Egoist okur

“Sonunu merak ede ede yazdım bütün romanlarımı…”

Tarih ve felsefe soslu gerilim romanlarıyla tanıdığımız Mehmet Mollaosmanoğlu, yeni romanı Şili’de Alaturka ile okurlarının karşısında. The Roman Yayınları’ndan çıkan kitap tutkulu bir aşkın da hikayesi aynı zamanda.

Suçun ve cezanın edebiyatı: 19+ polisiye tavsiyesi

Mehmet Mollaosmanoğlu: “Sonunu merak ede ede yazdım bütün romanlarımı…”

Şili’de Alaturka’yı konuşmaya başlamadan önce, bölüm başlarına aldığınız epigraflardan söz edelim. Kimi zaman mizahi, çoğu zaman da düşündürücü olan bu aforizmalar çok çarpıcı. Nasıl bir zihinsel mekanizmanın ürünü onlar?

Onlar her bölümün şifresi olan birer epik şiirdi fakat düzyazı olarak basılmışlar. Bir parça can sıkıcı bir durum, neyse ki özlerini kaybettiğini söyleyemem. Şifre dedik, onlar her zaman yaşamın görünmeyen yüzünde yer alır, ulaşmak, idrak etmek çaba gerektirir. Görünen taraftaysa başımıza gelenleri bir kader ve kısmet çerçevesi içinde değerlendiririz ama tamamen soyut bir biçimde. Epigraflarla meçhullerin evrensel boyutuna dikkat çekmeye çalıştım. Romanımın her bölümünün sonunda, “Yaşam algıladığımız kadar mı?” diye bir soru sorarsanız ve dönüp bölümün başındaki epigrafı okursanız belki sorunuzun yanıtına ulaşacak kapıyı aralamış olursunuz.

Şili’ye daha önce defalarca gittiniz. Neydi bu ülkede sizi bunca etkileyen? Daha önce de Çark romanınızda vardı Şili… Şili ile Türkiye arasında bir tür kan bağı mı var?

Peru’yu da ekleyelim… Pek çok ülke gezdim, Bolivya’nın, Vietnam’ın, Bhutan’ın, Sibirya’nın güzelliklerini unutmam mümkün değil fakat Şili ve Peru ülkelerine ruhumu bağlayan bir şey var. Adsız, tanımsız bir şey… Çölden Amazon’a, buzullara kadar farklı coğrafi bölgelere kolayca tek uçuşla ulaşılabilmesinden kaynaklanan bir cazibe mi bu, diye düşünüyorum ama sonra vazgeçiyorum. Evet, mutlaka Şili ve Peru’nun coğrafyası beni cezbediyor fakat bu işin görünen, anlaşılan kısmı. Asıl olan, varoluşumdan gelen heyecan verici bir etki, bunu sözcüklere dökmem çok zor. Bunu da kan bağıyla değil, ruh bağıyla açıklayabilirim.

Şili’de Alaturka’nın mizahı da etkileyici, yer yer kahkahalarla okuyor insan. Diğer yandan bütün bu mizahi dili dengeleyen bir gerilim de dikkat çekiyor ve tam da o gerilim yüzünden bir sonraki sayfayı heyecanla bekliyorsunuz. Siz hangi bölümleri yazarken daha çok zevk aldınız?

Yazarların, eserlerine bir bütün olarak baktığına inanıyorum, yazım esnasında sözcükler, satırlar, paragraflar değişir durur ve sonunda hepsinin yerli yerinde olduğuna karar verdiği anda yazar, zevkle arkaya yaslanır. Bunun yanında coğrafi betimlemelerden de zevk almış olabilirim çünkü Şili ve Peru coğrafyaları beni heyecanlandırıyor, bir de Gabriel’le çok eğlendiğimi söyleyeceğim.

Her şeyle dalga geçebilme kabiliyetine sahip kahramanınız, iş kendi hayatına gelince biraz fazla ciddi, fazla ürkek. Âşık olmaya başladığı güzel, akıllı ve tekinsiz eskort kız Melina’yı üstelik onun gerçekte Türk olduğunu öğrendiği gün acımasızca terk etmesini hatırlayalım… Neydi onu böylesine temkinli hatta düpedüz korkak yapan şey?

Değişip dönüşmek, şartlara uyumun anahtarıdır bir yerde, öyle olmasa yaşam işkenceye dönüşür, öyle değil mi? Zengin, hayta, vurdumduymaz kahramanımızın alışık olduğu sorunsuz hayatı son seyahatinde ansızın saçma ve anlaşılmaz olaylarla örülüyor ve kuşkular, sorular, acayiplikler huyunu-suyunu bir parça değiştiriyor. Hangimiz etrafımızda cereyan eden olayların adını koyamazsak ürkmeyiz ki! Osman’da olan buydu ve ekâbir dünyalımız o süreçte kadim bilgelik emareleri göstermeye başladı. Türkiye’ye dönüp hayatını kaldığı yerden sürdürmeye başladığında yeniden eski Osman olmuş mudur, bana kalırsa hayır fakat okur yine de kendi senaryosunu yazabilir, Osman’ı tanıdılar sonuçta, belki ben yanılıyorumdur.

Eskort kız Melina ile balıkçı kasabası Cobija’da karşımıza çıkan kadın birbirinden hangi yönlerden ayrılıyor size göre?

İnsanlar bir gücün etkisi altına girdiklerinde kalpleri katılaşıyor, beyinse o güçle senkronize hale geliyor. Aşağı yukarı dünyada insanları örgütlemenin biricik formülü ve sonucudur bu. Açıkçası insanlar dillerinden düşürmedikleri özgürlük kavramına hiçbir zaman tam anlamıyla sahip olamadı, bu duyguyu olması gerektiği gibi yaşayamadı. Sorumluluklarımız, şartlarımız, çevremiz varoluşsal özelliklerimizi kesip biçti, bir güzel formatladı. İşin kötüsü insanların pek çoğu bunun farkında dahi değil. Meliha’ya da bu pencereden bakmak gerekiyor.

İnsanlar doğaüstü hikâyelere meraklıdır, doğaüstü olaylar üretmeye de…”

Küçük balıkçı kasabası Cobija ve Gatico’da geçtiği söylenen hadiseleri ve birtakım paranormal olaylara dair rivayetleri internet üzerindeki blogunuzda anlatmıştınız. Mezarlıktan gelen ağlama sesleri ya da şatonun içinde yankılanan çığlıklar romanı yazarken aklınıza geldi mi hiç?

İnsanlar doğaüstü hikâyelere meraklıdır, haliyle doğaüstü olaylar üretmeye de… Zannediyorum hepimiz bilinmeyenin peşinde koşarken tanıklıklarımız ve ürettiklerimizle ilgi çekici olmaya çalışıyoruz. Romanıma konu olan Gatico şatosu ve metruk kasabanın içinde geçirdiğim saatler boyunca envai türlü ses duydum, bunlar ürkütücüydü. Uğultular, çığlıklar ve aryalar farklı enstrümanlar misali romanımın son üç bölümünün alt yapısında yer aldığı için aklıma gelmesi bir yana yeniden yaşadım. O atmosferde bulunmak benim için ilgi çekici bir deneyimdi. Etraftaki çölün ıssızlığıyla okyanusun tekinsizliği korku filminden çıkıp gelmiş bir şato ve üzerine dağ inmiş bir kasabanın kalıntılarıyla birleşince bir değil, bin paranormal hikâye oluşturabilirsiniz.

Bu sesleri Türkiye’ye, 80 yıl önceki bir aile trajedisine bağlamak bir romancı olarak sizi hangi açılardan zorladı? Kahramanınızı bir tabutun içinde uyandırmak trajediye dair mi, yoksa ironiye dair bir şey miydi?

Benim gibi Güney Amerika’nın eski hikâyelerine aşina biri için zor olmadı. Yirminci yüzyılın başında özellikle Ortadoğulu pek çok insan çeşitli gerekçelerle, bilhassa İspanyol tüccarlar aracılığıyla bu topraklara gidip yerleşmiş. O dönemde Ortadoğu ve Kuzey Afrika hâlâ Osmanlı İmparatorluğu etkisinde olduğu için onlara “El Turco” denmiş. Bugün dahi bir sosyal terim olarak “El Turco” kullanılıyor fakat bu sözcükle bugünkü Türkiye vatandaşları değil Osmanlıdan gidip yerleşenler kastediliyor. Hatta ilginç bir örnek vereyim; Peru’da çok ünlü ve prestijli bir erkek berberi zincirinin adı ‘El Turco’ dur, başkent Lima’nın farklı semtlerinde ve birkaç başka büyük şehirde şubeleri olan bu zincirin tüm personeli sakallı, esmer erkeklerden oluşur, fiyatları da çok yüksektir. Bu bilgilere sahipken, ilaveten romanıma konu olan Gatico madenlerinde çalışanların büyük kısmının Çinli ve Ortadoğulu olduğunu biliyorken bir Türkiye-Güney Amerika bağlantısı kurmam hiç zor olmadı. Haliyle bir ironiden değil trajediden söz ettiğimi anlamışsınızdır.

“Doris Lessing’in kendine özgü edebi atmosferinden çok etkileniyorum”

Size göre kötülük nedir?

35. Bölüm’ün epigrafında kötülüğün tarifini yapıyorum zaten:

“Galakside bir tek dahi,

Mesut gezegen bırakmayacağız,

Dedi ‘En Kötü’ sakin tanrılara…

İnsanla dolduracağız tıka basa.”

Gerilim romanlarını niçin bu kadar seviyoruz? Kötülüğe ve şiddete dair okumak bizi niçin bu kadar heyecanlandırıyor?

İyiler gerilim filmleri izler ve gerilim romanları okur, yabancı olduğu duygulara ilgi duymak, anlamaya çalışmak insanın doğasındadır. O halde gerilim romanlarını bu kadar seviyorsanız iyi birisinizdir. Yabancı duyguları anlamak heyecan vericidir elbette.

Okur olarak zevklerinizden bahseder misiniz?

Dönem dönem ilgi duyduğum edebi tarzlar değişebiliyor. Beş-on yıl öncesine dek çok fazla roman okuyan biri değildim, bilim, felsefe ve kişisel gelişim kitaplarını tercih ediyordum yine de istisna olarak Agatha Christie’nin bütün polisiyelerini okumuştum. Zannediyorum o konularda doyuma ulaştım ve iddialı olacak ama bilmediğim bir şey kalmadı diye düşünmeye başladım. Şimdi ayda en az iki-üç roman bitiriyorum. Bir-iki tane de tamamlayamadığım, yarıda bıraktığım oluyor. Her tarzdan okusam da genellikle tercihim gerilim romanları. Geçmişte ilgi duymama rağmen artık polisiye okumaktan hoşlanmıyorum, nedense hepsinin birbirine benzediğini düşünüyorum. Bütün bunların yanında hayranı olduğum bir yazar var: Doris Lessing. Onun kendine özgü edebi atmosferinden çok etkileniyorum, doğayı, kentleri, insanları anlatışındaki o epik duygu beni bir büyü gibi sarıyor, sanıyorum benim kalemimi de bir parça etkiliyor.

Yazma ritüelleriniz var mı?

İlhamım ritüel aramadığı gibi ortam da gözetmiyor. Her yerde, her şartta yazabiliyorum fakat bahsettiğim, planlı programlı bir yazma eylemi değil, biraz bilinç akışı gibi. Sabahın köründe uykumdan kalkıp yazmaya başladığım olmuştur yahut yolda yürürken aklıma gelenle çabucak telefonuma not aldığım hatta işimin arasında zihnime bir yorgunluk çöküp gözlerimi kapatıp transa geçtiğim ve aklıma doluşanlarla romanın seyrinin değiştiği de… Başladığım bir romanın nasıl gelişeceğini ve nasıl sonlanacağını hiçbir zaman bilmedim. Genellikle sonunu merak ede ede yazdım bütün romanlarımı.

Bir edebiyatçı olarak sizden geleceğe ne kalsın istersiniz?

Şili’de Alaturka ve önceki romanım Peru Travması’nın bölüm başlarındaki epigraflar var ya, onlar kalsın yeter. Bir-iki satırla anlatılmış yaşam şifreleri… Mesela…

“Kimiyle her yer çöl,

Kimiyle okyanus, kimiyle ormandır,

Ama sen firuze gök ol.”

  M. Sarp Keskin

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments