Stephen King’in rotasından John Steinbeck’le çıkmak
“Acaba bir şeyleri sevmek, sadece bizzat o şeyin kendisinden kaynaklanan bir öz yüzünden mi? Tamamen bizden, doğadan, dünyadan kopuk bir ‘şey’ var mı gerçekten? Bir kitabı, bir kadını, bir yeri; sırf onlar gerçekten güzel oldukları için mi seviyoruz?” diyen İsmail Yaprak, şahsi öyküsünden yola çıkarak yazdığı bu yazıda, hayatta sadece Stephen King romanları okumuş bir çocuğun bir rastlantıyla John Steinbeck’i keşfetmesini ve kendini “cennet çayırları”nda bulmasını anlattı. Ama hayır, sırf o yok elbette; yazı bambaşka yerlere götürecek sizi…
Stephen King’in rotasından John Steinbeck’le çıkmak
Stephen King’in rotasından çıkmamı sağlayan şey, bir gün bir kitapçıda durduk yere bir arkadaşımın bir John Steinbeck almasıydı. Birlikte ne zaman kitapçıya girsek, ben her zaman aralarında King’inkilerin de bulunduğu korku kitaplarının rafına gidiyordum. Dünyada yazılmış diğer kitaplar yoktu benim için. Bir çırpıda 15 tanesini filan okumuş, derhal korku hikâyeleri yazacak seviyeye gelmiştim. Sonra bir gün arkadaşım Milliyet Yayınları’ndan çıkmış, sarı kapaklı bir Steinbeck romanı olan “Bir Savaş Vardı”yı aldı. Henüz hiçbirimizin Steinbeck’ten haberi yoktu. Liseye geçeceğimiz yaşlardaydık. Edebiyatla hemen hiç ilgisi olmayan arkadaşım, ben yine bir King alınca bana “Büyü artık” minvalinde şeyler söylemişti.
Sonra gerçekten kitabı daha o okumadan dayanamayıp ben okudum.
Merak ediyorum, acaba Steinbeck ile ilk tanışmaları nasıl olmuştur insanların? Okulda hocalar büyük ihtimalle “Fareler ve İnsanlar”ı veya “İnci”yi önermişlerdir. Belki bu görevi anne babalar da yerine getirmiş olabilir, araya “Gazap Üzümleri”ni sokarak… Fakat işte, ben “Bir Savaş Vardı” ile tesadüfen tanıştım ve tuhaf şekilde etkilendim kitaptan. Oysa Steinbeck okuyup bu kitabı okumayan yığınla kişi vardır büyük ihtimalle. Zaten kitap bile değil aslında, Steinbeck’in 2. Dünya Davaşı’nda savaş muhabirliği yaptığı dönemin notları bir bakıma…
Bu arada konu Steinbeck güzellemesi veya çocukluktan ilk gençliğe geçiş filan değil, haberiniz olsun. Oraya doğru gider gibi oldu, evet ama işin aslı, ben bambaşka bir şeyden bahsetmek istiyorum.
Zaman içinde adama hayran olup ne kadar kitabı varsa okumaya başladım. Hep aynı kitapçıya gidiyordum ve aynı raftan, aynı yayınevinden çıkmış Steinbeck’leri alıyordum. O zamanlar Milliyet Yayınları basıyordu Steinbeck’in kitaplarını ve doğrusu öylesine güzel, öylesine çekiciydi ki kitaplar… Kapaklardaki resimler genelde bulanıktı ve her bir kapağa tek bir renk hâkimdi. “Bir Savaş Vardı’ sarı, “Cennet Çayırları” yeşil, “Kısa Süren Saltanat” kahve, “Bilinmeyen Bir Tanrıya’ turuncu renkteydi mesela. Beyaz sayfaya dökülen harflerin karakteri ve puntosuna bayılıyordum. Kitaplığımda Steinbeck’lere baktığımda yan yana duran bir renk cümbüşü hemen diğerleri arasından kendini fark ettiriyordu. Hepsi Mehmet Harmacı’nın çevirisiydi. Birbirinden güzel romanlardı…
Büyüdükçe, üniversiteyle birlikte oradan oraya koşturdukça, zaman içinde bu kitapların birçoğunu kaybettim. Steinbeck’in bir iki kitabı hariç neyi varsa okumuştum ve birisiyle sohbet ederken, diyelim “Sardalye Sokağı”ndan bahsediyorsam, sanki bahsettiğim kitap bir “idea” olarak kitabın kendisi olmuyordu. Ben bizzat Harmancı’nın çevirdiği, beyaz kâğıda basılmış, o mor kapaklı kitaptan bahsediyordum. O kitabı o yaşta ranzasında uzanarak okuyan çocukluğumdan da bahsetmiş oluyordum sanki. Bir gün eski basım bir “Al Midilli”yi okumaya başladığımda da, inanılmaz sevdiğim bu küçük romandan zevk almadığımı görünce şaşırdım. Sanki Steinbeck ayrı yayınevleri ne kadar “Al Midilli” basmışsa o kadar farklı “Al Midilli” yazmıştı. Ben çocukluğumda okuduğum “Al Midilli”yi istiyordum ama sırf çocukluğumda okuduğum için değil, Milliyet Yayınları’nın kitaplarının bulaştırdığı büyü için…
Sonra kitapçılarda Milliyet Yayınları’ndan çıkmış Steinbeck romanlarını aramaya başladım. Hiçbir kitapçıda yoktu çünkü hepsi tedavülden kalkmıştı, yeni basımları da yoktu. Yıllar boyunca sahaflarda bu kitapları aradım, sadece birini bulabildim. Derken internetten aramak aklıma geldi ve kitapların tamamına bu yolla sahip olmayı başardım. Hepsini büyük bir zevkle, teker teker baştan okudum. İşte gerçek “Cennet Çayırları” buydu! Bu puntoyla, bu kağıda, bu kapakla, bu çeviriyle yazılmış olan “Cennet Çayırları”ydı gerçek olan… Şaşırtıcı şekilde başka yayınevlerinden okuduğumda kitapları “şimdi” okuyorken (ve hiçbiri hiçbir çağrışım yapmıyorken); bu kitapları okurken hızla geçmişe ışınlanıyordum! Tam da bu sayfayı okurken okulun karşısındaki banka oturmuştum. Bu sayfayı okurken yeğenimin doğduğunu haber almıştım…
Şunu sordunuz mu hiç kendinize? Acaba bir şeyleri sevmek, sadece bizzat o şeyin kendisinden kaynaklanan bir öz yüzünden mi? Tamamen bizden, doğadan, dünyadan kopuk bir ‘şey’ var mı gerçekten? Bir kitabı, bir kadını, bir yeri; sırf onlar gerçekten güzel oldukları için mi seviyoruz? Oysa hiçbir şey bizden bağımsız var olamaz dünyada. Her zaman ama her zaman, bir bağlamın içinden, sadece bizim görebileceğimiz bir gözlüğün gözünden görebileceğiz dünyayı. Filmleri, konserleri, yemekleri bembeyaz bir araştırma merkezinde, objektif olmak adına bir laboratuvarda deneyimlemiyoruz. O gün filmi hiç sevmediniz çünkü kız arkadaşınızdan ayrılmıştınız. Moraliniz bozuktu, içinizde kimseye anlatmak istemediğiniz hislerle, boğazınızda bir yumruyla, korkunç bir iştahsızlıkla, insanların dans edip eğlendiği o sahte filmi, klişelerle dolu iğrenç filmi bir gram sevmediniz. Halbuki film kendi çapında, kendi dünyasında takılıyordu.
Bu gözle bakmayı bir denesenize dünyaya… Belki de Steinbeck’i bu kadar sevmemi sağlayan şey hep topu bir kitabın kapağıdır… Belki de çevremizde dönen dünya bizim kişilik dediğimiz şeyin ucundan tutup onu hiç bırakmayan ve hep peşimizden gelen bir çeşit bulaşıcı hastalıktır ve biz, o bize bulaşmadan yaşayamadığımız için kronik bir hasta olma yolunda kararlı adımlarla ilerliyoruzdur.
İsmail Yaprak
Subscribe
0 Comments
oldest