Egoist okur

Barış Bıçakçı ya da denizin içinde saklı kelimeler

Sel Yayıncılık’tan geçen yıl çıkan Karahindiba’yı son günlerde birçok arkadaşım hararetle tavsiye edip duruyordu. Geç kalmış olsam da fark etmezdi; alacak, okuyacaktım. Ama işte bu yazı acele ederek araya girdi… Yani Sinan Sülün’ü kendi öykülerinden önce Barış Bıçakçı üzerine yazısıyla tanıdım. Yazı, İzafi Dergisi’nin epey konuşulan ve tartışılan Mayıs-Haziran sayısında yayınlanmıştı. Egoist Okur’da da yayınlansa ne güzel olur diye düşünüp Sinan’dan istedim. O da “Peki” dedi.

baris bicakci egoistokur sinan sulun

Keşif

“…Şiddetli bir mikrofon uğultusundan sonra nikâh memuru şahitlerin masaya gelmesini rica etti. Bu sırada ağabeyim birden ayağa kalktı, önce masanın arkasındaki kapıya doğru bir iki adım attı. Sonra davetlilerin yanından koşar adım geçerek salondan çıktı.

Bunun ağabeyimin şakalarından biri olduğunu düşündük. Salondakiler şaşkın şaşkın kapıya doğru bakıyorlardı.

Bir süre bekledikten sonra kardeşimle ağabeyime bakmaya gittik. Dış kapının eşiğinde rengârenk ışıkların altında duruyordu. Başını eğmiş, başparmağı ve işaret parmağıyla burnunu tutmuştu.

Ağlıyordu.

“Babamı gördünüz mü,” dedi “takım elbisenin içinde küçülmüş gibiydi, küçücüktü.”

Bir süre öylece kaldım. Sonra kitabı ranzaya bıraktım. Çevik bir hareketle aşağıya atladım. Ormana bakan pencerenin yanına gidip, camı açtım. Bir sigara yaktım. Serin çam kokusu içeri girerken zihnime takılan bu anı hayal ettim. Babamı öyle gördüğümde ne hissettiğimi, içimdeki koşma istediğini, abimi şaşkın gözlerle takip etmemi, kapının eşiğinde ağlamasını, küçük abimin onu sakinleştirmesini, oğlumun bir anda nereye gittiğini, kocamın ne yapmak istediğini, yazarın bir an’ı nasıl bu kadar sarsıcı anlatabileceğini düşündüm.

İki bin altı yılının serin bir öğleüstü askerde tanıştım Barış Bıçakçı’yla. Aramızdaki En Kısa Mesafe’den sonra iflah olmaz bir okuru oldum. Bütün kitaplarını okudum. Bazılarını defalarca. Bazı bölümleri onlarca kez. Bir arkadaşım neden mütemadiyen aynı kitabı okuduğumu sormuştu bir keresinde. Bilmem demiştim. Bilsem söylerdim.

Yazar

Tarifi zor, anlatılması güç, sadece hissederek okuyanın bileceği bir kırılganlık ve mutluluk barındırır hikayeleri. Yaşadığı zamanın atmosferini mütevazi bir dille anlatan metinlerinde harikulade bir uyum, denge ve simetriyi görürsünüz. Çağımız insanının tragedyasını gösterişsiz ama büyüleyici bir kurguyla aktarır. Bütün sözcükleri bir ayrılık anında söylenen hoşça kal gibi küçük ama taşıdıkları anlam kadar büyüktür.

Okur

Barış Bıçakçı’yı okuyan okur, hafızasının en kuytu köşesindeki bir anıyı çağırırken bütün anılarının bir anda yere döküldüğünü görür. Çocukluğu, ergenliği, gençliği ortalığa saçılmıştır. Kitabı okurken kendi kendine gülümsemesi sakarlığından, utangaçlığı içini birisinin görecek olmasından, okumayı ağırdan alması seneler sonra kavuştuğu arkadaşıyla daha uzun vakit geçirmek isteğinden gelir.

Çocukluk

Onun kitaplarındaki çocukluk, bir babanın evin en küçük oğlunu bakkala göndermesi kadar sıradan, çocuğun aklındaki yoğurt, iki ekmek, bir Maltepe’nin gökyüzünde gördüğü uçağın yaldızlı iziyle ortadan ikiye bölünmesi kadar olağanüstüdür.

An’lar

Bizi alır, an’lara böler, söküklerimizi diker, saçlarımızı tarar, dişlerimizi fırçalatır sonra bizi bize geri verir. Bunu öyle naif yapar ki tüm bunların hangi arada olduğunu asla anlamazsınız. Bir gün bir yerde otobüste/iş görüşmesinde/arkadaşın nikâhında/sevgiliyle ilk buluşmada/editöre gönderdiğiniz dosyada vb. sonsuz olasılıkta bir an’ın içinde birdenbire onun kelimeleriyle düşünürken yakalarsınız kendinizi.

Aşk

“Basit şeyler isteyince, basit şeylerden zevk almaya başlayınca, anlıyorum ki âşık olmuşum.”

Hikâyelerindeki aşk; bir tren garında sevgilisini yolcu eden âşıktan daha çok kompartımandaki maşukun özlemine benzer. Kalanın, bekleyenin değil de beklendiğini bilenin, gidip geri gelecek olanın özlemine.

Fotoğraf Albümü

Bir kitabını okumaya başladığımda eski bir fotoğraf albümüne bakıyormuşum gibi oluyor. Korkuluktan aşağıya doğru sarkmış, geçmişle şimdi arasındaki köprünün altından akıp giden dingin hayatı seyrediyorum. İnsanın ölümlü her şeyin çok anlamsız olduğunu, sevmekten başka çaremiz kalmadığını, hayatın kendi kendilerini kopyalayan dev moleküllerden başka bir şey olmadığını anlıyorum.

Balıkçı

Hiç tanışmadım. Uzaktan da olsa görmedim. Fakat nedense bir balıkçıya benzetirim kendisini. Her sabah erkenden deniz kenarına indiğini, suyun içinde parlayan an’ları edebiyatın oltasıyla yakaladığını düşünürüm. Biz okurlar da kovanın yanındaki küçük çocuklar gibi yakaladığı an’lara hayranlıkla bakar, dokunur ve severiz. Akşamüstü ağır ağır yokuş yukarı evine doğru çıkarken, sakat olduğu için bütün gün pencere kenarında oturan çocuğun kapısına bırakır birkaç hikayesini. Çok mutlu olur, tuhafiyecinin oğlunun bisikletinin jantındaki mavi boncukların sayısını ezbere bilen o çocuk.

Raymond Carver

Yarattığı karakterlerde Raymond Carver’ın kahramanlarındaki o mutluluk ve hüzün karışımı duyguya benzer şeyler hissediyorum. Hikayeleri başka bir hikayeyi, cümleleri başka bir şiiri çağırıyor. Şimdi de bu satırları yazarken aklıma Carver’ın Acı şiiri düşüyor.

Bir sabah erkenden kalktım ve yatağımdan bakınca

taa uzakta, Boğazın çırpıntılı sularında

ilerleyen bir tekne gördüm,

Durmadan ilerleyen tek bir ışık. Perugia’da

dağlara çıkıp ölen karısının adını haykıran

arkadaşımı hatırladım. O öldükten çok sonra bile

Basit yemek masasına karısı için de

bir tabak koyan. Ve karısı temiz hava alabilsin diye

pencereleri açan. Bütün bu gösterişi utanç verici

bulurdum ben. Öbür arkadaşları da öyle.

Bunu hiç anlayamamıştım.

 Ankara

Dört veya beş yaşında olmalıyım. Dedem, anneannem ve ben Ankara Ekspresi’ndeyiz. Ağlıyorum. İstanbul’da bıraktığım annemi özlüyorum. Anneannem pencere kenarında oturuyor. Dedem koridorda. Ortalarında ben. Anneannemin mavi gözleri ıslanmış. Boğazın üstüne sis çökmüş gibi bakıyor bana. Annem hasta. Kız kardeşime teyzem bakacak. Beni Ankara’ya gönderiyorlar.

“Ne zaman geri gelicem?”

“Annen iyileşince seni almaya gelicez,” diyor babam istasyonda.

Dedem bana ağaçları, çayırda otlayan inekleri, dere kenarında masa kurmuş kamyoncuları, trene taş atan çocukları, tarlada çalışan köylüleri gösteriyor. Ağlamayayım diye. Çocukluk bu. Hemen kanıyorum. “Nereye gidiyoruz?” diye soruyorum dedeme. Belki yüzüncü kez. “Ankara’ya.” Sesi anneannemin gözlerine benziyor. “Nasıl bir yer Ankara,” diyorum. Dedem camdan dışarıya bakıyor. Sanki Ankara ordaymış gibi, “Sakin ve güzel bir yer” diyor.

O günden sonra Ankara benim için anne özlemi içinde, sakin ve güzel bir yer oluyor.

Barış Bıçakçı’yı belki de bu yüzden bu kadar çok seviyorum. Sözcüklerinin altında sakladığı özlemi, sakin ve güzel anlatıyor. Gar lokantasında oturmuş, masasında bir kadeh rakı ve kavunla sevgilisinin dönüşünü bekleyen bir adamın sürekli saatine bakması gibi…

Sinan Sülün

İzafi Dergisi’nin Mayıs-Haziran sayısında yayınlanmıştır.

Subscribe
Notify of

3 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
11 years ago

Çok güzel bir kitap Karahindiba. İlk kitabını biraz geç okuduğum için üzerine bir yazı yazamadım ama ikinci kitabını şu sıralar yazdığını biliyorum. Onun için mutlaka yazacağım. Kitabın güzel bir laneti olsa gerek çocukluğumda her nerede görürsem göreyim koparıp üflediğim bu bitki, kitabı okuduktan sonra sürekli okuyanı takip ediyor ve olur olmadık yerlerden bir bakıyorsunuz ki karşınızda bir karahindiba. Gülümsüyorum. Sinan da aynı, kelimelerinin samimiyeti kadar sıcak kanlı ve iyi bir arkadaşım. Onu, uzun uzun saatlerimin geçtiği, manevi yeri her daim çok yüksek olan egoist okur’da gördüğüm için çok sevindim. Dilerim ara sıra da olsa bize konuk olur. Kendi adıma onun… Read more »

11 years ago

Evimi seviyorum. :) Evimin içindekileri de… Bie tek ev sahibini göremiyorum işte. :))