Egoist okur

UMAY UMAY: “Tanrı’yla kavga etmesem kiminle edeceğim?”

“Çok güzel seviştim. Her şeyle seviştim. Hayatla, müzikle, her şeyle. O seks yaptıklarını sananların ulaşmak istedikleri yerde o kadar çok vakit harcadım ki. Bazı insanların tenine bak Deniz. Doyup doymadıklarını tenine bakarak anlarsın. Bu ekmek ve suyla açıklanacak bir şey değil. Meslekle açıklanacak bir şey de değil. Şöyle tenine bakarsın ve aşık olunduğunu görürsün. Ben bunu bir tek Sezen Aksu’nun teninde gördüm. Artık onun da bence sevişmek için bir tene ihtiyacı yok. Çünkü teninde yer yok. Ve benim tenime fotoğraf makinesinden başka hiçbir şey değmiyor.”

Umay Umay özel bir isim. Sadece benim için değil, onu tanıyan, seven, takip eden bir kitle için de oldukça önemli ve özel. Kıymeti kuşkusuz bugüne kadar imzasını attığı işlerde yatıyor, ama bundan daha da önemlisi samimiyeti. Samimiyetinden kuşku duymayacağımız çok az insandan biri o. Yazdığı şiire, söylediği şarkıya, çektiği fotoğrafa, sizinle kurduğu diyaloğa kadar her şeye yansıyor bu. O nedenle Umay Umay iki kez kıymetli. Üstelik uzunca bir süredir beklediğimiz yeni şiir kitabı Cevapsız Ağrı’yla bir kez daha hem de çok yakından yüreğimize dokunuyor; bizi sarsıyor!

Deniz Durukan

UMAY UMAY: “Tanrı’yla kavga etmesem kiminle edeceğim?”

İyi bir şey mi kalkıp gelmem?

İyi bir şey tabii, çok özlemiştim seni. Ayrıca kırmızı pantolon giymişsin, acayip güzel.

Bu kadar mı?

Röportajda hemen yabancılaşırım. Şu anda yabancımsın, ama doğrusu bu.

Tamam, şimdi yabancılaştık birbirimize. Şöyle sorayım, şiirinde geçtiği gibi bu vapura herkes gelebilir mi?

Sözün oyunlarıyla hakikatin durumu çok farklı. Ama hepsinin sana geldiğini ya da hiç gelmeyeceğini hissettiğin anlar benim için çok olağan anlar.

Senin gerçeğin nedir? Nerede ayrılıyor o sınır?

Benim bir gerçeğim varsa ben onu ayırabildiğimi sanmıyorum. Ayırabilsem zaten gerçek nedir, ne değildir kuşkusuyla bu kadar boğuşmazdım.

Bu çok rahatsız edici olmalı…

Yıllar evvel ben sana rahat bir üçlü koltuk olmadığımı söylemiştim.

Vapura dönelim, Tanrı’yı vapurla özdeşleştiriyorsun.

Ben Tanrı’yı her şeyle özdeşleştiriyorum. Şu yudumladığım kahveyle de özdeşleştiriyorum. Şu anda mesela; yarım saniyenin yarısı kadar da yakın bana.

Arada uzaklaştığını da söylüyorsun.

Ee, kavga etmeden olmaz. Tanrı’yla kavga etmesem kiminle kavga edeceğim. Kim daha değerli ki? Ondan daha güçlü, daha yanıltıcı, şaşırtıcı, hüsrana uğratıcı, ödüller verici… Onun varlığı ve yokluğu kadar sarsıcı hiç bir şeyim olmadı.

Neye bozulup kavga edersin?

Tanrı bana aç insanları anlatamıyor, ama aynı zamanda anlatıyor da. İnsanlara baktığımda; insan zaten her şeyi anlatıyor. Niye kötü olduğunu veya niye iyiliği seçtiğini, her şeyi anlatıyor. Orada barışıyorum. Çelişki yoksa hayat yok. Benden sakın öyle çelişmeyen, karar verilmiş cevaplar bekleme. Ben kendimi kendimden alamadım çünkü. Ama muallakta olmak değil bu, muallağın ne olduğunu biliyorum. Muallak, boktan bir şey. Muallak, hissetmez zaten. Kavga da etmez. Tanrı’yla kul düzeyinde sorunu ve korkusu vardır. Ben çok korkarım, hiç korkmam. Benim Tanrı’mla aramdaki ilişki ödlekçe değil. Cesareti de Tanrı’dan alıyorum.

Genelde insanların Tanrı’yla değil de kullarıyla kavgası olur hep. Senin olmaz mı?

Olmaz mı? Her gün yüzüne tükürmek istediğim birçok insan var, ama bu kadar.

Dışarıya dair söylemlerin var şiirlerinde. Bu kadar içerdeyken bu kadar da en dışarda olma durumundan söz etsek. Ya da içerisi ve dışarısı nerede birbirine kavuşur?

Sorunum, sorulardan hoşlanmıyor olmam. İnsan ruhunun kıvrımlarını ve inceliklerini tam anlamıyla anlatabilecek cümleleri, sözleri hayatta bulamıyor, o nedenle zorlanıyorum.

Ama sen dışarıda olmayı tercih ettin.

Hâlâ tercih ediyorum. Ama çok içerden yapıyorum her şeyi. Bir filmden çıktıktan sonra ona soru sormazsın Deniz. Ben durumumu öyle görüyorum. Kendine sorarsın ya da sevmezsin, unutursun. Kendime her şeyi söyleyip bitiriyorum. Sonra susup tekrar bağırıyorum. Bunların cevaplarının verilmesi yerine anlaşılması ya da reddedilmesi gerekir. O yüzden sanırım doğru sorulara karşı yanlış biriyim.

O nedenle, gelmekle iyi mi yaptım diye başta sordum sana.

Iyi ettin. Aramızda sadece röportaj yok.

Israrla dışarı meselesini açmak istiyorum. Dışarıda sahiden kurtarılacak bir şey var mı?

Hiç yoktu. Hiçbir zaman da olmadı. Ne kurtarılacak ne de kazanılacak bir şey var. Biz onu öyle sandık. Hâlâ öyle sanmaya devam ediyoruz.

Ya evler? Evler de tekin değil. Öğrendik bunu, değil mi? Belki sokak daha korunaklı kaldı, içeride yaşanan şiddetin yanında.

O zaman hangi sokak, hangi ev diye tartışabiliriz. Ben sokağı hep evim gibi gördüm ve sokakta yaşadım. Estetize edilmiş, uydurulmuş da değil öyle. Gerçek anlamda sokak kültürünün içindeydim. Üstelik imtiyazlı olacaksın, paran da olacak hem de öyle bir hayatı seçeceksin. Bunun yaşadım. Sokağı hep evim sandım. Eve gelirken sokağa çıkıyor gibiydim. Evde süslenir, sokakta süslenmezdim. Sokakta yer, evde yemezdim. Bazen üstümü başımı bile şehir tuvaletlerinde, bar tuvaletlerinde değiştirirdim.

Beyoğlu’ydu sanırım daha çok vakit geçirdiğin yer. Hayatında önemli bir yer, değil mi?

Oldu, evet. Yıllar evvel sevgilimle beraber Hayal Kahvesi diye bir yer açtık ve orada yaşadık. Etiler’de açsaydık Etiler kadını olur muydum, bilemiyorum. Beyoğlu’nu ben tercih etmedim, hayat beni oraya götürdü.

Nasıldı peki Beyoğlu’nda hayat? Dün nasıldı, bugün nasıl? Çok içeriden yaşayan biri olarak ne söylersin?

Şimdi bu haberci kafasını hiç sevmiyorum. Beyoğlu’nda boncuk vardı, Tarlabaşı’nda goncuk vardı, Etiler’de soncuk vardı…. Bu çok gazeteci, etiketleme kafası. Olaylardan durum çıkarma kafaları bana göre değil. O nedenle Beyoğlu hayatını bir Erenköy’deki hayattan, mekan olanakları ve olanaksızlıkları dışında hiç ayırmadım. Beyoğlu’nda uyuşturucu varsa Erenköy’de de vardı. Farkı, Ereneköy’de daha fazla aile yaşaması ve iş yerinin az olması ya da birkaç fazla ağacın olmasıdır. Erenköy kendini uyuşturcuya, yoksulluğa, şiddete… hayatta dair olan her şeye kapatıp başka bir yerde gösterebilen bir yer. Beyoğlu yapısı itibarıyla göstermeyen bir yer. Yoksa kötülük veya aynı zevkler her yerde var. Beyoğlu’na haberci kafasıyla bakmadığım için, Beyoğlu ile Erenköy arasında benim için hiç fark yok. Evet, Beyoğlu’nu çok sevdim; ama hiçbir zaman Beyoğlu’nu kutsayanlardan da olmadım.

Anladım, sen epey gerildin. Ben de gerildim.

Ama sorular matematik sorusu gibi. Anlayamadım. Hesap verecek olsam yazmam.

Niye hesap sorayım ki? Böyle mi görülüyor dışarıdan? Neyse, kitabın bütününe baktığımda bir veda söz konusu. Ya da vedalaşma diyelim ama…

Yok katılmıyorum. Zaten benim türümde yazan insanların birinci meselesi değil mi bu. Hep bu duyguyla yazmazlar mı? Veda duygusu yazarken çok önemlidir. Ama veda üzerine kurduğumu sanmıyorum bu kitabı. Evet, veda çok kullandığım bir kelimedir. Ben okuyucu olsaydım, çok öfkeli ama umutlu bir kadın görürdüm.

Oraya da geleceğim…

Hüzün mutsuzluk değildir. Pesimist bir tavır da değildir. Hep karıştırılıyor bunlar. Doğa tarafından, Allah tarafından veya hormanlarım tarafından hüzünlü olabilirim. Beni oraya hapsetmenize çok kızıyorum. Vedalar, hüzünlü…

Ben hüzün kelimesini kullanmadım. Hüzünlü demedim. Aynı zamanda sorumun devamını da dinlemedin.

Hüzün olmaz mı, elbette var. Hüzün benim sigaramı söndürüşümde bile var.

Tamam, analiz etmeyi bırakayım o zaman.

Yüzüme karşı analiz edilmeye müsait değilim.

Ben seni baştan aşağıya anlamamış olabilirim. Ama vedayı bir bitiş değil de başlangıç olarak yorumlamışsın şiirlerinde. Zaten sorunun devamında buraya gelecektim. Elbette bu da bir umut belirtisidir.

Çok dişi bir şey söylüyorum. Yazılarımda okuyucuların çok az gördüğü umutlu bir şey var. Umutsuz sanatı hiç sevmem. Mesela; Zeki Demirkubuz’a katlanamam. Umutsuzdur o, mutsuz değil. Kuru mutsuzluğu hiç sevmem. Benim mutsuzluğum çok dişidir, üreticidir, sarsıcıdır. Ölürken bile umutsuz olmayacağımı düşünüyorum. Vedayı da çok güzel kullanıyorum. “Her elveda kırık bir merhabadır aslında,” diye bir cümlem var. Evet, çok mutsuzum ama çok güzel bir mutsuzluk bu. Senden değil ama genel olarak okuyucunun algısında benim umutsuz ve karanlık olduğuma dair yargı var. Lunapark gibidir benim yaşadığım alanlar, mumdan nefret ederim. Bütün ev ışıl ışıldır.

Umay, evindeyim zaten ve bir lunapark havası sezmiyorum. Ama ruhunda bir atlı karınca, lunapark şöleni olabilir. Işıl ışıl olmak umut duygusuna tekabül ediyor herhalde. Umarım bu sefer doğru anlamışımdır.

Ah özür dilerim keşke senin için salonun ortasına dönme dolap, atlı karınca filan taktırsaydım.

Işık demişken, ya fotoğraf çekimlerin…

Ben fotoğrafçı değilim. ‘Fotoğrafçılara saygısızlık edemem’ durumuyla söylemiyorum bunu. Okumakla, akademilerde olmakla hiç bir şey olmuyor. Yani saygımdan fotoğrafçı değilim demiyorum. Fotoğrafı ruhumla, hayat arasında kurduğum kuralsız hikaye olduğu için fotoğrafçıyım demeyi uygun bulmuyorum. Biliyor musun iki insan arasında ışık vardır. Önce lambalar yanar. Bir de dünyada güzel sananlar akademileri var.

Umay çok zor senle konuşmak.

Benle arkadaşlık çok güzeldir ama anlaşmak çok zordur. Tekrar tekrar özür dilerim. N’apayım Allah beni böyle yarattı. Elimden daha iyisi gelmiyor.

Biliyorum, zorlandığım çok anlar oldu.

Biliyor musun kocadım. Çevremdekilere hele ki yakınlarıma tek kelime yanlış anlama ve yorum hakkı bırakmak istemiyorum.

Niye yanlış anlaşılmaktan korkuyorsun ki?

Çok sıkıldım da ondan.

Yanlış mı öptüler seni?

Benim de onları doğru öptüğüm söylenemez. Ama şöyle bir şey de var, yanlış öpenlere de ağızlarının, dudaklarının payını verdim.

Asıl soruya gelmek istiyorum. Kapı imgesi çok sık geçiyor şiirlerinde. Kapı sanki ölüme açılan bir yol. Ve kutsal bir tarafı da var. Tanrı’ya ulaşmak gibi. Aynı zamanda kavuşmayı da işaret ediyor. Bu benim çıkardığım bir şey. Sen belki başka amaçla yazmış olabilirsin.

Ben insanın doğduğunda Tanrı’ya ulaştığını düşünüyorum. Ölümle Tanrı’ya kavuştuğunu sanmıyorum. Belki de ölüm, Tanrı’ya allahaısmarladık dendiği andır. Yani Tanrı’yla işinin bitttiği andır. Artık iyilik veya kötülük yapmana gerek yok çünkü. Her şey nefes alıp verirken oluyor. Tanrıyla tanışma, doğum anında olur, hatta anne karnına düştüğün andır bence.

Peki çok seven kadının haksızlığı nerede başlıyor Umay?

“Ben yazmadım, redaksiyon hatası,” demek geliyor içimden Deniz.

Yok, dizeyi açıkla demiyorum, bu dizeden yola çıkarak kadınları soruyorum.

Yıllar önce bir kadın oluşumu aradığında “Ne kadını, ne kütüphanesi?” dedim. “Siz bilmiyorsunuz, benim pipim var,” dedim. Öyle üzüldüm ve kızdım ki; sen masasın, sen kadınsın , sen asfaltsın, puff… Aynı ayrılma isteği, aynı faşizan istek. Aynı berbat anlayış. Elbette kadınım ve böyle hissederim, bu ayrı. Ama bütünde böyle bir şey yok.

Kadın kütüphanesi, kadın sineması, kadın edebiyatı gibi ayrımlar yapılıyor. Bir süre sonra öyle bir hale geliyorsun ki, seni bu kodlarla çağrdıkları için sen de bir şekilde bunun içine giriyorsun. Ya da öyle çağrılmayı, mesela kadın şair ifadesini ister istemez kabul ediyorsun. Ama şöyle bir durum da var: Kadının görünürlüğünü bir şekilde kanıtlaması gerek. Bir şekilde bir yerde toplanması ve tanıtılması da direnmek anlamında önemli. İlk etapta belki gerekli. Ama ilk etapta. Sonrasında yapılacak şey, kimliklerden sıyrılarak aslında birey olmaya çalışmak ve yaptığın işle öne çıkmak. Özellikle son otuz yıldır kimlikler üzerinden bir politika uygulanıyor.

Bu kategorilere ayırma işi bana komedi geliyor. Ve kadını azaltıcı bir şey bu. Bir gay fotoğrafçı gay fotoğrafları çekmiyor ama gay diyorsun. Bu daha büyük bir propaganda. “Bugün Hindistan’da kadınlara on sekiz saatte bir tecavüz ediliyor, biliyor musunuz” diye yazan plazalardaki insanlar günde on sekiz kere kendilerine ne türlü tecavüz edildiğini görmeden nasıl yazabiliyorlar? Cehennem gibi dram. Büyük komedi geliyor bana dünyanın şiddetini bu dille anlatmak, algılamak, karar vermek ve bu dile mensup olmak. Hiçbir şeye mensup değilim. Hangisi daha acı; kadın dramı mı, insan dramı mı, emin değilim.

Tufaya mı düştük?

Hem de nasıl. Benim gibi konuşanlara da ileri geri konuşan insanlar diye bakılıyor. Çünkü varlığımızdaki hakikat tehditi onların kodlarını bozuyor. Hayır, ileri geri konuşmuyoruz biz. İşte oralarda bir kadın olmak hiç aklıma gelmedi. Üstelik erkekler de şiddet görüyor. Ve onlara yüklediğimiz sorumluluklarla döve döve cani yaptık. Para patronları dışında hepimizin türlü türlü kurban olduğu bir dünya, hepsi bu.

Sen birçok şeyi reddediyorsun. Geri çekilmeyi tercih ettin. Gündelik hayatın içinde çok fazla olmayı da istemiyorsun.

O bana güzel bir hayat gibi gelmiyor. Sana demiyorum, okuyucumla merak edenimle konuşuyorum. Hayatın içinde değil, lafı yanlış. O hayatın içinde olmayı tercih etmiyorum. Hayattan çekildi! Hayır, buradayım bak. Yaşadığım köyler, deniz kenarları hepsi bir hayat. Defterlerim, dinlediğim müthiş şarkılar, dolaştığım şahane yerler var. Eskiden de böyle yaşardım ama reddettiklerim bu kadar net değildi. Onu de, bunu deme, oraya git, buraya gitme, onunla seviş, şu şarkıyı söyle… Bunları terkettim.

Sevişmiyor musun?

Tabii ki sevişmiyorum. O istenilen ve biçilen hayatta değilim. Odada inzivaya çekilmiş ya da bir hastane köşesinde yatıyor değilim. Kendime göre sevdiğim bir hayattayım. O “hayattan çekildi” lafına katılmıyorum. Taptığım iki çocuğum ve dostlarım var. Albüm yapmak hayatsa, yapayım. O bana hiç müzik hayatı gibi gelmiyor.

Nedir müzik hayatı senin için?

Müzik benim şu koltuktan kalkıp, şuradaki çorabı almama kadar beni yöneten, şekillendiren, soyut ve somut birbirimizi şekillendirebildiğimiz çok mucizevi bir şey. Hiç onun kadar büyük bir sanat görmedim. Müzikle yaşamaktır müzik hayatı. Onunla fısıldaşmak, aynı zamanda bir insan gibi onu sevmemek, reddetmektir. Şarkı söyledim, ettim ama artık söyleyemiyorum, Kazım (Koyuncu) gittiğinden beri. Şarkı söyleme isteğini vücudumda elleyerek bile bulamıyorum. Elli yaşında belki bulabilirim, hiç bulamayabilirim de.

Seksi niye bıraktın?

Hormonlarımla ilgili olabilir. Estetize ettğim cevabımsa, çok güzel seviştim. Her şeyle seviştim. Hayatla, müzikle, her şeyle. O seks yaptıklarını sananların ulaşmak istedikleri yerde o kadar çok vakit harcadım ki. Bazı insanların tenine bak Deniz. Doyup doymadıklarını tenine bakarak anlarsın. Bu ekmek ve suyla açıklanacak bir şey değil. Meslekle açıklanacak bir şey de değil. Şöyle tenine bakarsın ve aşık olunduğunu görürsün. Ben bunu bir tek Sezen Aksu’nun teninde gördüm. Artık onun da bence sevişmek için bir tene ihtiyacı yok. Çünkü teninde yer yok. Ve benim tenime fotoğraf makinesinden başka hiçbir şey değmiyor.

Deniz Durukan

Subscribe
Notify of

2 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
Kimsesiz Medusa
11 years ago

Röportajı okurken gerim gerim gerildim içim daraldı, sizi düşünemiyorum bile Deniz Hanım. Umay çok özelsin, çok güzelsin ama uzaktan.

Nergihan
11 years ago

bazı insanlar kamburdur hayatın tüm diğer normal görünen organlarının yanında çirkin, sivri ve rahatsız edici dururlar, onlar hep uzak olsundu dilenir, ama ya hakiket o sivri dillerin doğal söylevinde ise… Gerçi kimse hakikatle ilgilenmiyor ya. Umay tam da müziğinde duyduğum kişiymiş. Tamamen kendi. Hiçbir takısı olmaksızın… Ter akıtıldığına değen bir röportaj olmuş…