Egoist okur

Varoluşçular Kahvesi’nde Sarah Bakewell’le buluştuk

Sarah Bakewell’in ilk kitabı “Nasıl Yaşanır”ı okumak, benim için ilginç bir deneyimdi, çünkü o güne kadar nedense mesafeli durduğum ünlü denemeci Montaigne’i fena halde merak etmemi sağlamıştı. Şimdi sırada “Varoluşçular Kahvesi” var. Bakewell bu kez edebiyat tarihinin en merak edilen topluluklarından birini ele alıyor.

BİR ZAMANLAR BLOGGING: Montaigne’in denemeleri

Varoluşçular Kahvesi: Özgürlük, Varoluş ve Kayısı Kokteylleri, Domingo Yayınları

Sarah Bakewell: “Her zaman bir kavga patlak verirdi, hele işin içinde Sartre varsa…”

“Varoluşçular Kahvesi”, 1933 Paris’inde başlıyor. Genç Jean-Paul Sartre ve Simone de Beauvoir, Montparnasse’ta kayısı kokteyli içiyor ve arkadaşları Raymond Aron’dan fenomenolojik yöntemi öğreniyorlar. Aron edindikleri bu yeni bilgi sebebiyle eşsiz bir coşkuya kapılmış haldeki çifte şöyle diyor: “Görüyorsunuz, eğer bir fenomenologsanız, kayısı kokteylinden bile felsefe çıkarabilirsiniz.” Üçlümüz böylece kafeler ve garsonlar, dostluk ve devrim ateşi, aşk ve tutku, özgürlük ve varoluş üzerine konuşmaya başlıyor. Geçen yüzyılın sıra dışı akımı varoluşçuluğun çekirdeği işte o gün atılıyor.

İngiliz yazar Sarah Bakewell, dünyayı kasıp kavuran, 1968 öğrenci ayaklanmalarından sivil haklar mücadelesine kadar birçok toplumsal harekete damgasını vuran varoluşçuluk akımını, “insanlar, zihinler ve fikirler arasında kurulan tutkulu bir ilişki” olarak ele alıyor. Ve sonunda okuyucuyu yine önceki kitabındaki o büyük soruyla baş başa bırakıyor: “Nasıl yaşanır?”

Sizi edebiyat ve düşünce tarihinin karmakarışık koridorlarında türlü çeşit macera yaşamaya davet eden şey neydi?

Felsefe beni her zaman büyülemiştir. Fakat zamanla düşünce akımlarını başlatan insanların hayatlarını da büyüleyici bulduğumu fark ettim. Biyografi heyecan verici bir edebi tür. Bir edebiyatçının hayatını araştırmaya başladığımda, deneyimlerinin sadece hayatını değil verimini de yönlendirdiğini, kaba hatlarıyla felsefesini, üslubunu oluşturduğunu görüyorum.

Size “edebiyat dedektifi” dersem yanlış olur mu?

Bu söylediğinizi sevdim. Biliyor musunuz, “Bulantı”yı yazmaya başladığında Sartre’ın kafasında bir tür polisiye yazmak varmış. Filozoflar ve edebiyatçılar hakkında dedektiflik hikayeleri yazmak, evet, gerçekten çok güzel tarif. Ama burada suç yok, bir nevi bulmaca çözüyoruz.

Sokrates “Olmak yapmaktır”, Sartre “Yapmak olmaktır” der. Hayatı onlar kadar ciddiye almayan Frank Sinatra ise “Do be do be do” diyerek konuya noktayı koyar. Bu eski duvar yazısı, Sartre ve varoluşçuluk hakkında bize bir şey söylüyor mu sizce?

Evet, biliyorum, çok komik bir grafiti o. Ayrıca meseleyi güzel özetliyor. Sartre, insanın kim olduğunu belirleyen şeyin özgür iradesiyle, seçerek yaptıkları olduğunu düşünüyor, bunun dışında eylemlerimizi belirleyen başka bir itkiye, söz gelişi kadere inanmıyordu.

Varoluşçuların bize önerdiği düşünce biçimini siz nasıl özetlersiniz?

Varoluşçuluğu açıklamak isteyen kişi, söze ilk olarak varoluşla, yani ‘hayat’ dediğimiz şeyi oluşturan o özle başlamalı. Varoluşçuluğu diğer felsefe akımlarından ayıran şey tam olarak bu, yani soyut fikirlerle değil hayatın akışına uygun ilerlemesi… Varoluşçuluğun özgür iradeye ve seçimlerimize yaptığı vurgu da önemli. Her eylemimizle sırf kendimiz için değil, dünya için de büyük bir sorumluluk üstleniyoruz. Seçmek aslında korkutucu bir şey, bizi kaygılandırıyor. Tabii aynı zamanda heyecan verici, önümüzde sınırsız olasılıklar bulunduğunu hissettiriyor.

Peki varoluşçular eylemlerinin sorumluluğunu üstlendiler mi, yoksa başlarına gelenlerden dolayı onlar da hep başkalarını mı suçladılar?

Varoluşçular mükemmel hayatlar sürmediler, çünkü kendileri mükemmel değillerdi. Hangimiz mükemmeliz ki? Hayatına bakıp da örnek alınacak filozof yoktur. Belki bir tek Sokrates vardı, onun da sonu malum. Varoluşçular hem şahsi hayatlarında hem de siyasette sıklıkla kötü seçimler yaptılar. Zaman zaman yeterince sorumlu davranmadıklarından da kuşkulanabiliriz. Bazen kendilerini kandırdılar, bazen de ideallerinden vaz geçtiler. Fakat açıkçası ben onların cevaplarıyla değil, sorularıyla ilgiliyim.

Birbirleriyle ilişkilerine bakarak neler anlatırsınız?

Zamanlarını felsefe konuşarak geçiriyor, fikir alışverişinde bulunuyorlardı. Bu arkadaşlıkların bir kısmı kötü bitti. Mutlaka bir kavga patlak verirdi, hele işin içinde Sartre varsa. Sartre topluluktaki neredeyse herkesle bozuştu.

Günlük hayatta neler konuşurlar, hangi konularda fikir ayrılığına düşerlerdi?

Kavgaları ve anlaşmazlıkları çoğu zaman bildik insani meseleler yüzündendi. Kadın erkek ilişkileri ya da aşkta kıskançlık gibi. Bazen de siyaset, özellikle de komünizm ve Sovyetler Birliği hakkında kavga çıkıyordu. Sartre ile Camus’nun uyuşamadıklarını, en temel noktalarda bile farklı düşündüklerini söyleyebilirim. Diğer yandan, bütün bu çatışmalar tutku içeriyor, dolayısıyla bir biyografi yazarı için hepsi de şahane ayrıntılar. O devri anlamamız açısından da önemli. Kalıcı ilişkiler kurmadıklarını da söyleyemeyiz, Sartre ile Beauvoir arasındaki ortaklık neticede 50 yıl sürdü. Sürekli birlikte yaşamadılar, başka sevgilileri oldu ama birbirlerinin taslaklarını okudular, her şeyi tartışarak ve genellikle yan yana yazarak yaşadılar.

Bir de anladığım kadarıyla dışarıdan katılanlar, yani “yabancılar” var…

Varoluşçuluğun toplumun kıyısında yaşayanları, “öteki” etiketiyle dışlananları anlama çabası düşünülürse, “yabancılar” yerinde bir kelime seçimi. Fakat varoluşçuların hangisi yabancı, hangisi değil, bunu anlamak da güç. Akademik felsefe açısından, çoğu birer yabancı sayılırdı, çünkü üniversitelere sonradan girmişlerdi ve “içeridekiler” tarafından daima küçümsendiler. Diğer yandan, kendi sosyal çevrelerinde merkezi onlardı. “Yabancı” kavramını üreten Albert Camus, Sartre ve Beauvoir gibi seçkin bir eğitimden geçmemişti. Cezayir’de yoksul bir çocuk olarak büyüyen Camus babasını I. Dünya Savaşı’nda kaybetti. İçlerinde dışlanmışlığı en keskin hisseden oydu.

Siyasi tercihleri ne yöndeydi?

Sartre ve Beauvoir, marksizmin vaatlerine inanmakta aşırı hevesliydi. Onlara göre insanlık için gerçekten daha iyi bir yaşam biçimi kurmanın, yoksulluğun, eşitsizliğin ve faşizmin kökünü kazımanın komünizmden başka yolu yoktu. Sovyetler Birliği’nin bu hayali gerçekleştiremeyeceği anlaşıldığında, Mao’nun Çin’ine hatta Castro’nun Küba’sına ümit bağladılar. Komünizmin vaatlerinin bir illüzyondan ibaret olduğunu daha en baştan gören Camus’nun aksine, Sartre ve Beauvoir siyasi baskıları bile haklı bulmayı tercih etmişlerdi.

Varoluşçuluğun bir babası varsa, kimdir?

Dilediğiniz kadar geriye gidebilirsiniz, serbestsiniz. Antik çağlara kadar. Ama “varoluşçu” kelimesini icat eden, üstelik daima özgürlük ve kaygı hakkında yazan kişi 19. yüzyılda yaşayan felsefeci Søren Kierkegaard’dı. Ben kitabımı Kierkegaard geleneği ile Edmund Husserl’in Almanya’da başlattığı fenomenolojiyi buluşturarak başlattım. Fenomenoloji, varoluşçuların insan deneyimini daha disiplinli bir şekilde, her yönüyle ele almalarını sağladı. O sayede cinsellikten kayısı kokteyli içmeye kadar her şey varoluşçuluğun konusu olabildi. Kurucu babaları sayarken, Jean-Paul Sartre’ı da unutmamak gerek tabii. Yine de benim hikayem kesinlikle sadece ona dair değil.

John Houston Sartre’ı neden kovdu?

“Yönetmen John Huston, Freud hakkında bir senaryo yazması için Sartre’la anlaşmıştı. Fakat gelen senaryo çok uzundu, aynen çekilirse ortaya çıkacak film yedi saati aşacaktı. Bunun üzerine Huston Sartre’dan senaryoyu yeniden yazmasını istedi. O da epeyce oynadı, mesela bazı bölümleri kesip yenilerini ekledi. İşe bakın ki bu kez ortaya sekiz saatlik bir senaryo çıktı. Sonunda Huston abartı üstadı Sartre’ı kovdu. Film çekildi çekilmesine ama tabii Sartre’ın senaryosuyla değil.”

Gülenay Börekçi

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments