Egoist okur

Uzun Bir Şarkı: Ayten Alpman röportajı

Az önce Deniz Durukan’la konuştuk. Bugün yitirdiğimiz Ayten Alpman’dan bahsettik; onun muhteşem şarkıcılığından, siyah küt saçlarıyla yıllardır hayatımızda hep aynı kalabilmiş nadir güzel şeylerden biri oluşundan… Ve tabii ona dair diğer şeylerden…

Yazarlığının, şairliğinin yanı sıra tanıdığım en iyi röportajcılardan biri de olan Deniz, Ayten Alpman’la 10 yıl önce yaptığı bir röportajı gönderdi sonra Egoist Okur için. “Şarkı söylerken halktan korkarım, kalabalıktan ödüm kopar. Şarkı bitse de gitsem derim hep. Kendimi beğenmem, hep bir eksiklik bulurum. Büyük bir şarkıcı oldum düşüncesine hiç kapılmadım. Tersine hep aşağılarda hissettim kendimi” demiş o zaman Alpman. Ve çocukluğundan başlayarak hayatına dair hemen her şeyi Deniz’e anlatmış.

Şimdi sözü kısa kesip sizi o eşsiz kadınla son bir kez baş başa bırakacağım. Memleketimizi daha çok sevmemizi sağlayan güzel ruhlardan birini, muazzam bir sesi yitirdiğimiz için ne kadar üzgün olduğumu anlatamam.

Gülenay Börekçi

Çocukluğunuzdan başlayalım… Sanırım üç yaşındayken anne ve babanız ayrılmış.

Evet, doğru. Yeşilköy’de doğdum. Doğduğum yer, yetmiş sene öncenin Avrupası gibiydi. Yat kulübü vardı, kiliseler çoğunluktaydı. Arkadaşlarımın çoğu Rum’du. Bugün hâlâ onlarla görüşüyorum. İlkokulu orada okudum. Annem Fransızca, teyzem de keman dersi alırdı. Yani modern bir ortamda büyüdüm. On yaşına kadar, hiç alaturka müzik duymadım. O zamanlar Fransız müzikleri, Tina Rosi’ler çalardı. Anna diye bir arkadaşım vardı, babası papazdı. Silindir gibi uzun şapkası vardı. Onun kucağına oturur, Rumca konuşurduk. Gerçi şimdi unuttum Rumca’yı. Anneannem ile dedem Boşnak’tı. Saraybosna’dan gelmişler. Oradaki evlerine karşılık, Yeşilköy’de iki ev vermişler onlara. Büyük, beyaz, kocaman bir evde otururduk, o yanınca, daha küçük bir eve taşındık. Büyük babam ve anneannem, Türkçe bilmezdi. Babam pek hatırlamıyorum ama, demiryolunda çalışırmış. Zaten ayrılmışlar. O sıralar büyükbabam hastalanmış, ona bakan doktorla annem arkadaşlık yapmaya başlamış. Ardından da evlendiler. Yeşilköy’den ayrılıp Osmanbey’de bir apartman dairesine taşındık. Nişantaşı Kız Lisesine yazıldım. Ama haylaz bir çocuktum, anne ve babanın ayrılmasının da etkisiyle derslere çok eğilmedim. Benimle başa çıkamayınca, Kandilli Kız Lisesine, oradan da Erenköy Kız Lisesine “leyli” olarak verdiler. Hiç sevmedim o okulu. Ortaokul diplomamı aldıktan bir süre sonra okul yandı. Tekrar Nişantaşı Kız Lisesi’ne başladım. Burada İlham Gencer’le tanıştım. On üç, on dört yaşlarındayım o sıralar. Flört etmeye başladık. O zamanların meşhur filmlerine giderdik, oradan öğrendiğimiz şarkıları İlham piyanoda çalardı. Tabii o esnada okulu ihmal ettim, hatta okula gitmemeye başladım. Tabii kıyametler koptu. Üvey babam disiplinli ve sert bir adamdı. Aramızda her zaman bir mesafe vardı.

Sanırım üvey babanız Malatya belediye başkanı olmuş?

Evet, bundan dolayı, Malatya’ya taşınmamız gerekti. Bir ay zor kaldım. O zamanki Malatya şimdiki gibi değil; muhafazakâr bir yer, sokağa çıkamıyorum. Evin içinden sular falan akıyor… Ki o ev, oranın en iyi evlerinden biriydi. Doğru anneannemin yanına döndüm. Tepebaşı’nda Ermenilerin kurduğu koca bir orkestra vardı.. Arto bir gün “bakalım neler yapacaksın” diye beni çağırdı. Hiç unutmam Dream diye bir şarkı vardı. İngilizce söylediğim ilk şarkıydı. Onlar beni, ben de onları beğendim.

İlham Gencer ne yapıyordu bu arada?

Onunla bağımız hiç kopmamıştı. O sıralarda, 1949’da İstanbul Radyosu açıldı. İlham geldi, “Radyoda bize on beş dakika verdiler, her çarşamba iki parça çalacağız, iki parça da sen söyleyeceksin” dedi. Apar topar radyo programlarına başladık. Derken gençliğin sevgilisi olduk mu… O sıralar İstanbul’da hiç Türk şarkıcı yok.

İlk kadın şarkıcılardan birisiniz yanılmıyorsam…

İlk kadın şarkıcı Sevinç Tevs’di. Ona çok özeniyordum. Arkadan Rüçhan Çamay çıktı. Ben üçüncüyüm. Dediğin gibi ilklerden sayılıyorum.

Peki halk nasıl karşıladı?

Halk bayıldı bize, çıldırdı. Radyo haftaları vardı, küçük küçük mecmualar… Her hafta ben kapaktım. İşte o dönemlerde İlham’la İstanbul Teknik Üniversitesi’ne konsere giderdik. İlham bas ve davul da aldı yanına. Böylece sahneye trio ile çıkar olduk. O sıralar daha on yedi yaşındaydım. Konser sonunda öğrenciler bizi bindiğimiz taksiyle beraber havaya kaldırırdı. Büyük sükse yapmıştık o zamanlar. Hep Ayten Alpman ve İlham Gencer diye lanse edilirdik. Sonra İlham askere gitti. Sonuçta evlendik ve Çatı adlı bir kulüp açtık. O da büyük bir başarıydı. Bütün İstanbul ayağa kalktı. Fakat ciddi bir geçimsizlik vardı İlham’la aramızda. Çok kıskançtı. Sonunda ayrıldık, o Çatı’ya devam etti. Ben İsveç’e gittim.

Çatı’da kimler şarkı söylerdi?

Pek bilmiyorum, ben o senelerde yurt dışındaydım. Boşanır boşanmaz, İsmet Sıral Orkestrası ile İsveç’e gittim. İlham’ın söylediğine göre, Emel Sayın, Ajda Pekkan gibi bir çok kişi orada meşhur olmuş, doğrudur. Çünkü herkes oradaydı. Oraya gelen kim olursa İlham sahneye çağırır, şarkı söyleyenlere şarkı söyletir, şiir okumak isteyenlere şiir okuturdu.

Peki, İsveç’e dönelim.

O yıllarda dans müziği, pop müziği söylüyordum. İngilizce, Fransızca ve İtalyanca şarkılardı bunlar. O zamanlar Türkçe şarkı okunmazdı. Mefaret Atalay diye bir kadın müzisyen vardı, o Türkçe tango söylerdi. Biz Türkçe tango söylemeyi o zaman biraz hafif buluyorduk. Böyle bir züppeliğimiz vardı işte. İlham’dan boşanmadan önce Arif Mardin’le tanışmıştım. Bir gün, senin sesin caza çok yatkın, gel sana caz dinleteyim, bu şarkıları da bırak demişti. Yeşilköy’den Sarıyer’e caz dinlemeye, öğrenmeye giderdim. İlk gittiğimde Ella Fitzgerald dinlemiştim. Bayılmıştım ve içimde ukde olarak kalmıştı caz. İsveç’e gider gitmez, hemen bir caz okuluna girdim. Ve o zamana kadar tamamen bilinçsizce şarkı söylediğimi anladım. Yanlış söylemekten gırtlağımı mahvetmişim. Bunları çok geç öğrendim. Yaşım zaten otuz olmuştu. Sonra İsmet Sıral Orkestrası ile iki yıl orada kaldık. Çok eğlenceli bir şehir değildi; tamam çok temiz, güzel bir yerdi ama, insanlar soğuk, arkadaşlık yapmak çok zor… Dolayısıyla orkestradaki çocuklar çok sıkılmışlardı. Büyük bir özlemle İstanbul’a döndüler. Ben de dönecektim ama İsveç’in en iyi caz orkestralarının birinden teklif geldi. Bir yıl daha kalıp onlarla çalıştım.

Sonra İstanbul…

Evet, bir döndüm ki, her şey değişmiş. Üstelik repertuarımdan dolayı büyük bir gururla geliyordum. Bir sürü şey öğrenmişim, Ray Charles, Duke Ellington, Miles Davis’leri dinlemişim, Ella Fitzgerald ile iki günlük de olsa bir dostluğum olmuş… Geldiğimde, seni Tülay’a (German) götürelim dediler. Ben gitmeden önce İngilizce şarkılar, caz söylüyordu. Dinlemeye gittiğimde inanamadım. Arkasında Ruhi Su, Burçak Tarlası’nı söylüyor. “Bu ne” diye sordum, “aranjman” dedi. Baktım herkes böyle söylüyor; Ecnebi müziğe, Türkçe söz yazılıyor, bu moda olmuş. Sen de böyle söyleyeceksin dediler, hayatta söylemem dedim. Ama şarkı söyleyecek caz kulübü bulamadım. E, hazır para da bitiyor… O sıralarda Fecri Ebcioğlu ile karşılaştım. Böyle para kazanamazsın dedi. Bana “Sensiz Olmam” adlı bir şarkı yazdı. Şarkı çok tuttu. Ardından Fecri’nin ve Sezen Cumhur Önal’ın yazdığı şarkıları söyledim, güzel şarkılardı ama, çok patlamadı. Ta ki Ülkü Aker’in yazdığı “Tek Başına” adlı şarkıya kadar. O şarkı bomba gibi patladı. Ardından “Ben Böyleyim” çok tuttu. Tam o sırada Kıbrıs Çıkarması oldu ve “Memleketim” adlı şarkı ortalığı birbirine kattı.

Sanırım bu şarkıya önce karşı çıkmışsınız?

Evet, istemedim. Aşk şarkıları söylemek istiyordum. Sonra Fikret Şenes ısrar etti. O sırada Şerif Yüzbaşıoğlu ile Carlton’da çalışıyorduk. Bu şarkıyı söyle, kıyamet kopacak dedi. Söyledim, seyirciden tık yok. Ertesi gün yine söyledik, seyirciden gene tepki yok. Neyse bir gün evde oturuyorum, televizyonu açtım, “Memleketim” çalıyor, o sırada mahalle bu şarkıyla yıkılıyor. Ne oluyor dememe varmadan üzerimizden jetler geçmeye başladı. Meğerse Kıbrıs’a girmişiz. Dünyanın neresinde Türk varsa, onlardan bana mektuplar gelmeye başladı. Herkes bu şarkıyla ağlıyordu. Yurt içinden, yurtdışından, bir çok yerden davet almaya başladım. Özellikle de Silahlı kuvvetlerden. Her gittiğim baloda, bin kişiyle öpüşüyor, bin kişiyle ağlaşıyoruz. Her gece böyle. Amiraller, generaller herkes çok ilgili. Mersin’e sahneye çıkmak için üç günlüğüne gitmiştim. Bir baktım otelde bütün filo dolu. Sahneye çıktığımda otuz kırk kişilik bir masada bahriyeliler ve başlarında da amiralleri. Sahneden inince beni masalarına davet ettiler. Hepsi çakı gibi denizci. Çoğu ağlıyor. Oradaki amirallerden biri Kıbrıs Harekâtı dönemini anlattı. Denizaltı ile Kıbrıs sahiline gitmişler. Çıkartma için emir bekliyorlar. Tam üstlerine bir Yunan Gemisi gelmiş. Yapacak bir şeyleri kalmamış, hepsi birbiriyle helalleşmiş. O sırada telsizden “havasına suyuna, toprağına taşına…” diye bir ses duyduk diyor amiral. Eğer buradan sağ kurtulursak, bu şarkıyı söyleyen kimse onu bulup, yanaklarından, ellerinden öpeceğim demiş. O şarkının etkisiyle çıkmışlar, Yunanlıları püskürtmüşler. Bir süre sonra Mete Akyol’la karşılaştım. O da Kıbrıs’a savaş muhabiri olarak gitmiş. Birkaç gazeteciyle birlikte yanlışlıkla Rum tarafına geçmişler. Rumlar yakalamış bunları ve bir duvarın önüne dizmişler. Arkalarında makineli tüfekler, takır tukur mekanizma sesleri… Korkuyoruz ama, yiğitliğe de bok sürmüyoruz diyor Mete. Fakat genç bir muhabir varmış yanlarında, tir tir titriyor… Ona moral vermek için, “havasına, suyuna, taşına toprağına…” diye başlamış Akyol. Bunun üzerine, yanındaki ve onun yanındaki, derken hepsi bir ağızdan aynı şarkıyı söylemeye başlamışlar. Ne olduysa, arkamdan biri kolumdan çekti, “hadi gidin çabuk,” diyerek bizi cipe bindirdi diyor Akyol. Böylece kurtulmuşlar. Büyük bir olay oldu bu şarkı. Hayatımın dönüm noktasıydı.

Üç evlilik yapmışsınız.

Evet, İlham’dan sonra Ümit Aksu, bir de Sinan Bilsel’le evlendim. Hani Gönül Yazar’ın da evlendiği adam. Araba kazası gibi bir şeydi o. Ona nasıl kandığıma ben de şaşıyorum.

Nasıl kandınız?

İsveç’ten geldikten birkaç sene sonra, şimdi adı Marmara Etap olan otelde bir balo vardı. Genç bir adam fır dönüyor etrafımda. Uzun boylu, mavi gözlü, çok da yakışıklı biri. Otelin yiyecek içecek müdürüymüş. Gençti, yirmi dokuz yaşlarında falan. Ben de kırk dokuz yaşındayım. Her zaman aklı başında biri oldum, öyle çok flörtüm olmadı. Ama aşırı ilgisi beni cezbetti. Aklımdan kötü şeyler geçiyor, kendi kendime “olmaz,” diyorum. Neyse eve geldim, notalarımı unuttuğumu fark ettim. Bana acilen lazım. Bu çocuk da ısrarla numarasını vermişti. Onu aradım, notalarımı biriyle göndermesini istedim. Saat gecenin ikisi. Yarın akşam ben getirebilir miyim dedi. Olur dedim (bunun söylerken gülüyor). Ertesi gün bir geldi ki, elinde seksen tane gül, koca bir pasta. Meğerse hayatı Almanya’da geçmiş, anne baba sevgisi görmemiş. Bütün bu acıklı hikâyenin karşısında, zaten etkileniyorum ondan, iyice hoşlanmaya başladım. Derken elimi falan tuttu. Sana âşığım demeye, inanılmaz güzel sözler söylemeye başladı. Sonradan öğrendim ki, o sözleri kitaplardan ezberlemiş. Ama çok yalnızdım, o da çok da yakışıklıydı; inanıyorsun işte. Bir ay flört ettik. Sürekli benimle evlenmek istediğini söylüyordu. Daha önce de flört etmiştim ama, evlenmek lafı iki sene sonra çıkardı. Bir ay sonra evlenelim diyen adam, tuhaf aslında. Kararsız kaldım. Benden yirmi yaş küçük, bir yandan istiyorum, bir yandan konumumu düşünüyorum. Aylarca tereddüt içersinde kaldım.

Ama yine de evlendiniz…

Evet, evlendim. Bana öyle ilgi gösteriyordu ki, kendimi on sekiz yaşında bir kız gibi hissediyordum. Kıbrıs’a balayına gittik. Orada da büyük ilgiyle karşılandık. Odanın her tarafı halktan gelen hediyelerle doluydu. Ama balayı bitince rüya da bitti. Bir takım olaylara şahit oldum. Her konuda aldatıldığımı anladım. Tabii çok üzüldüm, çok buruldum. Aradan birkaç ay geçti, bir gazeteci kadın geldi, kocamın Gönül Yazar’la buluştuğunu söyledi. Üzülmedim, zaten kafamda onu bitirmiştim. Onu evden gönderdim. Sonra Gönül Yazar’la evlendi. Ama onunla da çok sürmedi beraberliği. Altı ay sonra Gönül de onu kovmuş.

Seslendirdiğiniz şarkılara baktığımda, bu tür hayal kırıklıklarına sıkça rastlıyorum. Gerçi sözler size ait değil, ama bir şekilde sizi anlatıyor.

Bu benim duygusal yanım. O aşklar şarkıları yazanların aşkı, benim değil. Çok hayal kırıklığı yaşamadım. Sinan’dan sonra ikinci kocam Ümit Aksu ile yeniden beraberlik yaşadık. Bu yirmi sene sürdü. O ilişki başlangıçta aşk idi, ama sonra dostluğa dönüştü. İki sene öncesine, o ölene kadar aynı evde yaşadık.

Ya Hayati Kafe?

Yahudi bir şarkıcıydı. Ona biraz çarpılmıştım. İki sene sürdü, ama ne aşk! İsmet Sılay Orkestrası ile İsveç’e giderken o da geldi. Fakat orada kadınlar çok güzel, bakılmayacak gibi değil… Hayati çarpıldı onları görünce. Kavgasız dövüşsüz, güzel bir ilişkiydi, öylece de bitti. İlham Gencer için de ilk başlarda kalbim çarpmıştı. Sonra çok kötü şeyler yaşadım, olmadı. Sonuçta aşk benim için çok önemlidir. Hiçbir şey düşünmeden, bir bakış, bir hareket beni aşka çekerdi. Hiç aşksız kalmadım, ama hiç deli divane de olmadım. Yaşadığım aşklarda hep bir realite oldu.

Sizin şarkıları yorumlayışınızda dikkatimi çeken bir şey var. Şarkı ne kadar naif olursa olsun, siz sesinizle o naifliği kırıyorsunuz. Sert bir yorumunuz var. Oysa ki şarkının özüne baktığımızda; son derece basit ve duygusal sözler. Sesinizdeki, duruşunuzdaki sert ve soğuk ifade, belki de bir kalkan hayata karşı….

Hiç fark etmedim bunu. Ama o sertlik, ya da soğukluk korkudan, kompleksten kaynaklanıyor. Şarkı söylerken halktan korkarım, kalabalıktan ödüm kopar. Şarkı bitse de gitsem derim. Kendimi hiç beğenmem, hep bir eksiklik bulurum. Büyük bir şarkıcı oldum düşüncesine hiç kapılmadım. Tersine hep aşağılarda hissettim kendimi.

Çocuklarınızdan uzun süre ayrı kaldınız. Onlarla aranız nasıl?

İki sene ayrı kaldım. İlham’ın annesi çok iyi bir kadındı. Ayrı kaldığımız süre içersinde bana her hafta mektup yazar, bilgi verirdi. Oğlum değil, ama kızım çok acı çekmiş. Resimlerime bakıp ağlamış. İsveç’e gittiğimde oğlum sekiz, kızım Ayşe yedi yaşındaydı. O arada İlham da evlenmiş. Bir oğlu olmuş. Ayşe bir süre İlham’ın ikinci eşinden olan Bora’ya bakmış. İsveç’ten geldiğimde ilk işim onları yanıma almak oldu. Beraber yaşamaya başladık. Ama Ayşe zaman zaman o ayrı kaldığımız iki yıl için dertlenir, “niye bıraktın beni” derdi. İçimde hep ukdedir onun üzüntüsü. Aram çocuklarımla hep iyi oldu. Ayşe ile her gün görüşürüz. Çocuklarımla arkadaş gibiyiz. Şimdi, röportajdan sonra Ayşe ile buluşacağız.

Deniz Durukan

(Cumhuriyet Pazar Eki, 2002)

Subscribe
Notify of

1 Comment
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments
Özgen Kılıçarslan Danyal
11 years ago

Ne kadar duru bir söyleşi… Mütevazi yanıtlar… Sevgili Deniz’in emeğine sağlık. Paylaşım için teşekkürler.