Taht Oyunları tadında Osmanlı tarihi
Yazdığı Fatih ve Bayezid romanlarıyla yüz binlerce okura ulaşan Beyazıt Akman, “Osman: Aşk ve Savaş” adlı iki ciltlik son yapıtında Osman Gazi’yi ve kuruluşu anlatıyor. Zengin kadrolu romanının pırıltılı isimleri Yunus Emre ve Marko Polo içinse “Aynı zaman diliminde, aynı topraklarda dolaşan bu üç figürü bir araya getiremeyeceksek roman ne işe yarar?” diyor…
“Altı ayda bir Osmanlı sultanını romanlaştıran tipler türedi. Benim altı ayım sadece karakterlerin gardırobuna gider!”
Önce Fatih’i, sonra oğlu II. Bayezid’i anlattınız. Sıra Yavuz’a gelmişken siz Osman Bey’i, üstelik iki cilt olarak yazdınız. Neden kuruluş?
On yıl önce bu romanları yazmaya koyulduğumda çoksatan Osmanlı tarihi hikâyeleri daha çok oryantalist, harem algısını ön plana çıkan eserlerdi. Tarihimize Batılıların Türk kahvesine ya da lokumuna yaklaştıkları gibi egzotik bir bakışla yaklaşıyorlardı. İlk romanım “Dünyanın İlk Günü”, ilk defa bir Osmanlı Klasik Çağı sultanını hem araştırmaya dayalı olarak hem de estetik, kurgu değeri yüksek roman dilinde anlatmıştır. Fakat şimdi işi ayağa düşürdüler. Altı ayda bir Osmanlı sultanını romanlaştıran tipler türedi. Benim altı ayım sadece karakterlerin gardırobuna gider! Hiçbir zaman “Şu konu iyi satıyor!” gibi bir mantıkla roman yazmadım, yazmam. Ben yeni hikâyeler yazmak, yeni şeyler söylemek istiyorum.
Kuruluşu anlatmanın edebi yükleri ve hazları nelerdi diye sorsam?
Hem Osman Gazi’nin hayatı hem de kuruluş onu değerlendirmesini bilen bir edebiyatçı için tam bir hazine. Çünkü doğası gereği bu hikâye pek çok türü içinde barındırıyor, ki bu bir eseri her zaman zenginleştirir. Kahramanın doğuşu ve ilk gençlikten savaşçılığa ve devlet adamlığına giden yolda geçirdiği evreler Homeros’dan Hollywood’a uzanan binlerce yıllık hikâye anlatım serüveninin vazgeçilmezidir. “Coming of age” ya da “bildungsroman” dediğimiz türden Osman’ın çocukluktan ilk gençliğe adım atışı, bir Gazi alp oluşu, insan-ı kâmil olma serüveni, en sonunda da bey ve bir devlet kurucu olması… Osman Bey’e yapılan ihanetlerde büyük bir trajedi ve drama gizli, onun alpleri arasındaki diyaloglarda yer yer komedi saklı ve elbette bir epiğin vazgeçilmezi büyük savaşlar. İşin zoru bu türleri tarihi gerçekliklere zarar vermeden birleştirebilmek. Bunların hepsini iki kapak arasına sığdırmak kolay olmadı ama sanırım buna değdi; daha doğrusu buna okurlar karar verecek.
Romanın zengin bir kadrosu var. Yunus Emre’yi, Marko Polo’yu ve Osman Bey’i aynı romanda buluşturuyorsunuz. Bu kurgu nasıl ortaya çıktı?
Her romanımda Doğu’ya bakan bir Batılı vardır. Bu bazen bir seyyah, bazen bir şövalye, bazen da bir keşiş olur. Yunus Emre ise benim bu roman için 13. asrı çalışırken yeniden keşfettiğim bir deryadır. Aynı zaman diliminde, aynı topraklarda dolaşan bu üç figürü bir araya getiremeyeceksek roman ne işe yarar?
Bazı okurlarınız eserlerinizi “Taht Oyunları’nın kurgusu tadında Osmanlı tarihi” şeklinde yorumluyor. Bu yoruma katılır mısınız?
Zannedersem bunda aslen Batı Dilleri ve Edebiyatları alanında eğitim almış olmamın rolü var. Roman sanatını sadece bir yazar olarak değil bir akademisyen olarak da çalışıp öğretiyorum. Bir George R. R. Martin hayranı olduğumu da söyleyeyim.
Osmanlı’nın kuruluş tarihini 1299 yerine 1302 olarak işliyorsunuz. Bu tezinizi neye dayandırıyorsunuz?
Bu, Halil İnalcık başta olmak üzere son dönem Osmanlı tarihçilerinin dillendirdikleri bir tez. Orada işin özü şu: Bir devletin kurulabilmesi için Türk-İslam devlet geleneğinde liderin Allah vergisi bir “kut”u olması gerekir; yani Allah tarafından seçilmiş kişi. 1302 Bafeus Muharebesi’nde Osman Gazi ilk defa büyük Doğu Roma İmparatorluğu ordusu ile karşı karşıya geliyor ve bu mücadelenin sonunda Anadolu’daki pek çok Türk Beyi, Kayı sancağı altında toplanıyor. Yani bu büyük zaferin ilahi desteğin artık onun arkasında olduğunun göstergesi olduğuna inanılmış.
Romanın künyesi alışık olmadığımız bir telif uyarısı içeriyor. Nedenini öğrenebilir miyiz?
Bu tatsız konulara girmek istemesem de, tanıklıktan kaçınmamak için anlatayım: Bazıları bir eseri neredeyse olduğu gibi alıp kullanmanın ya da kitaptan bir-iki hikâye, bir-iki karakter aşırmanın adını “esinlenme” koymuş. Son on yılda meşhur olmuş pek çok tarihi dizi ve sinema filminde özellikle “Dünyanın İlk Günü”nden sahneler görebilirsiniz. “Türkiye’nin en çok hasılat yapan tarihi filmi” diye lanse edilen bir yapımın hiç tanımadığım sahibi, bir gazetede “Beyazıt Akman’ın romanından yararlandım,” diyecek kadar ileri gidebilmiştir. Son dönemdeki başka bir dizinin yeniçeri hikayesi ise yine doğrudan bizim romandaki Yeniçeri İskender’den araklamadır. Karakterin adını değiştirmeye bile tenezzül etmemişler! Daha geçen hafta kitapçılarda gördüğüm bir çizgi roman ise “Son Sefarad”dan aşırmalarla dolu. Bu romanlara bakıp, sipariş üzerine hemen benzerlerini yapmaya girişen yazar ve yayınevlerini saymıyorum bile… Benim anlamadığım şey TV ve sinema yapımcılarının neden bir yazarla iletişime geçmekten kaçındıkları. Beraber çok daha güzel işler çıkacağı inancındayım.
Bütün bunlara ve yüz binlere ulaşan okur kitlenize rağmen edebiyat medyasında pek görmüyoruz sizi. Neden kaynaklanıyor sizce bu?
Türkiye’de işler ne yazık ki hâlâ ahbap çavuş ilişkisi üzerinden gidiyor. Biri çıkıp da romanı kendi inisiyatifiyle okuyup üzerine yazı yazmaya girişmiyor. Herkes birbirini kayırıyor. Ben de Amerika’da yaşadığım için bu tür “network”lerin hiçbirine dâhil olamadım. Bu romanlar sadece okurların sahip çıkmasıyla iki yüz bini aşkın kişiye ulaşmıştır.
Tolga Meriç
Subscribe
0 Comments
oldest