Mario Levi: “Yazar olmak istiyorsanız, katil olmayı göze alacaksınız!”
Türkiye’nin ilk yavaş şehri yani cittaslow’u olarak kalbimizde ayrı bir yer edinen salyangoz simgeli güzel şehirde, yani Sefirihisar’da geçen yıl bir edebiyat festivali düzenlenmiş, yazarlar, şairler 1 hafta boyunca katılımcılara yazma dersleri vermişti. Mario Levi’nin atölyesi en ilham verici olanlardan biriydi. Levi bize “nasıl katil olunacağını” anlatmıştı.
Kulağa korkutucu geliyor biliyorum ama değil aslında! Zor belki, yıpratıcı ama kesinlikle gerekli. Tabii kimin katili olmanız gerektiğini henüz bilmiyorsunuz. Onun cevabı da zaten bu yazıda. Şu kadarını söyleyeyim, dünyayı bize dar eden gerçek katillerle hiç ilgisi yok.
Mario Levi: “Yazar olmak istiyorsanız, katil olmayı göze alacaksınız!”
“İlham palavradır. Yetenek de öyle. Yazıyla ilgili gerçek olan tek şey tutkudur. Tutku da ya vardır ya yoktur. Ya bir yazar gibi yaşar insan bütün hayatını ya da basitçe hiç yazmaz.”
Atölyedeki derslerine böyle başladı Mario Levi. Biz de sorduk ona haliyle, yazar gibi yaşamanın nasıl bir şey olduğunu. Levi’ye göre insanın hayatının her anı her günü önemli. Sadece ne yaptığı ve ne yapmadığı değil, neyi nasıl yaptığı da…
Bir soru daha: Yazar olmak isteyen kişinin uyması gereken kurallar var mı?
Yokmuş. Daha doğrusu tek bir kural varmış sadece. Her gün mutlaka ama mutlaka yazıyla ilgilenmek… Yazıyla ilgilenmek ille yazmak anlamına gelmiyor şüphesiz, müzik dinlemek, denize bakmak, yürümek boş veya kalabalık sokaklarda, kitap okumak, hepsi yazıyla ilgilenmenin bir biçimi olabiliyor. “Ne olursa olsun her gün mutlaka iki saatinizi, hiç değilse bir saatinizi yazıya ayırmanız şart” diye anlattı bunu Levi. Sonra devam etti: “Her gün iki saat yazmaya otursanız bile bu mümkün olmayabilir. Bazı gün 30 sayfa çıkar, bazı gün tek satır çıkmaz. Öyle olunca gerçeklerle yüzleşmek gerek. Yazamıyorsunuz o gün demek ki. Durun, uğraşmayın, bırakın peşini. Nasılsa ertesi gün devam edebilirsiniz…”
Uzun süren yazamama hallerinde ne yapılabilir peki?
“Böyle bir durum söz konusuysa iki şık vardır. Biri kötü, öteki daha kötü… Hangisini söyleyeyim?”
Kötü olandan başlayalım lütfen, daha kötü olan biz duruma alıştıktan sonra gelsin…
“Yazacak hiçbir şeyiniz yoktur. Gidip kitap okuyun. Roman da değil, ilgilendiğiniz konu neyse ona dair bir şeyler. Turistik gezi rehberi de olabilir bu, telefon rehberi de. İşinize ne yarayacak, zihninizi ne açacaksa. Fakat benden söylemesi, kapalı kapıları en iyi açacak olan şey şiirdir aslında. İçinizdeki tıkalı kanalları en iyi şiir harekete geçirebilir. Şahsen ben sıkıntılı zamanlarımda döne döne Turgut Uyar veya Edip Cansever okuyorum. Bunlar kesmezse, müzik dinleyin. Bir gün veya birkaç gün yazmamaktan bir şey çıkmaz, nasılsa sular durulunca yeniden yazmaya başlayabilirsiniz.”
Eh, artık daha kötü olanı işitmeye hazırız…
“En kötüsü şudur arkadaşlar: Aslında yazacak çok şeyiniz vardır da siz yazamıyorsunuzdur. Gene yapacağınız iki şey vardır: “Ya bir yazma atölyesine başlayacaksınız, ya da terapiye gideceksiniz. Terapi çok pahalı, o yüzden ben yazma atölyesini tavsiye ediyorum. Bir yazma atölyesinde ne öğreneceksiniz biliyor musunuz? Yazdığınız her şeyi okuyan bir çift gözün varlığını. O bir çift göz yazdıklarınızı okumak ve denetlemekle de kalmayacak, sizi sürekli olarak taviz ve tehdit edecek. ‘Üst benlik’ mi diyor psikiyatrlar, bilemem. Bence sizin içinizde saklanan ama yapacaklarınızı sürekli olarak engellemeye çalışan bir güdü bu. Bildiğim şu: Yazmaya devam edecekseniz, katil olmaya, cinayet işlemeye, o bir çift gözü öldürmeye mecbursunuz. İlkinde kendinizi kötü hissedebilirsiniz ama zamanla alışır hatta sevmeye başlarsınız. Naçizane bir tasiyede daha bulunayım, en iyisi vakit kaybetmeyin ve o bir çift gözü hayal edebileceğiniz en yüksek gökdelenin en üst katından atın.”
Bunun üzerine fazla bir şey eklemek istemem aslında. O yüzden Mario Levi’nin şu sözleriyle bitireyim:
“Bir yazar adayının iki ayrı defteri olmalı. Bir tanesine “kim kimdir’cilik defteri” adını veriyorum ben. Her gün rastladığınız kişilerden size ilginç gelenleri seçin ve onların nasıl insanlar olduklarını kağıt üstünde hayal etmeye çalışın. Kim bu kadın, kaç yaşında, ne iş yapıyor, nasıl bir ailesi var… Soruları ve özellikleri artırabildiğiniz kadar artırın. Gerçeğe uygun olmaları gerekmiyor hatta gerçeklikten ne kadar uzaklaşırsanız o kadar iyi. Düşünebiliyor musunuz, bu tip portrelerin her biri aslında bir hikaye veya roman taslağı haline anlamına gelir. Haftada iki tane yapsanız, yılda 100 küsur portre eder; 100 taslak… İkinci deftere gelince… Okuduğunuz romanlardan, dinlediğiniz şarkılardan, seyrettiğiniz filmlerden sizi etkileyen cümleleri, diyalogları yazın. Ama yazmak yetmez, o sözün çağrışımlarını, sizi niye etkilediğini, sizde hangi duyguları uyandırdığını, kafanızda nasıl bir hikaye canlandırdığını yazın esas.”
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest