Derken ani bir kararla bütün Trevanian kitaplarını önüme alıp, yazarına dair bir ipucu bulabilir miyim diye yeniden okumaya başladım. Buldum da…
Trevanian hem gerçek adını, hem de kimliğini yazdığı romanlara son derece zekice bir şekilde yerleştirmişti. Bir kitabın içinde okunan bir kitabın yazarı olan sinema hocası Rodney Whitaker adı, benim de ilk kez o zaman dikkatimi çekmişti. Bu kez Whitaker’ı araştırmaya başladım. İnternetin ilk yıllarıydı, bense henüz bir araştırma acemisiydim. Gene de bir şeyler buldum. Tahminimi Tempo dergisindeki köşemde yazdım da. Yıl 1994’tü. Ve 1990’ların sonunda Trevanian kendi kimliğini bizzat cümlealeme açıkladı. Bingo! Evet, haklıydım. Yazar, kır saçlı sinema tarihi hocası Rodney William Whitaker’dan başkası değildi.
Her neyse, Trevanian tutkumu paylaştığım arkadaşlarımdan biri de Egoist Okur’un vazgeçilmez yazarlarından Aycan Aşkım Saroğlu oldu. Bugün bu yazıyı gönderince, sevinçten havalara uçtum. Okuyunuz…
Gülenay Börekçi
Şibumi: Huzurlarınızda Nicolai Hel
Hani bazı kitaplar vardır -bir türlü elinizden bırakamazsınız. Bırakırsanız, doludizgin, adrenalin yüklü ve haz dolu bir serüveni kaçıracakmış gibi hissedersiniz kendinizi. Her yere o kitabı taşırsınız, sizden ayrıyken serüven devam edip biter diye korktuğunuzdan… İşte Şibumi öyle bir kitaptır. Elinizden bir saniye bile bırakamazsınız.
On beş yıl önce falandı, arkadaşım Gülenay Börekçi bahsetmişti Şibumi’den… Derhal gidip aldım ve okumaya başladım… ‘Öğrenci hazır olduğunda öğretmen ortaya çıkar sözü’nü tam anlamıyla kanıtlarcasına kendime güven tazelemeye, inancımı bilemeye, kendimi ileriye atacak motivasyonumu sağlamaya ihtiyacım olduğu zamanda geldi kitap elime…. Ve ihtiyacım olan her şeyi verdi bana.
Şibumi ve esas karakteri Nicolai Hel, bir ‘kahraman’dur, birçok üstün özelliği vardır ama en güzel tarafı bütün bu üstün özelliklerini tamamen insan iradesi, çabası, inancı ve birikimiyle elde etmiş olmasıdır. Azmin zaferini anlatır Şibumi, işte tam da bu yüzden, unutulmazdır, başyapıttır. Trevanian’ın Şibumi’sindeki Nicolai Hel, birçok Hollywood filmindeki üstün nitelikli kahramanlara örnek olmuştur, bunu hiç istemediği halde. Çünkü Amerikalı yazarın Şibumi’si tam Amerikan karşıtı bir romandır, Amerikan kapitalizminden nefretinin kokusu burnunuza kadar gelir.
Kitabı okurken elinizden bırakamazsınız demiştim, ama arada elinizden bırakır, yatağa uzanır ve derin derin soluk alarak hikayeyi bütün hücrelerinize yedirirsiniz. Nicolai Hel’in hayalini kurarsınız, onun gibi ‘yakın algılama’ tekniğine kavuşmayı umut edersiniz, birkaç dil öğrensem dersiniz, uzak doğu sanatlarına merak salarsınız, onun gibi biri olmayı ya da onun gibi bir adamın sevgilisi olmayı düşlersiniz.
Her zaman tartışma konusudur ya, ‘herkesin yeri doldurulabilir’ geyiği, buna hiç inanmadım. Elbette hayat devam eder, birileri gider dünya sahnesinden başkaları gelir ancak özel eserlerin, insanların, yapıtların yeri her zaman farklı olacaktır. Onlar hep kendi özgün ve biricik varoluşlarını sürdürecektir. Bir tane Elvis olacaktır. Bir tane Maradona. Bence Şibumi de öyle bir kitap, biricik, yeri doldurulamaz ve yenisi yazılamaz.
Benzerleri çıkabilir ama asla onun özgünlüğünü, soluk kesiciliğini, edebiyata ve insanların hayatına vurduğu damgayı silemez.
Asıl adı Rodney William Whitaker olduğu sonradan öğrenilen, karısının isteği üzerine İngiliz tarihçi G.M. Trevelyan’dan apartarak kendisine Trevanian diyen yazarın gizemli, felsefi, insan üstü, kozmopolit roman kahramanı Nicholai Hel bütün gücünü bu karmaşık kültürel kökenlerinden alır biraz da.
Zira, Şangay’da doğmuş yarı Rus yarı Alman bir adamdır, üstüne üstlük bir Japon generali tarafından büyütülmüştür. Üstat Oteka San tarafından Go oyununda eğitilmiştir. Baskça dahil yedi dil konuşur. Bir Japon bahçesi vardır. Gurmedir. Silahsız öldürme sanatı üstadıdır. Mağaracıdır, dövüşçüdür, profesyonel terörist avcısıdır, ezoterik seks yapar, ‘yakın algılama’ konusunda bir numaradır ve bir dönem Amerikan gizli servisi adına çalışsa da azılı bir Amerika düşmanıdır.
Nicolai Hel annesinin erken ölümünden sonra bir Japon generali, general Kişikavasa tarafından büyütülür. Kişikavasa küçük Nicolai’yi satrançtan da zor bir oyun olan Go öğrenmesi için Oteka San’ın yanına götürür. Yedi yıl Go çalışan Hel Amerikalıların saldırısı sırasında hem Oteka San’ı hem de büyük aşkını kaybeder. Yedi dil bildiği için CIA’in bir şifreli mesajını çözerek orada işe başlar. Aradan geçen zamanda General Kişikavasa’nın savaş suçlusu olarak mahkemeye çıkarılacağını öğrenir ve onunla temas kurmayı başarır. General, işkence altındadır, onuru kırılmıştır, ölmek onun için kurtuluş olacaktır. Nicolai Hel zor şartlar altında generale ulaşır ve yalnızca iki parmağının arasına aldığı bir kurşun kalemi kullanarak generali öldürüp acılarına son verir. Tutuklanır, hapiste kendini daha da geliştirir, tam bir vecd ve içsel huzur yani Nirvana düzeyine gelebilmeyi öğrenir.
Bundan sonraki olayları öğrenmek isteyenler kitabı okusunlar. Şimdiden temin ederim ki hiç pişman olmayacaklar.
Kitabın en şahane bölümleri Nikolai Hel’in hocası Oteka San’la konuştuğu bölümler. Şibumi’yi bu kadar özel kılan da bu felsefi yoğunluğun, soluk soluğa okunan bir macera romanı içine yedirilmesi. İnsanın kendine inanma ve aşma ihtiyacı içinde olduğu bir dönemde okunursa müthiş motivasyon sağladığı hatta omuzları dikleştirdiği bir gerçek. Üstelik dili son derece akıcı ve provakatif. Tabiri caizse sıkı gaza getiriyor.
Türkçesi zarafet, nezaket anlamına gelen Şibumi ne demek peki? Kitap buna şöyle cevap veriyor:
“İnsan Şibumi’yi nasıl elde eder, efendim?”
“İnsan Şibumi’yi elde etmez. Ancak onu keşfeder. Bunu yapabilecek pek az sayıda üstün nitelikli insan vardır. Dostum Otake-San gibi.
“Yani insan Şibum’i düzeyine gelmek için çok şey mi öğrenmeli?”
“Daha çok, bilgilerden geçip basitliğe varmak gerek. O kadar doğru bir söz ki cesaretle söylenmesine gerek yok…
O kadar dokunaklı bir olay ki güzel olmasına gerek yok…
O kadar gerçek ki sahici olmasına gerek yok… Bilgiden çok anlayış. İfade dolu bir sessizlik. Kendini kanıtlama gereği duymayan alçakgönüllülük. Zarif bir basitlik. Büyük bir ruhsal rahatlık ama pasiflik değil. Hakimiyet peşinde olmayan otorite…”
Evet işte bu. Hakimiyet peşinde olmayan bir otorite ne kadar çekicidir hiç düşündünüz mü? Tamamen doğal, kendiliğinden, içinde insan açgözlülüğü, egosu, hırsları ve kıskançlığı olmayan bir otorite.Tıpkı tanrısal otorite gibi. Tanrısal otorite hakimiyet peşinde değildir, zaten hakim olduğunu bilir, hakimiyet peşinde olan tanrısal otoriteyi kendi hakimiyetleri için kullananlardır, mesela kilise…
Zorbaların sonuncusu: Kalabalıklar
Kitap müthiş cümlelerle dolu, bazen zehirli bir dili de olabiliyor, özellikle Batı’yı ve Batı kültürünün yetiştirdiği protip kalabalıkları eleştirirken:
“Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür… Fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder. Hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tekdüzelikleriyle. Kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır…”
Amerikan kapitalizmini anlatan ve bugün gelmiş olduğumuz hayatı öngören şu pasaj için bile Şibumi okunmaya değerdir:
“Beni sıkan Amerikalılar değil, Amerikanizm” dedi Hel. “Sanayi ötesi dünyanın kötü bir hastalığı bu. Sırasıyla bütün merkantilist ülkelere bulaşacağı da ortada. buna Amerikancılık denmesinin tek nedeni, hastalığın en ileri halinin senin ülkende görülmesinden. Tıpkı İspanyol nezlesi falan gibi. Belirtileri ise önce iş ahlakının yok olması, sonra iç değerlerin azalması, sürekli dışardan eğlence bekler duruma gelinmesi, bunun peşinden de ruhsal çürüme ve manevi uyuşma. Hastalığa yakalananı tanımak için en iyi işaret, o insanın durmadan kendisiyle ilişki kurabilmeye gösterdiği çabadır. Kendi ruhsal zayıflığının ilginç psikolojik bir durum olduğuna inanır. Sorumluluktan kaçmasını, yeni deneylere hazır oluşuna yorumlar. Hastalık ilerledikçe kişi, insan uğraşları içinde en önemsiz olanını aramaya, onun peşinden koşmaya başlar: Eğlencenin…”
Televizyonlara bir bakın, ne görüyorsunuz? Durmadan eğlenmeye çalışıyoruz, bu eğlenmeye çalışma halinin kendisi bile bu derece acıklıyken…
Peki insan nasıl mutlu olur? Onun da cevabı var kitapta:
“İnsanı en mutlu eden şey, ihtiyaçlarıyla varlıkları arasında bir denge olmasıdır. Bütün sorun, bu dengenin nasıl sağlanacağı. İnsan bunu belki varlıklarını yükseltip ihtiyaçlarının düzeyine çıkararak yapabilir ama bu, budalalık olur. Bunu yapmak, arada bir sürü doğa dışı şeyler yapmayı da gerektirir. Pazarlık etmek gibi, çalışmak gibi, çabalamak gibi… Öyleyse? Öyleyse akıllı bir adam dengeyi, ihtiyaçlarını azaltarak, yani onları varlıklarının düzeyine indirerek sağlar. Bunu yapmanın en iyi yolu, bedava olan şeylerin değerini bilmektir. Dağların, kahkahanın, şiirin, bir dostun verdiği şarabın, yaşlı ve şişman kadınların. Bakın bana! Ben elimdekilerle mutlu olmayı çok iyi bilen biriyim.”
Aycan Aşkım Saroğlu
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Bu yazınız vesilesiyle Şibumi’yi tekrar okudum. Diğer sevdiğim kitabı Kasaba ile ne kadar farklı türdeler ama ikisi de anlattıkları hikayeleri ne kadar güzel anlatıyorlar. Yazar isimlerini bilmeseniz tamamen farklı türde yazan yazarlar tarafından yazıldıklarını düşünebilirsiniz.
Mutlulukla ilgili son kısım kitabın kahramanlarından Le Cagot’nun sözleri. Bu isim aynı zamanda yazarın mahlaslarından birisiymiş.
Bu kitabı 1992’de Pendikte’ki kızılay gençlik kampında okumuştum. Bana da bir tanıdık uzun kamp döneminde okuman için vermişti. İlk 70/80 sayfa çok zorlanmıştım, fakat kampta zaman geçirmek için fazla alternatif olmaması nedeni ile okumak için ısrar etmiştim. Ve kendimi kitaba kaptırdığımda ara vermek için neler çektim, kamptaki kaç aktiviteye geç kaldım bilemem. Yıllarca aklımda bu kitabın etkisi kaldı. Bir türlü tekrar okuyamadım. Ama Karışık öz geçmişli muhteşem bir kahramanın maceraları yıllar boyu hep aklımın bir köşesinde durdu. Filmini çok merak ediyorum. acaba o sihri o heyecanı taşıyabilecek mi? Kitabı tekrar okumayı hala başaramadım. O kadar soluksuz kalabilecek zaman aralığını ayarlaman… Read more »
Teşekkürler Gülenaycım en sevdiğim yazardı :(
Hissedilen, ancak bu kadar lezzetli anlatılır.
Teşekkürler…
:)
Gulenay merhaba,
Okuyacagim fakat alacagim kitaptaki ceviriye guvenemiyorum. Bu kitabida basit ceviriyle anlami kacirmak istemiyorum. Nereden almami onerirsin?
Simdiden tesekkurler..
Bence Türkçe çevirisi fena değil ama İngilizce de alabilirsiniz.