Egoist okur

Uygar Şirin: “Konuşmak, çilek reçeline benzer”

“Konuşmak, pazar sabahı altı buçukta uyandıktan sonra, o günü pazartesi sandığınız için kalkıp okula gitmeye hazırlanırken, tatil olduğunu fark edip tekrar uyumaya benzer. Konuşmak, yolda giderken bir köpeğin sizi çok sevip peşinize takılmasına benzer. Konuşmak, çayınız çok sıcak diye annenizin birazını döküp üstüne soğuk su eklemesine benzer. Konuşmak, çok sevdiğiniz bir şeyi, tokanızı ya da terliğinizi ya da kalem kutunuzu bir türlü bulamadıktan sonra, onu kaybettiğinizi düşünmeye başladığınız sırada, koltuğun altında görmeye benzer. (…) Konuşmak, çilek reçeline benzer.”

Uygar Şirin, gözden geçirilmiş yeni baskısı Kırmızı Kedi Yayınları’ndan çıkan Anne, Tut Elimi! adlı ilk romanında kendi deyişiyle “birkaç insanın uykusunu ve uyanışını” anlatıyor.

uygar sirin egoistokur gulenay borekci anne tut elimi

Birkaç insanın uykusu ve uyanışı

Her şeyi, daha doğrusu insanların içindeki her şeyi gören, duyan, bilen küçük bir kızın hikâyesinin anlatıldığı Anne, Tut Elimi! ilk romanınız. Kahramanınız Ceren başka insanların hikâyelerini hissediyor, çevresindeki kimseye benzemediğinin de farkında, yani çok yalnız. Üstelik derin bir vicdan azabı kavuruyor ruhunu. Bu ağır yükü taşımaktan bıktığı için de artık konuşmuyor. Neden ilk romanınızda anlattığınız hikâye susmayı seçen birine dair?

Bu sorunun cevabı benim için de çok net değil. Sanırım böyle bir hikâyenin ortaya çıkmasına neden olan iki takıntım var. Birisi, insanın kendinden kaçması; öte yandan da kendini araması, bulması… Bu, kendimi bildim bileli beni ilgilendiren bir konu. Diğeriyse daha yeni bir takıntı: Konuşmanın çoğu zaman son derece yetersiz bir araç olması. Tabii bunun nedeni konuşmanın kendisi değil, kişiliklerimiz ve konuşmayı kullanma biçimimiz.

Ceren’in suskunluğu aslında kendini daha iyi, daha rahat hissettiği için yaptığı bir şey değil, bir tür kendini cezalandırma yöntemi. Konuşmayı, hayatımızda fark etmeden buluverdiğimiz, küçük, güzel ve imrenilesi şeylere benzetiyor. Ceren’in suskunluğu aslında suskunluk da değil. Hasta olunca ateşi yükselen insanların sayıklamalarına benziyor; yorucu, hatta yıkıcı. Ceren’in suskunluğu nedir sizce?

Ceren’in suskunluğuna değişik anlamlar yüklenebilir. Güçsüzlük olarak da görülebilir, büyük bir güç olarak da. Ceza olarak da görülebilir, sığınak olarak da… Benim için Ceren’in suskunluğu, Ceren’in kaçışının, kendinden ve hayatındaki bariz sorunlardan kaçışının en somut göstergesi. Gerekçeleri ne kadar sağlam olursa olsun, susmak onun için saklanmak ve yüzleşmekten kaçınmak anlamına geliyor bence.

İnsan uzun bir rüyanın yazıya dökülmüş hali gibi okuyor kitabınızı.

Anne, Tut Elimi! birkaç insanın uykusunu ve uyanışını anlatıyor. Belki o yüzden uzun bir rüya gibi görünüyordur.

Ceren’in de kendini çok mutlu hissettiği tek yer, bir keresinde Ulaş’la birlikte gittiği sinema. Üstelik onuncu dakikada ağlamaya başlıyor, o kadar acıklı bir film yani. “Demek bir film insana bunu yapabilirmiş” diyor. Burada siz varsınız biraz da, değil mi?

Biraz değil, fazlasıyla varım. Bu bölümü çıkarıp çıkarmama konusunda çok bocaladım. En az beş kere silip sonra yeniden eklemişimdir. Bir yanım “Bunun bu kitapta yeri yok. Yanlış yapıyorsun” derken, bir yanım da Ceren’le Ulaş’ın birlikte sinemaya gitmesi için çıldırıyordu. Ikinci taraf kazandı. On yedi yaşımdayken Theo Angelopoulus’un Puslu Manzaralar’ını izlediğimde afallamıştım. Sinemaya başka bir gözle bakmamı sağlayan filmdir o. Ceren hazır sinemaya gitmişken, aynı duyguyu hissetsin istedim.

Yengeçler: Yaratıcıları Uygar Şirin’le aynı burçtan iki karakter

Kendinizden ne kadarını verdiniz kitaba? Ben sanki Ulaş sizmişsiniz gibi okudum. Tabii sık sık, Ceren olabileceğinizi de düşünmedim değil. Ceren ve Ulaş “eş” gibiler ama aynı zamanda bir asimetri de söz konusu. Örneğin Ceren sessiz, kasvetli, mutsuz bir evde oturuyor, Ulaş’ınkiyse “çaylı, tepsili, şekerli, anneli, huzurlu” bir ev. Bir de, hikâyede bu konuya vurgu yapıldığı için, burcunuzu merak ettim.

Tüm karakterlerde benden ve tanıdığım insanlardan bir şeyler var sanırım. Kiminde az, kiminde çok. Ulaş hariç. Ulaş, o yaşlarda benim olamadığım ve yapamadığım ne varsa onu temsil ediyor. Bugünkü halim umarım Ulaş’a benziyordur. Ceren ve Ulaş’a gelince, hem birbirlerine zıtlar, hem de aynılar. “Birbirlerine zıt olan şeyler aslında birbirlerinin aynıdır” kuralı gereği… Ulaş haliyle, tavrıyla, sözleriyle Ceren’e bir yol gösteriyor. Ceren görmüyor, o ayrı. Burcum, Ceren ve Ulaş’ınkiyle aynı: Yengeç.

Şarkılar önemli birer ayrıntı. Sezen Aksu “Senin değil bu dikenler”, Bülent Ortaçgil ise “Her tutsağın bir kaçışı, uykunun da uyanışı vardır” diyor. Mehmet Şenol Şişli “İfadende kararsızsın” diye uyarırken Şebnem Ferah “Oyuncaklarım tahtadandı, hepsi kırıldı; yapıştırdım” diye mırıldanıyor. Bunlar bizim duyduğumuz ama Ceren’in duymadığı, duysa bile dinlemediği sözler. Belki Ezginin Günlüğü’nün şarkısı hariç: “Ah yaralı kalbin, sönüp gidecek yaralı kalbin, delisin/ Ah, küçücük gemi, dönmezsin bir daha geri, delisin.”

Bu şarkıların kitapta yer almasının üç nedeni var: Birincisi, tüm epigraflarını Türkçe şarkı sözlerinin oluşturduğu bir kitap yazma hayalim. İkincisi, bu şarkıların hepsini delice seviyor olmam. Üçüncüsü, bunların adeta Ceren’e söyleniyor olması. Sezen Aksu “Yapma etme”, Bülent Ortaçgil “Üzülme” diyor, Kargo durumun karmaşıklığını açıklıyor, Şebnem Ferah da “Geçti” diye teskin ediyor. Ezginin Günlüğü’nün “Gemi” adlı şarkısının bambaşka bir görevi var. O görevi söylemeyeyim şimdi. Kitabı okumayıp bu söyleşiyi okuyanlar vardır belki. “Gemi”, aşağı yukarı her dinlediğimde ağladığım için ve tabii yine sözlerinden ötürü o görevi üstlendi.

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments