Yamuk bakmak, tersten görmek, aynayla okumak
Leonardo da Vinci‘nin “Müjde” adlı bir tablosu var. Melek Cebrail’in İsa’nın mucizevi varoluşunu Hz. Meryem’e bildirmesini anlatıyor. Daha doğrusu Hz. Meryem’in (Hz. İsa’ya) hamile olduğunu öğrenme anını.
Da Vinci’nin ayna kullanarak yazılarında ve tablolarında şifreli mesajlar ilettiği bilgisinden yola çıkan birileri bu tabloyu ayna tutarak incelemiş. Onlara göre, sol tarafa bir aynayı dik tutarak baktığınızda, tam ortada ürkütücü, insana benzeyen ama tam da insan gibi olmayan bir figür duruyor gibiymiş. Ve birileri bunun bir uzaylı, dünya dışı bir varlık olduğuna kanaat getirmiş. Denedim, öyle görünüyor hakikaten. Tabii bu bir ışık ve renk oyunu, bir göz yanılsaması da olabilir, bilemem. (Gerçi Da Vinci gibi bir adam neyi tesadüfe bırakır ki? Üstelik başka tablolarında da UFO’lara benzeyen şekiller olduğunu hatırlamak lazım.)
Ama konumuz bu değil. Geçen yıl Seferihisar’da tanıştığım ve bugün (gerçekten bugün) ilk öykü kitabını aldığım sevgili Caner Fidaner çok güzel bir yazı yazmış. Leonardo da Vinci’nin ancak yazılarına aynayla bakıldığında fark edilebilecek şifreler koymasından yola çıkarak başka sırlara ilerliyor. Yazınsal sırlara…
Caner, George Orwell‘in muazzam yapıtı 1984’ten, Antonioni‘nin akıldan çıkarılamaz filmi Blow Up’tan, Bertolt Brecht‘in Kafkas Tebeşir Dairesi’nden, Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü’nden bahsederek bize şunu hatırlatıyor: Gerçeği hep aynı yerde durarak keşfetmeye imkan yok, dünyayı ve kendimizi anlayabilmek için bakış açımızı değiştirmeli, ihtimallere şans tanımalıyız. O zaman geçmişi ve bugünü daha iyi anlayabilir hatta geleceği görebiliriz bile…
Gülenay Börekçi
Leonardo Da Vinci’nin “Müjde” adlı tablosu. (solda) Ve cebrail’in elinin durduğu yere ayna konulduğunda ortaya çıkan tuhaf figür. (sağda)
Caner Fidaner: Ayna koyup okumak…
Benim gibi solak olduğunu öğrendiğimden beri Leonardo Da Vinci’ye daha bir yakınlık duyuyorum. Onunla aynı azınlık grubunda olduğumdan yaşamlarımızın hem zaman hem de mekân olarak birbirinden çok uzak olması önemini kaybediyor. Leonardo Usta kimi notlarını sağdan sola doğru, sadece yanına ayna tutularak okunabilecek şekilde yazarmış. Bunu ilk duyduğumda, “Yoksa solak olduğu için böylesi ona daha mı kolay geliyordu?” diye aklıma gelmişti. Gerçekten araştırmacıların bir kısmı böyle düşünüyor. Fakat Da Vinci’nin ‘buluşlarım çalınmasın’ diye şifreli yazdığını iddia edenler var, kimileri de “Kilise’ye ters gelebilecek görüşlerini bu yöntemle kem gözlerden saklıyordu,” diyor.
Leonardo Da Vinci’nin başka şifreleri de olduğunu ve kendisinin bunları çözdüğünü söyleyen Dan Brown iddialarını 2003 yılında yayımladığı macera romanında anlattı. Kırkın üzerinde dile çevrilen kitap milyonlarca baskı yaptı. Üç yıl sonra izlediğimiz, bu romandan uyarlanmış film eleştirmenler tarafından pek beğenilmedi ama yılın en çok seyredilenlerinden biri oldu. Böylece Leonardo Da Vinci yaşarken belki hiç aklına gelmemiş “şifreleri” sayesinde, ölümünden neredeyse beş yüz yıl sonra milyonlarca yeni ahbap edindi. Eğer haberdar olsaydı bu yaygın üne sevinir miydi, üzülür müydü, bilemem. Fakat Dan Brown’ın yöntemi şifreli yazılara ayna tutup onları düzgün hale çevirmekten çok farklıydı; o üstadın yapıtlarına büyüteçle bakıp kimi gölgeleri, lekeleri anlamlandırmaya çalışıyordu.
Gerçekten büyük yapıtlarda biz fanilerin ilk bakışta göremeyeceğimiz şifreler var, belki de onları büyük yapan özelliklerden biri bu. Bazı romanları, öyküleri de anlayabilmek için onlara ayna tutup yazılanlara tersten bakmak gerekiyor. İşte Saatleri Ayarlama Enstitüsü; Tanpınar bu romanında ülkedeki saatlerin hepsinin birden dakik olmasının ne kadar önemli olduğunu mu anlatıyor? Sanmıyorum. Tersine, o romanda yazar bize “Bırakın, kimi saatler biraz ileri gitsin, kimileri geri kalsın, bu hiç de yakınılacak bir şey değil” dediğini sezdirmeye çalışıyor; tek tip üniforma olmasın, herkes istediğini giysin.
Bir ülkede yalnızca saatler değil, her bir yurttaşın kafasındaki tarihçe de birbirinden farklıdır aslında. Herkes aynı geçmişi paylaşsın diye uğraşılırsa nasıl bir yaşam biçiminin ortaya çıkacağını 1984 adlı romanında George Orwell anlatmıştı. Hatırlarsınız, orada her sabah tarih yeniden yazılır, bazı olaylar unutturulur, bazıları da sanki olmuş gibi tarihe kaydedilir. Orwell el yazmalarını 4 Aralık 1948’de yayıncıya teslim etmiş, kitabın ilk baskısı 8 Haziran 1949’de yapılmış. Bugüne kadar 65 dile çevrilmiş olan romanın her yıl yeni baskıları yapılıyor, yeni kuşaklarca da ilgiyle okunuyor. Neden dersiniz? Baskıcı yönetim altındaki ülkelerin sayısı artıyor mu yoksa?
Da Vinci’den Orwell ve Antonioni’ye yamuk bakanlar, görünmez aynalar kullananlar…
Gerçek yazarlar, geleceği görür, gördüklerini okurlarına da sezdirmeye çalışır; ama doğrudan, ama dolaylı yoldan. Yapıtların şifrelerini çözmeye çalışalım, tamam, lâkin bunu Dan Brown gibi bir köşesini büyüterek üzerlerinde gördüğümüz kimi lekeleri anlamlandırmaya çalışarak mı yapalım? Antonioni’nin Cinayeti Gördüm (Blow up) adlı filminde kahramanımız bir cinayet sahnesini görebilmek için bir fotoğrafı büyüterek basar, böylece gerçeği yakalamaya çalışır. Sonuç? Başarılı olamaz. O filmde yönetmen, “Hangi fotoğrafı bu kadar büyütseniz kuşkulanılacak emareler bulabilirsiniz,” diyor gibi geldi bana. Film bitince anlıyoruz ki cinayeti “gören” makinenin objektifi değil, fotoğrafçının gözü, daha doğrusu zihni imiş. Bu filmde de yönetmenin ne söylediğini anlamak için “ayna tutarak” izlediğimiz hikâyeyi tersine çevirmek gerekiyor.
Eski bir rivayete göre adaletiyle ünlü Halife Ömer, aynı çocuğun annesi olduklarını iddia eden iki kadının dâvâsını hileli bir tehdit ile çözer. Kılıcını çekip çocuğu ikisine bölüştüreceğini söyler, “Hayır, çocuğa dokunma, ben iddiamdan vaz geçtim,” diyenin gerçek anne olduğuna hükmeder. Çünkü anne için çocuğun yaşaması, kendi yanında olmasından daha önemlidir. Brecht bu hikâyeyi alır, adeta yanına ayna koyarak tersten okur ve Kafkas Tebeşir Dairesi adlı oyununu yazar. Orada çocuğun yaşaması için iddiasından vaz geçen biyolojik anne değil, çocuğu büyütmüş, ona emek vermiş olandır. Bu oyunda anlatılanı ayna koyarak okursak şunu görürüz: Brecht, izleyicilerine gerçek dünyada emeğe değerinin verilmediğini sezdirerek onları daha adil bir dünya için çaba göstermeye çağırmaktadır.
Şimdi siz bu yazıya da bir ayna tutmak isteyebilirsiniz. Eh, ne yapalım, ava giden avlanır. Bari sizden önce ben yapayım şu işi. Yukarıdaki paragraflara bakıyorum, “Bakın ben ne kitaplar okudum, ne kadar çok film seyrettim, neler biliyorum” diye hep bilgiçlik yapmışım. Belki de gerçek bunun tam tersi, yani aslında bilgimi yetersiz bulduğum için yazı boyunca verdiğim örneklerle hem okuyana, hem kendime, ama en çok kendime bunun tersini kanıtlamaya çalışıyor olabilirim.
Gelin, daha iyi anlamak istediğimiz bir yazının, tablonun şu ya da bu köşesine büyüteçle bakmak yerine yapıtı bir bütün olarak düşünelim ve onun ayna hayalini zihnimizde canlandıralım. Sanatçı belki de ilk gördüğümüzün tam tersini bize hissettirmek istiyordur.
Caner Fidaner
Meraklısına…
Vitruvius İnsanı’nın üst bölümündeki yazı ve aynadaki görüntüsü. Leonardo Da Vinci’nin İtalyancası ile ilk cümle: “Vetruvio, architecto, mecte nella sua op(er)a d’architectura, chelle misure dell’omo sono dalla natura.” Türkçesi: “Vitruvius, mimar, mimari üzerine çalışmasını, insanın ölçümlerinin doğal olarak ne şekilde bir dağılım gösterdiği üzerine oturtur.”
Subscribe
0 Comments
oldest