Egoist okur

Umay Ana, nasıl Al Karısı oldu?

“Ulu anaların ışıkları hiyerarşik düzenlerin tepesindekilerin yarattığı korkuyla ne kadar sır edilirse edilsin, onlar bir yolunu bulup kendilerini aşikâr ederler. ‘Sır olmaları’ yok oldukları anlamına gelmez. Sadece tehlike anlarında, şiddetli fırtına ve kasırga dönemlerinde korunma iç güdüsüyle bir yere daldalanmaları, siper almaları demektir.”

Kıymet Erzincan Kına’nın Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar adlı kitabı, heyecan verici bir çalışma.

Kitabında Umay Ana’nın ve diğer ulu anaların peşine düşüyor Kıymet. Ama ne düşmek. Yazılı kaynaklara dalıyor, daha sonra Umay Ana’nın ayak izlerini takip ederek Anadolu’yu dolaşıyor, masallara, efsanelere, halk şiirlerine, türkülere kulak veriyor. En önemlisi yaşayan kadınlarla konuşuyor, hikayeyi bir de onlardan dinliyor. Beş yıllık bu çabanın sonunda da ortaya Umay Ana’nın yüzyıllar içinde nasıl Al Karısı’na dönüştürüldüğünü, kadının nasıl cadılaştırılarak güçsüzleştirildiğini anlatan harikulade bir kitap çıkıyor. 

Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar için “Anadolu’nun Kurtlarla Koşan Kadınlar’ını anlatıyor,” demiştim bir arkadaş sohbetinde. Bu bu iki kitabın yazarlarının aynı ırmaktan su içtiğini, aynı damardan beslendiğini, benzer yaraların şifasını aradıklarını düşünüyorum çünkü. Okuyun, kendiniz karar verin…

Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar

“Kurtlarla Koşan Kadınlar”la dirilen “Vahşi Kadın” arketipi

Kıymet Erzincan Kına: “Kadınlar olarak bilinçaltımıza açılan kapıların, rüyalarımızın yorumunu başkalarına bırakmamalı, ‘ben bana ne demek istiyorum?’ sorusunun cevabını kendimiz aramalıyız

Kıymet, bilinç dışımızda uyuklayanlar neler, masallar, efsaneler, geçmişten bugüne gelen sözlü aktarımlar hangi hakikatleri saklıyor, koruyor?

Yok saydıklarımızı, görünmez kıldıklarımızı saklıyor. Ama bir çeşit yaşama ve yaşatma içgüdüsüyle koruyor da. Var olan düzende, bize “gerçek” diye dayatılan yaşam koşullarımızda, hakikate ulaşma çabası sandığımız kadar kolay değil tabii. Ama insanın iyileşmesi ve sürünmeden yaşaması için bu gerekli. Bu çaba aynı zamanda insanın kendisiyle yüzleşme ve barışma cesaretini göstermesini de gerektirir. İçimizdeki toksinlerden ancak emek harcayarak, ter ve gözyaşı dökerek kurtulabiliriz. O yüzden bilinçaltımıza açılan birer kapı olarak rüyalarımızın yorumunu başkalarına bırakmadan kendimiz anlamaya ve “Ben bana ne demek istiyorum?” sorusunun cevabını kendimiz bulmaya çalışmalıyız. Aksi takdirde, bilinçaltımızda kilit altına aldığımız ve yok saydığımız, bastırdığımız hakikatin yüküne daha fazla dayanamayız. Rüyalar birey için neyse, masallar, efsaneler, ritüeller ve onların ayrıntılarına sırlanmış gerçekler de toplumlar için o aslında. Oralarda kolektif bilinçaltımıza dair bastırdığımız, yok saydığımız hakikatin izlerine, eğer gerçekten talipsek, ulaşmamız pekâlâ mümkün. Masallar, rüyalar hepimizin bildiği gibi hakiki olayları anlatmazlar ama evrensel gerçeği ya da hakikati yine çok evrensel motif ve sembollerle verirler. Sadece anlatıldığı toplumun üretim ilişkilerine ve yaşam şekline göre, gittikleri patikalar farklıdır. Ama hakikatin yolu, koruma ve yaşatma hedefi ortak.

Sen Lilith’ten başlıyorsun hakikatin yolunu aramaya ve iri kalçalı, koca göbekli ulu analara geçiyor, bize Umay Ana’yı ve Al Ruhu’nu anlatıyorsun. Ne yaşandı tam olarak, Al Ruhu nasıl unutuldu ve uykularımıza Albasması egemen oldu?

Kadınlar hem sembolik hem gerçek anlamıyla atlardan indiğinizde olanlar oldu aslında. İnsanoğlu toprağı ekip biçmeye başladıktan bir süre sonra doğayı da kadını da istediği gibi ekip biçme hakkını buldu kendinde, kontrol altına almaya da kutsallardan başladı. Ulu analar edilginleştirilir, olmadı günahkâr kılınırsa mirasçıları sıradan kadınları kontrol altına almak daha kolay olsa gerekti. Tanrıçaların Lilithleştirilmesi ya da cadılaştırılması, yazıyı bulan Sümerlere kadar gider.

Ama tabii mitlerin ters yüz edilerek toplumları denetleme süreci bütün toplumlarda aynı zamanlarda olmadı. Lilith’in ortaya çıktığı dönemlerde, Umay Ana, Orta Asya Türk inançlarında olumlu formuyla yaşıyordu. Konargöçer yaşamın eşitlikçi koşullarında, kadın ve erkek yan yana at üstünde yolculuk yapıyorlardı. Kılavuzları ise Doğa Ana ve kuşkusuz onun bin bir adından biri olarak Umay Ana idi. Doğa Ana bugün olduğu gibi cinsiyet veya tür ayırt etmeden bütün yavrularına o zaman da aynı mesafedeydi. Ne zaman ki atlardan inip yerleşik düzene geçmeye başladık gökteki güneşten yerdeki ocaklara ya da ateşe de sembol olan Al Ruhu bir başka adıyla Umay, Albastı ya da Al Karısı oldu. Ateşin ve kanın veya adetin rengiyle “Al”, ocakları tüttüren değil de söndüren ilan edildi böylece.

Bu bir çeşit korkudan kaynaklanıyor olmalı. Peki neden korkuluyor?

Kadın, hem zihinsel hem bedensel doğurma ve var etme gücüyle, ölümü değil de yaşamı savunuyor. Günümüzde ister kadın ister erkek olsun yaşamı değil de ölümü savunanlar, kadının bu gücünü hem kıskanıyorlar hem de ondan korkuyorlar. O yüzden de kadının bedenini ve zihnini terbiye etmeye çalışıyorlar. Lilith ya da Al Karısı gibi mitlerle, kadınlara “Sen eksiksin, kusurlusun, hatalısın, günahkârsın,” telkinlerinde bulunarak, sürekli bir suçluluk duygusu yaşatıyorlar. O yüzden bugün yasalar önünde eşit olduğumuzu bilsek de zihnimize işlenen bu suçluluk duygusu yüzünden aslında en başta biz kadınlar güvenemiyoruz kendi gücümüze. Daha da kötüsü ne kendimize ne de hemcinslerimize inanıyoruz. Oysa kadın kadınının, daha doğrusu insan insanın kurdu değil, yurdudur.

Çizer Yiğit Yerlikaya‘nın Umay Ana illüstrasyonu

Hepimiz Doğa Ana’nın gemisindeyiz, bir kıpırtısına bakar alabora olup yaşam zincirinin sadece bir halkası olduğumuzu anlamamız

Tarihi eril kalemler yazmış, bu kalemler de bir şekilde kadınları cadılaştırarak ya da güçlerini yok sayarak sahneden silmeye çalışmış. Başarabildiler mi sence?

Güçlerini Doğa Ana’dan alan kılavuzların ve kadınların sayesinde yurt ve yuvaların dumanları tütüyor. Bu ışık ve ateş yok olursa, dünyanın da ışığı söner, dünya buz keser. Şimdilerde Doğa Ana’nın döngüsel düzenine değil de insanoğlunun piramit düzeniyle yönetiliyor olabiliriz. Ama hepimiz Doğa Ana’nın gemisindeyiz ve doğanın bir kıpırtısına bakar alabora olmamız ve yaşam zincirinin sadece bir halkası olduğumuzu anlamamız.

Umay kelimesinin anlamı ve çağrışımları nelerdir? Umay Ana’yı nasıl anlatırsın bilmeyenlere ya da hatırlamak isteyenlere?

Umay Ana, en bilinen adıyla Kibele. Ya da şu anki yaşadığımız topraklardaki karşılığıyla Fatma Ana ya da Sarı Kız. Sarı Kız, sadece Kaz Dağları’nda değil, Trakya ve Anadolu’da da birçok yatır ve türbesi olan bir eren. Umay Ana günümüzde Türkiye topraklarında doğrudan adıyla yaşamıyor. Ama Orta Asya halkları arasında hâlâ olumlu imgesiyle var. Fakat bir ulu ana formu olarak değil de daha çok bereket getiren, lohusa kadınları ve bebekleri koruyan bir form olarak yaşıyor. Çok benzer şekilde yine özellikle Kırgız, Kazak ve Özbekler arasında Fatma Ana da Bibi Batima olarak yaşıyor ve kitap da yer verdiğim gibi “Manın kolım emes/ bibi Patime, bibi Suhra kolı/ Umay-ana, Kambar-ana kolı” gibi dualarda hâlâ varlığını sürdürüyor. Bu dua hepimize mutfakta bereket ve lohusa kadınlara şifa dilerken okunan “Benim elim değil, Fatma Ana’nın eli,” duasını çağrıştırıyor olsa gerek.

Yaşadığımız topraklarda Umay, doğrudan adıyla yok ama yeni inançlar içindeki kutsallarla, dildeki izleriyle hâlâ yaşıyor. Benzer bir temayı işlemek için Kibele’yi değil de Umay’ı seçmemin temel nedenlerinden biri de bu; izlerinin hâlâ canlı canlı yaşadığını görmenin verdiği heyecan. Araştırmalarım sırasında özellikle kırsaldan kadınlarla görüştüm, Umay adını doğrudan duymamışlardı. Ama “Buna benzer başka kelimeler aklınıza geliyor mu,” diye sorduğumda, umma, umacı, eci, öcü, momoci, umut gibi kelimeleri duyuyordum onlardan. Daha kentli kadınlarda umar kelimesi hatta doğrudan Umay Ana adıyla da karşılaşıyordum. Çorum’la ilgili yerel bir sözlükte ise beceriksiz, ahmak anlamlarıyla “umaysız” kelimesi önüme çıkmıştı. Sanki inceden inceye Umaysız kalmanın kadınları beceriksizleştirdiğini söylüyordu. Umaysız kelimesi kullanmaktan çok hoşlandığım çaresiz anlamındaki umarsız kelimesini de çağrıştırıyordu. Özellikle İngilizcede “desperate hope” ifadesini Türkçeye çevirirken kullandığım ve yıllardır kendi yazılarımda ve konuşmalarımda da bolca yer alan “umarsız umut” ifadem böylece daha bir anlam kazanıyordu. Öyle sözlüklerde çevrildiği gibi boşuna ümit değil de her şeye rağmen, akıntıya karşı yüzmek pahasına da olsa umut ya da sembolik gücüyle aslında Umay diyormuşum meğerse.

Çizer Yiğit Yerlikaya‘nın Ak Ana illüstrasyonu

Umay Ana’nın gökten kayın ağacıyla indiği inanışından esintiyle bazı gelenekler devam ediyor, mesela ağaçlardan dilek dilemek…

Umay Ana bugün hâlâ nerelerde gösteriyor yüzünü gören gözlere, sırrını ne şekillerde fısıldıyor duyan kulaklara?

Dediğim gibi Umay’ın dildeki özellikle yerel kullanımlardaki izi hâlâ çok belirgin. Fatma Ana ve Sarı Kız ululamasında da Umay Ana’nın izleri var. Bir başka izi de yine özellikle kırsaldaki doğumla ilgili ritüellerde yaşıyor. On birinci yüzyılda Kaşgarlı Mahmud’un hazırladığı, Divanü Lugati’t-Türk sözlüğünde, “umay” kelime anlamıyla “eş” ya da “plasenta” olarak verilir ve kadınların bunu iyi bir alamet olarak kabul ettikleri ve ona tapınılırsa çocukları olabileceklerine inanıldığı yazılır. Biz bugün bunun izlerini kentlerde bebek göbeğinin bir dilek dileme yöntemi olarak cami, okul gibi yerlere gömülmesi ritüelinde görebiliyoruz. Umay’ın esas izlerini kırsalda evde yapılan doğumlarda plasenta veya eş ya da sonun gömü törenlerinde daha canlı görmek de mümkün. Kitap için yaptığım sözlü görüşmelerimde, doğum sonrasında bebek eşinin kefen misali temiz bir beze sarılarak dualar eşliğinde gömüldüğünü çok duydum. Bu gömü törenlerinde kadınların başrolde olduklarını kendi çocukluk anılarımdan da anımsıyorum. Çocuğu olmayan kadınların, yeni doğum yapan kadınların eşleri üzerine oturtuldukları ritüelleri de dinledim. Bazı görüşmeciler, eşlerin ağaç diplerine gömüldüğünü söylüyordu ve bunu çocuğun bir ağaç gibi yeşerip yaşamasına, dal budak sarmasına yönelik bir temenni olarak dillendiriyorlardı. Umay’ın kayın ağacıyla gökten yeryüzüne indiğine inanılan dönemlerden esintiyle olsa gerek, ağaçlardan dilek dileme, bir çeşit kansız kurban olarak bez bağlama gelenekleri de aslında yine Umay izleri. Ağaçların etrafında dönme gelenekleri sonra. Şamanist inançları İslamiyet’le sentezleyen Alevi-Bektaşi inançlarındaki ağaç, semah, geyik, turna kutsallığında da, deyiş ve nefeslerde de adı olmasa bile bu kutsanmadan izler görmek mümkün. Bunlara kitapta ayrıntılarıyla yer verdim.

Ama kuşkusuz Umay esas olarak ataerkil sistemde alaşağı edilmiş haliyle Al Karısı ya da Albastı inancında yaşıyor. Bu miti biraz tersinden veya satır aralarıyla okursak kolayca Umay’dan izler yakalarız. Şer kılığında hayır getirir. Bilimin de, halk bilgeliğinin de söylediği gibi bebek ve lohusa için kritik olan ilk kırk günde çevresindekileri korkutarak da olsa uyarır aslında. Onlara göz kulak olun mesajını verir tersinden. Bilmiş kız çocuklarının ve aklına yatmayana itaat etmeyen kadınların Al Karısı’na benzetilmesi ise Al Ruhu ya da Umay’ın bilgeliğine bir gönderme olsa gerek. Büyük memeli kadınların Al Karısı’na benzetilmesi, aklımıza tanrıçaları getirmez mi?

Kitabın beş yıllık yolculuğunda, bozulan bir yapbozun taşlarını kendimce yerine koyduğum anlardaki duyduğum hazzın tarifi yok

Bu kitapla bir anlamda bozulan yapbozu yeniden yapma çabasına giriştin, kadınların geçmişten bugüne kaybettiklerinin telafisi için bir yolculuğa çıktın. Ne buldun o yolculukta seni şaşırtan, ürperten, öfkelendiren, umutlandıran, mutlu eden?

Bu yolculuğa çıkışım, çocukluğumda dinlediğim Al Karısı hikayelerinin bazı ayrıntılarıyla ilgili kafama takılan soru işaretleri nedeniyledir. Okumalarım sırasında Al Karısı’nın aslında Umay olduğu bilgisini öğrendiğim an ise bu kitap yolculuğumun başlangıç anı aslında. Atlara, bebeğe, lohusaya ve hamura musallat olan ve sadece erkekler tarafından yakalanıp evde köle gibi çalıştırılan, elinin bereketinin, becerisinin, güçlü kuvvetli oluşunun altı özellikle çizilen böyle bir kadın, neden yakasına takılan ve köleliğinin temsili minicik bir iğneden kendi başına kurtulamıyordu? Onu böylesine kötürümleştiren, paralize eden neydi? Ya da neden gerçek hayattan bazı makbul olmayan kadınlar ona benzetiliyordu? Kitabın beş yıllık yazım yolculuğunda, bozulan bir yapbozun taşlarını kendimce yerine koyduğum anlardaki duyduğum hazzın tarifi yok. Bu yolculuğumdaki muhabbetler, etkileşimler, gerek okuyarak, gerek kulaktan demlenerek, gerek sezerek edindiğim bilgiler paha biçilmez benim için. En şaşırdığım anlar ise Avrupa’nın aksine Anadolu Orta Çağında kadının bu topraklarda görünür olduğuna dair bilgileri toparladığımı sandığım anda, kitabın bitimine yakın anlarda bile çarpıcı yeni örneklerle karşılaşmam. 12. yüzyılda Erzincan ve Erzurum çevresinde hüküm süren Saltuklu Beyliği’ne on yıl hükümdar olan Mama Hatun bu örneklerden sadece biri. Konya’daki Selçuklu dönemine ait eserlerin sergilendiği müzelerde kadın görünürlüğü ve günümüzde daha çok eril güçlerle özdeşleştirilen sembollerin nasıl Umay’ın en önemli sembolü olan ve güneşi temsil eden üç tacıyla betimlendiği karşısında duyduğum şaşkınlık anlarını da unutamıyorum. Bu topraklar açısından Anadolu Selçuklu ve Beylikler dönemi, bugünün kadınına çok kılavuz sunuyor. Kadının orduda da, siyasette de, inançlarda da, kısaca yurtta ve yuvada da görünür olduğunu ispatlayan binlerce örnekle dolu.

Umay Ana’yı hatırlamaya neden ihtiyacımız var?

Umay ya da Doğa Ana’nın bin bir adıyla başka ulu anaların sembolik gücüne ihtiyacımız var. Onların sembolik mirasını taşıyan kadınların kılavuzluğuna ihtiyacımız var. Al Karısı’nda olduğu gibi görünürde yakamıza saplanan bir iğne olmayabilir ama hangi kesimden, hangi inançtan, hangi etnik kökten, hangi coğrafyadan olursak olalım, ama az ama çok bilinçaltımıza iğneler saplanmış. Uyuşturulmuşuz. Işığımızın uyarılması için bilinçaltımıza saplanmış iğneleri çıkarıp atmamız gerekir. Bize inandırıldığı gibi Al Karısı mirasını değil de Umay mirasını taşıdığımızı hatırlamamız gerekir.

Konya Karatay Müzesi’nde sergilenen çinilerde de Umay Ana’nın imgesi var

Doğayla bağını koparmamış yaşlı kadınlar ve çocuklarda sansürlenmemiş, doğanın kılavuzluğuyla edindikleri hakiki bilgilerin kırıntılarını bulmak benim için müthiş bir haz oldu

Yolculuğunda sana rehberlik edenler kimler oldu?

Sanırım aile olarak çok şanslıyım ki en başta annem Müşiriye Erzincan, eşim Mehmet Kına, kardeşim Erdal Erzincan, sevgili Mercan Erzincan ve kızım Irmak Günce Kına’nın bilgi ve birikimleriyle çok beslendim. Kitabın bitiş aşamalarına doğru çok benzer şeyleri dert ettiğimizden yayıncılığımı da Erdal ve Mercan Erzincan üstelenmeye karar verdiler. Böylece kitabım Temkeş Yayınları’nın üçüncü kitabı olarak yayınlandı. Yine bu süreçte destek istediğim birçok araştırmacı o kadar candan katkılar sundu ki hatta başta Refik Engin olmak üzere bu araştırmacıların “Hadi artık bitir,” itelemeleriyle hızlandığım da çok oldu. Editörlerimden üniversiteden çeviri hocam olan çevirmen ve yazar Ayşe Nihal Akbulut’un kitabın metin kurgusu ve dili üzerindeki olumlu yorumları ve desteği bana çok büyük güç verdi. Bir diğer editörüm araştırmacı yazar Ali Cem Akbulut ise Osmanlıcadan yaptığı çeviriler, halk edebiyatından şiir önerileri, sunduğu kaynaklar ve cömertçe paylaştığı bilgi birikimiyle hep yanımda oldu. Bu süreç aynı zamanda çok fazla bilinmeyen, göz ardı edilen kitapları da okuma ve anlamaya çalışma süreci oldu benim için. Okuduğum ve yararlandığım tüm kitapları gururla kaynakçama ekledim. Ötekilerin sesi olarak sözlü görüşme yaptığım kişilerin adlarını da kaynakçamda gururla yer verdim.

Kitabınla ilgili en sevdiğim şeylerden biri anlattığın her şeyi şahsi deneyimlerinle ya da yaşayan başka kadınların aktardıklarıyla desteklemen oldu. Bunu da sormak istiyorum sana…

Hangi kök ve inançtan olurlarsa olsunlar özellikle doğayla bağını koparmamış yaşlılar hele de yaşlı kadınlar ve çocuklarla muhabbet edilmeli. Onlarda sansürlenmemiş, doğanın kılavuzluğuyla edindikleri hakiki bilgilerin kırıntılarını bulmak müthiş bir haz oldu benim için. Onlar bu toplumun belleği. Bu görüşmelerimde karşılıklı birbirimize soru işaretleri bıraktık. Hatta bazen birlikte koştuk bu soru işaretlerinin peşine. Tozlu raflarda bulduğum anlamsız görünen bir bilgiyi, onlardan duyduğum alakasız gibi görünen bir sözden, cümleden tamamladığım da oldu. Farklı çevrelerden yaptığım bu görüşmelerde kadının ötekileştirilmesinin bütün kesimlerde ne kadar ortak olduğunu gördüm. Ataerkil sistemin böl-yönet anlayışıyla kadının kadına kurt edilmesine değil de yurt edilmesi gerektiğine olan inancım daha bir pekişti. Başta annem ve kayınvalidem olmak üzere hayatımda kavga ettiğim kadınları anlamayı, yaptıklarını unutmayı değil ama affetmeyi öğrendim. Ve belki de iyileşmeyi. Yine özellikle annemle yaptığım bu görüşmeler sayesinde ben doğmadan çok çok önce ölen anneannemle iletişim kurabildim. Kitabın sonu da hiçte hesaplamadığım şekilde annemin aktarımıyla anneannemin bir masalıyla bitti. Öyle bir masaldı ki bütün kitap boyunca uğraştığım sembol ve motifler bir masalda can bulmuş ve en az altmış yıl sonra gelip kitabımın son sayfasına konmuştu.

Okurlardan gelen “Siz ölmüş anneannenizle iletişim kurmuşsunuz, biz de kendi ebelerimiz, analarımız ve atalarımızla kuruyoruz,” türü yorumlar ise kendi adıma kitapta özel gibi görünen her şeyin aslında ortak olduğunu söylüyor bana. Kendimi iyileştirmek ve kendime güç toplamak için yazdığımız bu kitapta galiba yaralarımız da ortak. Gelen dönütler sezgilerimin rehberliğinde yaptığım şeyin doğru olduğunu söylüyor bana.

Umay Ana’dan Al Karısı’na Atlı Gelip Yaya Kalanlar, Temkeş Yayınları etiketiyle yayımlandı

Anadolu’nun Kurtlarla Koşan Kadınlar’ı

Okuma fırsatı bulan bazı arkadaşlarımla kitabının Clarissa Pinkola Estes’in halk masallarının şifresini çözmeyi denediği Kurtlarla Koşan Kadınlar’ıyla akrabalığını konuştuk. Katılır mısın bu akrabalık meselesine?

Hem evet hem hayır. Öncelikle kült sayılan böyle bir kitapla hatırlanmak benim için gurur verici bir şey. İki kitabın da hedefi kadının baskılanan gücünü hatırlatmak, iki kitap da kadın sorununu çevre sorunun bir parçası olarak görüyor. Malzeme olarak masallardan yararlanmamız da ortak bir unsur. Clarissa Pinkola Estes’in Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında bu konu dünyanın farklı coğrafyalarından masalların psikanalitik açıdan değerlendirilmesiyle işlenmiş. Benim çalışmamdaki masallar daha çok Anadolu’ya ait ve ben bu masallarda daha kadının değişen toplumsal konumuna dair izler bulmaya çalıştım. Masalların yanında Orta Asya’dan başlayarak özellikle Anadolu ve Trakya’daki mitler, ritüeller, dil ve sözlü kültür üzerindeki izlerden ve arkeolojik bulgulardan da yazılmamış kadın tarihine dair işaret fişeklerini yakalamaya çalıştım. Dolayısıyla kitabım bu açıdan Estes’in kitabından farklı sanırım.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments