Egoist okur

Sylvia Plath soruyor: Şiir kibirli bir sanat mıdır?

Sylvia Plath Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”ndaki bu yazıda, romancıların yapabildiği bazı şeyleri bir şair olarak asla yapamayacağını anlatıyor. Mesela “Belki şiirin kibirli olduğunu ima ederek bazı şairleri kızdıracağım, şiirin her şeyi konu edebileceğini söyleyecekler bana” diyor ve ekliyor: “Ama asla bir şiire diş fırçasını dahil etmedim.”

Tartışılabilir tabii ama ben karışmayacağım. İstiyorlarsa romancılar ve şairler tartışsın. Ben yazıyı sevdim, Kırmızı Kedi Yayınları’nın izniyle de yayınlıyorum.

Bu arada yazarın dergilerde yayınlanmış öyküleri ve düzyazılarından derlenerek oluşturulmuş “Johnny Panik ve Rüyaların Kutsal Kitabı”nı da çok sevdim. Plath’tan kalan arşivin tekrar elden geçirilmesiyle ortaya çıkan malzemenin ışığında genişletilmiş bu yeni baskı özellikle çok güzel. Günlerdir elimden düşürmüyor, bazı öyküleri tekrar tekrar okuyorum.

Sadece “Plath’onikler” değil, iyi edebiyat arayan herkes için gerçek bir hazine.i

Kitabı incelemek için bu adrese bakabilirsiniz.

sylvia plath egoistokur kirmizi kedi johnny panic

Bir kıyaslama!

Roman yazarını nasıl da kıskanırım!

Onu gözümün önüne getiririm –daha doğrusu, kadın romancıyı demeliyim, çünkü paralellik kurmak istediğim kadınlar– evet, kadın romancıyı gözümün önüne getiririm, dev bir makasla gül fidanını budarken, gözlüklerini düzeltirken, çay fincanlarının arasında oradan oraya gidip gelirken, mırıldanırken, küllükleri ya da bibloları yerleştirirken, ince bir alayı, olaydaki farklı yanı algılamaya çalışırken, komşularının –trendeki, dişçi bekleme odasındaki, köşedeki çayevindeki komşularının– ruhsal derinliklerini bir tür alçakgönüllü ve güzel, X-ışını bakışla delip geçerken. Onunla, bu şanslı kişiyle, ilintili olmayan ne vardır ki! Eski ayakkabılar kullanılabilir, kapı tokmakları, uçak postası, pamuklu gecelikler, katedraller, tırnak cilaları, jet uçakları, gül kameriyeleri ve muhabbet kuşları; küçük hoşluklar –emilen bir diş, etek boyunun çekmesi– herhangi tuhaf ya da göze batıcı ya da güzel ya da küçümsenen bir özellik. Onun işi Zaman’dır, za- manın hızla ilerleyişi, geriye sapışı, tomurcuklanışı, çürüyüşü ve kendisini iki misli açığa vuruşudur. Duyguların, dürtülerin sözü yok – o guruldayan, gök gürültülü biçimlerin. Onun işi Zaman’ın içindeki insanlardır. Ve bana öyle geliyor ki, o, dün- ya da var olan bütün zaman dilimlerine sahiptir. İsterse bir yüzyılı ele alabilir, bir nesli, tüm bir yazı.

Oysa ben bir dakika kadarını alabilirim.
Epik şiirlerden bahsetmiyorum. Hepimiz onların ne kadar uzun sürebileceklerini biliriz. Ben, küçük, bildik, sıradan şiirlerden bahsediyorum. Size nasıl betimlesem? – bir kapı açılır, bir kapı ka- panır. O arada bir şey gözünüze ilişmiştir: bir bahçe, bir insan, bir yağmur fırtınası, bir yusufçuk, bir yürek, bir kent. Hatırladığım ama hiçbir zaman bulamadığım, Viktorya dönemine ait, kâğıtların üzerine konan o yuvarlak cam ağırlıklar aklıma geliyor – Woolworth mağazalarındaki oyuncak bölümlerini süsleyen plastik, fabrikasyon ürünlerin arasından gelen uzak bir çığlık. Bu tür bir kâğıt ağırlığı, içinde bir ormanı, bir köyü ya da tüm aile bireylerini barındıran, çok saf, kusursuz ve saydam bir dünyadır. Tersine çevirir, ardından düzeltirsiniz. Kar yağar. Her şey bir anda değişir. İçindeki hiçbir şey, bir daha asla aynısı olmayacaktır – ne çam ağaçları, ne çatının yan duvarları, ne de yüzler.

İşte, bir şiir böyle oluşur.

Ve gerçekten çok az yer vardır! Çok az zaman! Şair bavul hazırlama uzmanı kesilir:

Kalabalıktaki bu yüzlerin görünüşü

Islak, siyah bir daldaki taç yaprakları

(Ezra Pound’un bir şiirinden. “The apparition of these faces in the crowd;/Petals on a wet black bough.”)

İşte böyle: Başlangıç ve son bir solukta. Bir romancı bunu nasıl başarırdı? Bir paragrafta mı? Bir sayfada mı? Belki onu boya gibi, biraz suyla karıştırıp incelterek, yayarak.

Şimdi kendini beğenmişlik taslıyor, üstünlükler buluyorum.

Eğer şiir sıkılmış ve kapalı bir yumruksa, roman gevşemiş ve genişlemiş, açık bir eldir: Yolları, sapakları, varış noktaları vardır; kalp çizgisi, akıl çizgisi; avucuna gelecek düsturlar ve para vardır. Yumruğun dışlayıp sersemlettiği yerde; açık el, yolculuklarında birçok şeye dokunup içine alabilir.

Asla bir şiire diş fırçasını dahil etmedim.

Her türlü şeyi düşünmekten hoşlanmam, tanıdık, yararlı ve uygun şeyleri asla bir şiire dahil etmem. Bir keresinde yaptım, bir porsukağacı koydum. Ve o porsukağacı, şaşırtıcı bir bencillikle tüm olayı idare etmeye ve düzenlemeye başladı. Bir romanda olabileceği gibi, belirli bir kadının yaşadığı, kasabadaki evin önünden geçen yoldaki kilisenin yanındaki ağaç… gibi bir ağaç değildi o. Hayır, hayır. Ağaç, koyu gölgelerini, kilise çevresindeki sesleri, bulutları, kuşları, onun bir parçası olduğunu kurduğum hassas hüznü, her şeyi ustalıkla idare ederek şiirimin tam ortasında öylece duruyordu! Ona boyun eğdiremiyordum. Ve sonunda, şiirim porsukağacı hakkında bir şiir oluverdi. O porsukağacı, bir romanda, yalnızca geçici siyah bir ayrıntı olmaktan son derece gurur duyardı.

Belki şiirin kibirli olduğunu ima ederek bazı şairleri kızdıracağım. Şiirin de her şeyi konu edebileceğini söyleyecekler bana. Ve roman olarak nitelendirdiğimiz o şişkin, karmakarışık, her şeyi barındıran yaratıklardan çok daha fazla kesinlik ve güçle. Doğrusu, bu şairlere, buharlı ekskavatörlerine ve eski pantolonlarına hak veriyorum. Gerçekten de şiirlerin o denli sade olması gerektiğini düşünmüyorum. Eğer şiir gerçekten iyi olsaydı, sanırım diş fırçasını bile kabul ederdim. Fakat bu görüntülere, bu şiirsel diş fırçalarına az rastlanıyor. Ve ortaya çıktıklarında da, benim yaygaracı porsukağacım gibi, ayrıcalıklı ve çok özel olduklarını düşünmeye eğilimli oluyorlar.

Romanlarda böyle değil.

Orada, diş fırçası hoş bir çabuklukla kutusuna geri dönüyor ve unutuluyor. Zaman akıyor, hızla geçiyor, dolambaçlı yollar izliyor ve insanlar büyüyecek, gözlerimizin önünde değişime uğrayacak zaman buluyorlar. Yaşamın bereketli hurda yığını, hakkımızdaki her şeye dokunur: Ofisler, yüksükler, kediler, romancının paylaşmamızı dilediği hepsi çok sevimli, iyice araştırılmış her türlü ayrıntı kataloğu. Burada hiçbir model, hiçbir görüş, hiçbir özenli düzenleme yoktur demek istemiyorum. Sadece, belki de modelin çok fazla ısrarlı olmadığını ileri sürüyorum.
Romanın kapısı da, şiirin kapısı gibi, kapanır. Fakat o kadar hızlı değil, ne de öyle çılgınca, cevaplanamayan bir sonla.

 Sylvia Plath

1962 Temmuzu’nda yayımlanan The World of Books programında kullanılmak amacıyla BBC için yazıldı ve 1977 Temmuzu’nda The Listener’da yayımlandı.

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments