Egoist okur

Tahsin Yücel’e sorduk: HAYRİSTAN neresi biz neredeyiz?

Bu sabah çok kötü bir haber geldi, üniversitede iki yıl eleştiri derslerine devam ettiğim Tahsin Yücel ölmüş. Gözümün önüne zarafeti, akıllı, terbiyeli insanlara özgü o güzel çekingenliği, hınzır tebessümü geliyor. Sevgili hocamın öykü ve romanlarındaki keskin mizahını, alaycı dilini, incelikli üslubunu özleyeceğim. Batı edebiyatı ve düşüncesinin birçok önemli eserini onun çevirileriyle keşfettiğimi de unutmayacağım.

Ama ben Tahsin Yücel’i çok daha eskiden, henüz ilkokula bile gitmiyorken tanımıştım aslında. Yazdığı eşsiz güzellikteki masallar ve Andersen’den yaptığı çevirilerle… Çok üzgünüm, uzun uzun yazamayacağım. Bunun yerine Tolga Meriç’in onunla “Golyan Devrimi” adlı kitabından yola çıkarak yaptığı söyleşiyi yayınlıyorum. Hâlâ o kadar taze ki. Üstelik politikacısından yosmasına, askerinden yazarına, edebiyat balonlarından cinsel kimliğine Hayristan Cumhuriyeti’ne dair anlattıkları size fena halde bildiğimiz başka bir memleketi hatırlatacak.  Ama boşuna aramayın, bu ülkeyi bulmak için haritaya ihtiyacınız yok.

Unutmadan; çok saldırmışlardı, çok üzmüşlerdi Tahsin Yücel’i, bu aklımdan çıkmıyor. Şimdi “Hadi dönün” diyorum bugün hakkında övgüler düzen o büyük adaletsizlere, “Çok eleştirdiğiniz, kabaca yerden yere vurduğunuz kelimelerini, dilini, üslubunu keşfedin, okuyun, öğrenin. Sadece bunu değil, kıymet bilmeyi de.”

Gülenay Börekçi

tahsin yucel egoistokur tolga meric can yayinlari

İllüstrasyonlar bu adresten alındı.

Tahsin Yücel davet etti: Hayristan’a hoş geldiniz!

“Golyan Devrimi”ndeki on dört öykünün geçtiği Hayristan Cumhuriyeti’ni kurma fikri aklınıza nasıl düştü?

Yıllar önce, “Mısır’ın Altın Çağı” başlıklı bir öykü yazmıştım. Alaylı bir dille, tuhaf bir ressamla çevresinin serüvenini anlatıyordum. Yaşar Nabi bey öyküyü beğendi. Ama böyle bir öyküde ülke adı vermenin yasal açıdan sakıncalı olduğunu söyledi. Ben de düşsel bir ad yaratmak zorunda kaldım, Hayristan’ı buldum. O gün bugün unutmadım bu adı. Geçen yaz, bu öyküleri yazmaya başladığım zaman, yeni bir ad aramam gerekmedi. “Hayristan’ın Altın Çağı”nı da alabilirdim bunların arasına. Hiç de aykırı kaçmazdı. Ama yaklaşık elli yıl önce yazılmıştı. “Haney Yaşamalı” adlı kitabımın yeni baskısında yer alacak.

Kitaptaki öyküler içimde birer öykü olarak yaşıyor. Fakat Hayristan, kitabı bitirdiğimden bu yana içimde bir roman coğrafyası… Yazarken sizin içinizde nasıl yaşadı kitap? Ne kadarı öykü, ne kadarı romandı?

Gözleminiz gerçekten ilginç. Öyle ya, örneğin benim “Ben ve Öteki” gibi aynı kasabada, aynı dönemde geçen, üstelik gözlemci ve anlatıcıları da aynı olan öykü kitabım bile böyle bir izlenim yaratmamıştı. Ama “Golyan Devrimi”ni yeniden okurken, ben de hep aynı duyguya kapıldım. Kimi dostlarım da öyle. Sanırım, kimi olayların ve kimi kişilerin değişik öykülerde yeniden belirmesi, bir de öykü kişilerinin ve edimlerinin temelde birbirine yakın olması doğurdu bu sonucu. Oysa yazma aşamasında on dört öykünün on dördü de birbirinden bağımsızdı. Bir romanın öğeleri gibi algılanabileceklerini düşünmemiştim doğrusu. Yeri geldiğine göre, şunu da belirteyim izninizle: ben kimi öykü kitaplarımın öyküleri bir bütün oluştursun istemişimdir. “Ben ve Öteki” de böyledir, “Aykırı Öyküler” de. Burada, aranmamış bile olsa, daha sıkı bir bütünlük söz konusu.

Acaba Hayristan bir romana coğrafya olsaydı bu kitaptaki kadar, bu kitaptaki gibi kahramanlaşabilir miydi edebi açıdan?

Bilemiyorum doğrusu. Usta bir romancının elinde çok canlı, çok çarpıcı bir nitelik kazanabilirdi belki. Ama bütüncül bir olayın ve belirli kişilerin gelişimi içinde bu denli öne çıkmayabilirdi. Art arda on dört ayrı öykünün değişmez ortamını oluşturması, her öykünün onun değişik bir yönü, değişik bir yüzü üzerinde yoğunlaşması, bu arada her öykünün bir ölçüde öteki öykülere de belirli bir ışık tutması Hayristan’ı daha bir belirginleştirdi sanki. Böylece, biz ayrımına varmadan, öyküler daha büyük bir bütünün: bir romanın bölümleri gibi algılandı. Başlangıçta böyle bir olasılığı hiç düşünmemiştim, ama ayrımına varınca bayağı sevindim.

Söylenecek laf mı bilmem ama keşke kitabın adı Hayristan olsaymış! Kitabın gizli ama aslından daha ünlü adı bu olacak gibi geldi bana! Siz düşünmediniz mi hiç kitaba bu adı?

Hayır, düşünmedim. Kitabın adını da on dördüncü öyküyü bitirdikten sonra koydum. Düşüncenizi anlıyorum: kitabın adını “Hayristan” koymuş olsaydım, öyküler bu ad altında daha bir bütünleşmiş olacaktı. Ama “Hayristan” adı okuru çeker miydi, bilmem. Bir de şu var: “Hayristan” belki ilginç bir ülke, ama benzersiz bir ülke değil. Kitabı oluşturan öyküler de aynı zamanda kendi içlerinde birer bütün.

Hayristan’ın yosmasıyla müteahhidi

Hayristan, öyküler ilerledikçe, bir milletin iç ve dış siyasetçe belirlenmiş ortak karakterinin potası haline de geliyor. Bir ülkenin kişiliğini öykülerle ilmek ilmek dokurken nasıl bir yol izlediniz? Örneğin, önce temaları, kişileri mi belirlediniz bütünü görebilmek için?

“Golyan Devrimi” sizin düşündüğünüz kadar başarılı bir kitap mı, bilemiyorum doğrusu. Hiç kuşkusuz, daha ilk öyküyü yazmaya başladığım sıralarda, arkadan geleceklerin de onunla ve birbirleriyle uyumlu olmaları gerektiğini düşünüyordum. Ama bu konuda çok da fazla bir çaba harcamam gerekmedi. Hayristan Cumhuriyeti hiç benzeri bulunmayan bir devlet değildi. Sonra, ilk bakışta biraz aykırı ve aşırı görünseler bile, Hayristanlılar da bugünün insanlarıydı, yüzde yüz oranında olmasa bile, günümüzün değer ölçülerini paylaşıyorlardı. Bu açıdan bakılınca, “Büyük İkili” adlı öyküde, Hayristan’ın en büyük müteahhidi Halil Elcemal’in ülkesinin en ünlü yosması Kadriye’ye verdiği yanıt ilginç bir yanıt olarak değerlendirilebilir: “Evet, sevgilim, uğraşlarımız da benzeşiyor, hem de tek yumurta ikizleri gibi”. Bütünü görebilmek ya da belirleyebilmek için önce izlekleri ve kişileri mi belirlediğime gelince, oldukça bulanık bir biçimde bile olsa, önce öyküler belirlendi kafamda. Onların da hepsi aynı zamanda değil, değişik zamanlarda geldi. Ama on dört öykünün beş altı ay gibi kısa bir süre içinde yazılması aralarındaki bağların daha sıkı, daha tutarlı olmasını sağladı sanırım. Bu arada, hepsi aynı ülkede ve birbirlerine yakın dönemlerde geçtiğine göre, on dört öykünün hiçbir biçimde birbirleriyle çelişmemesi gerekiyordu. Şimdi, kitap çıktıktan sonra da benzer nitelikte öykülerin kapımı çaldığı olmuyor değil. “Geç kaldınız”, diyorum onlara. Ama belli mi olur?

Öyküler Hayristan yerine apaçık Türkiye’de geçseydi edebi açıdan nasıl zorluklar çıkarırlardı size? Ya da edebiyattan eksilten bir yönü olur muydu öyle bir seçimin?

Böyle bir durumda, hem siyasal, hem tarihsel, hem yazınsal birçok zorlukla karşılaşırdım kuşkusuz. Hayristan’da, adlarını da vererek, altı yedi devlet başkanından, bakanlardan, başbakanlardan söz ettim, onlara öykülerin gelişimine koşut kişilikler verdim. Aynı şey tüm öykü kişileri için de geçerli. Öykülerin Türkiye’de geçmesi durumunda bunu yapamazdım, yapsam da inandırıcı olamazdım. Gerçekler düşüncemi ve düş gücümü sınırlardı ister istemez. Evren’i, Özal’ı, Demirel’i anlatmak da ilginç olabilirdi kuşkusuz, Hayristan Cumhuriyeti’ne yakışmayacakları da söylenemezdi, ama, gerek benim, gerek okurlarım için fazla ilginç olmamaları bir yana, onları Hayristan Cumhuriyeti’nin imgelem ürünü olaylarına bağlayamazdım. Ne olursa olsun, Türkiye söz konusu olunca, olanaklarım sınırlanırdı ister istemez. “Golyan Devrimi”nde kullandığım özgürlüğü ancak “Gökdelen” gibi “gelecek zaman”da geçen bir anlatıda kullanabilirdim.

İngiliz top modelin üstünde

Hayristan’a kuruluşundan bu yana, öyküler boyunca musallat olan ülke İngiltere, ama ben onu hep Amerika gibi okudum. Neden İngiltere diye sormayacağım, ama Hayristan’a musallat olan ülke neden Amerika değil?

Haklısınız, bugün sömürgeci ülke denildi mi hemen Amerika Birleşik Devletleri geliyor usumuza. 1950’lerden beri böyle bu. Ancak, Amerika Birleşik Devletleri sömürgeci değil, sömürücüdür. Üstelik, sömürü alanında çok ince ve çok etkin yöntemler uygulamakta. Benim bildiğim kadarıyla, 1940’lara kadar sömürgeci Avrupa devletlerinin başını İngiltere çekmiş, Hindistan’dan Mısır’a, nice ülkeyi yıllar yılı, acımasızca sömürmüştür. Üstelik, Amerika gibi dolambaçlı yollara sapmamış, kendine bağladığı sömürge ülkelerin yönetimini de elinde tutmuş, Amerika Birleşik Devletleri’ninkinden çok daha kapsamlı, çok daha köktenci, çok daha acımasız bir sömürge yönetimini sürdürmüştür. Bugün de Amerika’nın en yakın dostu, en sağlam bağlaşıdır, her saldırı ediminde arkasındadır onun. Öte yandan, Hayristan’da sömürgeci olarak İngiltere’nin öne çıkmasının bir nedeni daha var: bu ülkenin eski “efendisi”dir, insanlarını, kaynaklarını herkesten daha iyi tanır. Bu arada, Hayristan’ın zorlu bir kurtuluş savaşının ardından tüm umutlarını İngiltere’ye bağlamasının çarpıcılığını da unutmamak gerekir. Sömürgeciyi kurtarıcı olarak görmek daha nice geri kalmış ülke gibi Hayristan’ın da temel çelişkilerinden biridir.

“Başkanlar ve Kadınlar” adlı öykünüzde Başkan, İngiltere’nin “top model”ini getirtiyor ve her gece en az üç kez “acının acısını hazla çıkarma eylemi”ni yineliyor. İngiliz modelin üstündeyken, “İşte şimdi gerçek yerimdeyim,” diyor! Önce, dış siyasetin cinselliğimize etkisini nasıl gözlemlediğinizi, duyumsadığınızı soracağım…

Söylemek bile fazla, burada özel bir kişi, özel bir durum söz konusu. Ama kimi geri kalmış toplumlarda cinselliğin bir güç simgesi gibi algılandığını biliriz. Başkan Elnebi de bu bakış açısından yararlanır. Haremine güzel ve ünlü bir İngiliz hanım katma isteğini böyle benimsetir çevresine: onun İngiliz hanımın üstünde olması Hayristan’ın İngiltere’den daha yukarıda olması biçiminde algılansın ister. İngiliz top modelin koynuna girmek İngiltere’nin Hayristan’a yaptıklarının öcünü almaktır. Ben bu öyküde dış politikayla cinsellik arasında bir ilişki kurmayı düşünmedim doğrusu. Ama “yabancı kadın”ın bizim için belli bir gizemi, belli bir çekimi olduğunu biliriz. Bu yüzden olacak, Fatih’ten sonra hiçbir Osmanlı padişahı bir Türk hanımla evlenmemiştir.

Öyküdeki Başkan’ın mantığından hareketle bizde Amerikalılara meyledilmeliyken neden Ruslar daha revaçta olmuştur sizce?

Çariçe Katerina ve Baltacı Mehmet Paşa söylencesi var bir kez. Sonra Amerika çok uzak, Rusya’ysa komşumuz. Şu son yıllarda Rus hanımların Türkiye’ye akın etmelerini de göz önüne alırsak, bu durumu doğal saymamız gerekir. Ama, belli mi olur, Amerikalı hanımlar düşleyen ve düşlerini gerçekleştiren Türk’ler de az değildir belki.

Edebiyat balonları

Hayristan edebiyatında “eski dönem yazınseverlerinin özgünlük adını verdikleri” olumsuz özellik çağdışı sayılıyor ve edebiyat balonları göklere uçuruluyor. Bir gün Hayristan’dan birisi ders çıkarmak için sizden ülkemizin en büyük üç edebiyat balonunu sıralamanızı isteseydi nasıl bir liste çıkarırdınız?

“Dönüştürü” adlı öykümden söz ediyorsunuz. Bu öyküyü yazarken, ülkemizde, son on, on beş yıl içinde yayımlanmış birtakım yapıtlardan da esinlendiğimi yadsıyacak değilim doğrusu. Ama yaşım yetmiş beşi buldu, balon patlatma çağını çok gerilerde bıraktım. Yeni bir kavganın odağında yer almak istemem. Bu konuda ayrıntılara girmek istemiyorum. Beni bağışlayın.

“Dönüştürü” adlı öykünüzde edebiyat yapıtlarına ölü soyucu gibi yaklaşan, çalıp çırpan bir yazarın ve etrafında kümelenen Hayristan edebiyat çevrelerinin içler acısı hali sergileniyor. Bu “dönüştürme” işlemine kendileri kulp bulup, buldukları kulba da tapınıyorlar adeta. İşi Hayristan’a ilk Nobel’ini kazandırma adaylığına kadar götürüyorlar… Sizi böyle bir konuyu öyküleştirmeye çağıran şeyler nelerdi?  

Önce şunu belirteyim: evet, bizim yazın evrenimizde de dönüştürü yolunu seçenler, yani, deyim yerindeyse, başkalarının yapıtlarına özenip onlara öykünenler, onların anlattıklarını şu ya da bu biçimde dönüştürerek yineleyenler var. Ama sayıları o kadar da fazla değil. “Doğada hiçbir yaratılmaz, hiçbir şey yok olmaz, her şey dönüşür”, diyen Lavoisier’yi arkalarına alarak başkalarının yapıtlarını kendi yapıtlarına dönüştürecek kadar da ileri gitmiyorlar, dilleri aksak da olsa, öykünüleri daha bir kapalı. Ama, ne olursa olsun, yazınımıza zarar veriyor bu tür tutumlar, yazını değerden düşürüyor, yararsız, gereksiz kılıyor. Joyce da, Faulkner da büyük yazardır, ama birine ya da ötekine öykünmek öyküneni onlara yaklaştırmaz, tam tersine, uzaklaştırır onlardan. Gerçek yazar, kendi yolunu kendi açar, örneğin Sait Faik gibi, örneğin Ferit Edgü gibi.

Bitirdiğimde, bu öykünün, alaylı yergisini ve çok önemli tespitlerini sonsuzluğa haykırdığını, kazıdığını düşündüm. Edebiyatın bu büyük gücü, edebiyata karşı taşıdığınız vicdana, dürüstlük sorumluluğuna biraz olsun merhem oldu mu?

Teşekkür ederim, ama öykünün başarısını fazla abarttığınızı da söylemeden geçemeyeceğim. Nerde bende saptamalarımı “sonsuzluğa kazıyacak” güç? Ne olursa olsun, önemli olan yazmak, yazarken de dürüstçe bir şeyler söylemek. Hep söylerim, ille de büyük yazar olmak gerekmez. Dahası, büyük yazarlar döneminin kapandığı bile söylenebilir. Yazının ne olduğunu bilmek, dürüstçe ve inançla yazmak yeter bence. Sizin şu sorunuz, en azından sizin gözünüzde, öykümün anlaşıldığını, dolayısıyla amacına ulaştığını göstermekte. Bu kadarı bile yeter bana. Alaya ve yergiye gelince, öncelikle yazınsal araçlardır bunlar. Diyeceğim, bu öyküyü yazarken, somut olarak hiç kimseyi alaya almadım, hiç kimseyi yermedim. Belli bir yaklaşım biçiminin tutarsızlığını göstermek istedim yalnızca. Alay ve yergi alaya alınan ve yerilen tutumla bizim aramıza bir uzaklık koyuyor. Bu uzaklık da ele alınan kişi ve olguları daha iyi görmemizi sağlıyor.

İnsandan umudu kesmeden

Vicdan, sorumluluk dendiğinde, “Golyan Devrimi” sadece edebiyatla sınırlanamaz elbette. Kitabın tamamı ülkemize yaktığınız kahkahalı bir ağıt gibi. Sizce Hayristan’ın bir gün değişebilme umudu var mı?

Haklısınız, yazın kendi kendisiyle sınırlı değildir hiçbir zaman. “Yazın için yazın” ilkesini benimseyenler bile hep bir şeylere, bir yerlere göndermede bulunurlar ister istemez. “Golyan Devrimi” de düşsel bir ülkeyi anlatırken, kimi gerçek ülkelere, bu arada Türkiye’ye gönderiyor. Dolaysız, kesin bir gönderme söz konusu değil elbette burada. Türkiye’de yaşanmış birtakım olayları başka bir ad altında, başka bir çevre içinde betimlemek ya da yorumlamak da söz konusu değil. Ama, öykülerim bir ölçüde başarılı olmuşsa, bizi kendi yaşadığımız olaylar, karşılaştığımız sorunlar üzerinde düşünmeye yöneltebilir. Hayristan’ın değişebilme umuduna gelince, “Golyan Devrimi”ndeki öykülere bakılınca, pek de gerçekleşebilecek gibi görünmüyor. “Gökdelen”in sonunda tüm olumsuz koşullara karşın bir umut kapısı açmıştım. Burada son öykü daha çok umutsuzluğu vurguluyor. Ama her zaman bir değişim olasılığı vardır. İnsanlardan umudu kesmemek gerekir.

Peki, edebiyatı? Hayristan’ın edebiyatı nereye doğru gider sizce?

Nereye gideceğini bilemem. Ama yazın özellikle okumuş kişilerin etkinlik alanı olduğuna, arada sırada, niteliksiz kişiler elinde yolunu şaşırsa bile, iççağrısı hep daha iyiye, daha yeniye yönelmek olduğuna göre, Hayristan yazınının Hayristan toplumundan daha kolay ve daha erken toparlanabileceği söylenebilir.

 Tolga Meriç

 

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments