Egoist okur

Zekası, güzelliği, tekinsizliği, falları, cinleri, perileriyle şahane bir CADI

Şahane Bir Kitap başlıklı yazılarıyla tanıdığınız Oylum Yılmaz benim için kıymetlidir. Onun ilk romanı Cadı hakkındaki bu yazıyı kaleme alan Ceren Ünlü Ulutunçel de öyle… Ceren ve Oylum Picus döneminde beni yalnız bırakmayan, yazıları ve röportajlarıyla dergiyi güzelleştirenlerdendi. Geçenlerde aradı Oylum, romanının çıkacağını söylemek için. Önce onun adına sevindim elbette. Sonra romanın taslakları geldi önüme. Kapağına baktım, ismini kıskandım. Okumaya başladım, büyülendim. Dedim ki kendi kendime, “Bu nasıl roman böyle? Sanki benim romanım!” Sonra kızar mı kızmaz mı diye düşünmeden Oylum’a “Nasıl yazdın bunu?” diye sordum, “İçine şeytan mı girdi, nereden, nasıl aktı o cümleler?”  Benim heyecanlandığımda devreye giren terminolojimde bu, “şahane bir kitap” okuduğum anlamına geliyordu.

Cadı yeni çıktı. Kitabı mutlaka okumanızı gönülden isterken, sözü Ceren’e bırakıyorum.

Zekası, güzelliği, tekinsizliği, falları, cinleri, perileriyle şahane bir CADI

Aylar önce Büyükada’nın en sevdiğim meyhanelerinden birinde akşamı karşılarken adada neredeyse herkesin tanıdığı babacan meyhane sahibine bir haber müjdeledim. Bu haber, çocukluğu adada geçmiş sonra tası tarağı toplayıp adayı ve İstanbul’u bırakmış bir arkadaşım hakkındaydı: “Oylum Yılmaz’ı tanırsınız adadan, burada geçen bir roman yazıyor,” dedim heyecanla. Meyhane sahibinin tepkisizliği üzerine onaylanma peşinde hemen bir soru ekledim: “Neler anlatacak bakalım?”

O hiç istifini bozmadan yavaşça içkisini yudumlayıp sakin, ağır cevapladı: “Bilemeyiz, herkes kendi adasını anlatır, kimse başkasının adasını bilemez.” Sohbetimizi böylece sonlandıran meyhaneciye biraz bozulurken bir yandan bu havalı cevabına hak verdim. Evet, herkesin kendi adası vardı kimselerin bilemeyeceği, herkesin kendi kenti, kasabası ya da köyü olduğu gibi. Edebiyat da bu bilinememe durumunu anlatma girişimiydi. Ama sanki adalı olmak halinde yine de bir başkalık vardı da kelimelere dökemedim.

Oylum romanının ilk taslağını bitirdiğinde ve okumam için bana gönderdiğinde onun ilk edebi metnini okuyacak olmanın heyecanıyla, dostlukla bağlantılı bir sorumluluk duygusu yani yansız bir değerlendirmeyi başarabilir miyim kaygısı tabii ki birbirine karıştı. Neyse ki bu karmaşalar okumaya dalmayı başardıktan sonra buharlaştı, dağıldı. Adaya yolculuk başladı ve iddialı, huysuz, güçlü, şık ve egzantrik kahramanımız Ümran’la tanışıldı, onun tekinsiz dünyasına yoğun, güzel cümleler eşliğinde adım atıldı ama genel olarak sezinlediğim bir tereddüt ve tedirginlik hali vardı. İki şık düşündüm: anlatıcı ya temkinli ilerlemeyi seçmişti ya da korkuyordu. Oylum’un “yaşasın, bitiyorum” diye gönderdiği metin için “çok güzel ama” diye başlayan ilk yorumum hatırladığım kadarıyla şöyleydi: “Sanki bir karanlığa dalmışsın da orada bulmak istediğin bir şey var, ellerinle yokluyorsun etrafı” dedim. Kısacası bu romanın bitmesine daha var demek istedim aslında, “Daha işin başındasın.” Ama bunu doğrudan söylemek kolay değildi.

Şimdi romanın son halini okumuş biri olarak görüyorum ki Oylum o ilk taslakta, hem adada kendi tarihinden izler taşıyan canlı, yeşil ve rüzgarlı bir ormana hem de bir diğerine, hepsi gibi korkunç bir güzelliğe sahip bilinçaltı ormanına bir giriş yapmıştı. Günler, aylar tek tek yuvarlandı, roman konusu hiç açılmadı, etrafı bir suskunluk aldı ve bir gün aniden “Roman bitti” dedi Oylum.

Şimdi elimizde kısa sayılabilecek ve kısalığına rağmen uzun uzun okunan, çok katmanlı, şiirsel bir roman duruyor. İlk taslakta hissettiğim anlatıcı tedirginliğinin nedeni ayan beyan seriliyor gözlerimin önüne. Meğer cadımız, kahramanımız Ümran sırra kadem basmak üzereymiş de ben onun tedirginliğini duymaktaymışım. Meğer Ümran yok olacakmış, anlatıcı da adada, Ümran’ın peşinde kendi hikayesini yaşayacakmış, bu hikayeyi yaşamak da o kadar kolay değilmiş, cesaret istermiş, biraz korkutucuymuş.

Hesaplaşılacak çok şey var, ilk katmanda kelimenin eski ve yeni çağrışımlarıyla tam anlamıyla cadı bir kahraman ve onun çevresine, ailesine yaşattıkları; vefasızlığı, bencilliği, tekinsizliği, yeteneği, güzelliği, cinleri, perileri ve falları… Diğer katmandaysa Cadı’yı anlatma derdindeyken onunla el ele girdiği bir macerada kendi yazgısını arayan, bu arayışta korkularıyla ve kötülükle karşı karşıya gelen, bodrum katına inmek için içi içini yiyen bir çocuk gibi gözleri karanlığa dikili, büyümekle yükümlü bir anlatıcı var. Bu büyüme sürecinde ritmi giderek yükselen, heyecan verici bir anlatımın içinde buluyoruz kendimizi. Ümranı kaybeden anlatıcı- kahraman bu defa çirkin, paspal, toprağa, çamura batmış bir kocakarıya; bir zamanlar iktidarın görkemini yaşamış, tebaasına gaddarlığını yaşatmış, sırlarını ağaç diplerine gömen düşmüş bir bizans kraliçesine ve kadının gücünü elleri arasına almış, kendine oyuncak etmiş eril bir gölge-iblise yani Ferman’a kulak vermek zorunda. Ama okur olan biteni uzaklardan rahat koltuğundan izleyeceğini düşünmese iyi olur, kaldı ki benim Ferman’ım kim, benim kocakarım nerde sorularını sık sık soracak ve onlardan duyacağınız sırlar için ölüp biteceksiniz, benden söylemesi. “Cadı” yı bir şiir, bir masal ve aynı anda bir roman gibi okurken kitabı bir kez başından sonuna, bir kez sonundan başına okuyacak, bir kez de herhangi bir sayfayı açıp fal tutacaksınız.

Kitap bittiğinde en başa dönüyorum, Büyükadadaki meyhanede adalı olmanın ne olduğunu düşündüğüm o akşama. Cadı’yı okuduktan sonraki fikrim şu: adanın anakaranın dertlerine ve fantastik gerçekliğine uzaklığı, yani dışarıda kalışı onu her yerden daha çok içselleştirilebilen, zamansız, büyülenmeye ve büyü yapmaya uygun bir yer haline getiriyor. Oylum da ilk romanıyla ilk büyüsünü yapıyor bize. Her şeye rağmen hala yakın bir arkadaşın kitabını okumanın kolay olmadığını da düşünüyorum. Çünkü başkalarının fikirlerini epey merak ederken buluyorum kendimi. Ama beni bu bağdan, bildiğim hikayelerden tamamen koparan ve bu romanla baş başa bırakan bir deneyimi de paylaşmadan geçemeyeceğim. Bu olaydan sonradır ki “Cadı”nın yapmak istediği şeyi başardığından emin oldum: Kitabı elimden bıraktıktan sonra daldığım o tuhaf uykuda, sabaha kadar Büyükada’da yerlerdeki yaprakları topladım.

Ceren Ünlü Ulutunçel

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments