Egoist okur

Uzun roman yazılmasın mı yani?

Marcel Proust’un 9,609,000 harften oluşan (Fransızca orijinali) şahane romanı “Kayıp Zamanın Peşinde”si en uzun roman.

Her şeyi bilen Umberto Eco’ya göre, Augusto Monterroso’un yedi kelimelik  “El Dinosaurio”su ise en kısa roman. Türkçesi dört kelime: “Uyandığında, dinozor hâlâ oradaydı.”

Yine de fikrim aynı. Ben klasikleri ve birkaç istisnayı bir kenara bırakırsak, uzun roman sevmeyenlerdenim. Anlatayım…

Adorno’dan Cioran’a parçalanmış edebiyat

Uzun roman yazılmasın mı yani?

Uzun romanları okumayı sevmediğimi epeydir söylüyorum. Yarı yarıya şaka aslında, çünkü binlerce sayfa boyunca akıp giden upuzun romanlar var, elimden bırakmadan okuduğum. Mesela sabırsızlıkla beklediğim “Kavgam” ciltleri… Knausgaard’ınkiler tabii, öteki değil!

Ama n’apalım ki birazcık da ciddiyim. Tolstoy’lar, Dostoyevski’ler, Melville’lerle aynı çağda yaşamıyoruz. İlgimizi dağıtacak, zihnimizi meşgul edecek o kadar çok şey oluyor ki ne kadar şikâyet edersek edelim, biz de o akışa kapılıp gidiyoruz farkına varmadan. Ve kitap okumamıza mani pek çok şey çıkıyor yolumuza. Saymayayım tek tek; sinemadan, televizyondan başlar, Instagram’a kadar uzanır bu liste.

Fakat benim uzun romana itirazımın vakit bulamamamla alakası yok. Romanın roman olduğu dönemlerin büyük ustaları kadar yetenekli olmayan birçok günümüz yazarının 150 sayfada bitecek bir hikayeyi 500 sayfaya çıkarmalarına sinir oluyorum daha ziyade. Güzel güzel başlasalar bile, zamane romanları bir noktadan sonra yazarlarının “Offf, yazacak öyle çok şeyim var ki” hırsıyla berbat hale geliyor. Eh, o zaman da üslup gevşiyor, kurgu sarkıyor ve benim içimdeki okur hevesi bir anda sönüyor.

Neyse ki yalnız olmadığımı öğrendim. Mesela iflah olmaz bir “novella-sever” olan Ian McEwan, kendi romanları dahil yeni romanların çoğunun gereğinden uzun olduğunu düşünüyor, okurken “Ah elimde bir kalem olsa da şu kitabı bir güzel kısaltsam” duygusuyla parmaklarının kaşındığını söylüyor. Keşke başkalarının da parmakları kaşınsa biraz. Çünkü muhtemelen 18. ve 19. yüzyıllarda romanların fasikül fasikül yayınlanmasının ortak kültürel hafızamızdaki yerinin etkisiyle “Kalın roman, iyi romandır” algısı oluşmuş durumda. Bilhassa Amerikalı okurlar tuğla romanlara çok meraklı.

“Fazla uzatmasın, kısa yazsınlar” dediğimi ileri sürerek beni tefe koyabilecekleri düşünerek ürperiyorum ama 1976 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Saul Bellow’la aynı saftayız. Bellow’un, yazarların niçin olabildiğince “kısa” kesmeleri gerektiğini anlattığı bir makalesi bile var. Bir edebiyat devinden alıntıyla destekliyor teorisini. Rus oyun yazarı ve öykücü Çehov, “Okuduğum hiçbir şey bana yeterince kısa gelmiyor” demiş bir vakitler.

Bize gelince; bir kitapçı zincirinde yönetici olan arkadaşım, popüler edebiyat okurlarının kalın kitapları sevdiğini söylüyor. “Örnek ver” diyorum; “Fi” diyor. “Pi” diyor. “Çi” diyor. Harem kadınlarının biyografilerini söylüyor. Gayet mantıklı. Ardından Çin’de yazarlara kelime sayısı üzerinden telif ödenmesi meselesini konuşuyoruz. Daha fazla para kazanabilmek için, uzattıkça uzatıyorlarmış.

Bitirirken, eğlenceli bir yorum alayım… The Atlantic dergisinin ünlü eleştirmeni Jack Beatty, 800 küsur sayfalık bir kitap için yazdığı eleştiriyi şu cümlelerle noktalamış: “Bana sorarsanız bunu okumayın! Haydi okudunuz diyelim, sakın ola ayağınıza falan düşürmeyin, bitersiniz!”

Ne dersiniz; Çinli yayıncılarla 1200 sayfalık “4 3 2 1” atağıyla herkesi şaşırtan Paul Auster’a cevap hakkı doğmuş mudur?

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments