Egoist okur

Bir uyanma hikayesi: [Düş]tük işte…

Yaşadığının bir düş olduğunu geç fark eden kadının hikayesini bi’ tanecik Burcu Yıldızer yazdı. Okuyalım, okuduktan sonra ne kadar üşüdüğümüzü fark edelim ve ısınmanın bir yolunu bulabilelim diye… Öyle ya, insan üşürken en çok ısındığı anları özler.

Bir uyanma hikayesi: [Düş]tük işte…

Yürüyordum. Sadece tek bir duyguyla durabilir, bir tek onunla dizlerimdeki yorgunluğu bağlayabilirdim. Geçen her saniyede, kayıp bir notanın izini sürerek ve yavaşça günlere bölünmüş bir sanrının peşinden sürüklenerek, kendimden çıkıp yola koyulmuştum. Bilinmeyenin çekiciliği tarafından ele geçirilmiş ve tam anlamıyla anlatılanlara inanmamış bir duygunun günlerce devam eden şüphelerine hapsoldukça saatler geçiyor, bir duygudan diğerine amansız bir bekleyiş de devam ediyordu. Çoğu kez suskunca olduğum yerde kalıyor, kimsenin duyamayacağı bir şekilde, “Belki de bu benim için kötü bir oyundan başka bir şey değil,” diyordum. İç sesim ve dış sesler birbirine karışıyor, bildiğim bütün önermeler yerle bir oluyordu.

Sonra telefon çalıyor. Ansızın. Merhaba demeyi unuttuğumu fark ediyorum. Susuyorum. Sustukça karşıdaki ses de susuyor. Büyük, anlamsız bir sessizliğin çekiciliğine kapılıp gidiyoruz. Bir şey kırılsa! Tam da o an, bütün o başlangıcı oluşturan kelimeler parçalansa… Sığınmak istediğin yer bir tarafa, affedilmeyi dileyen ruhun öteki tarafa dağılsa… İkimiz de oturduğumuz yerden ayağa kalksak ve bu felâketin sınırlarına henüz gelmeden “Hoşça kal” demeyi becerebilsek. Biliyorum, olmayacak. O geceyi öldüreceğiz. Bir defa yaşanacak, yerle bir olacak ve sonunda kendimi yine yürürken bulacağım.

Her şey oldukça net. Kırmızı bir çerçevenin içerisinden yansıyan sahnelerin ağır yükü, omuzlarımda kendini var etmek için savaş veriyor. Hikâyedeki zaman, geçmişten mi gelecekten mi yoksa şimdiki zamandan mı devam edeceğini kestiremiyor. Giderek büyüyen karmaşanın kötü bir kopyaya dönüşmesinden, zamanın toz olup yokluğa dönüşmesinden korkuyorum. Uyuşuyorum. Aradan geçen birkaç günden sonra böyle bir şey yaratmak için hangi sahnede ezberimi unuttuğumu hatırlamaya çalışıyorum. Ama zaten hayat, ezberi olmayan bir oyun değil miydi? İyice hazırlansa da farkında olmadan, birdenbire tanımadığı bir sahne üzerinde bulmuyor muydu insan kendisini? Bütün rağmenlere “rağmen”, kontrolsüzce ilerleyen bağımsız değişkenler, birini dışarıda bırakırken diğerini bağımlı hale getirmiyor muydu?

O gece de buna benzer bir şeyler olmuştu. Ev çok sessizdi. Bir yerlerde kar yağıyordu ve kalbimin içi alevler içindeydi.

Yatağa uzandığımda beklenmedik bir anda bozulan sessizliğin, gürültüye dönüşen kelimelerin hızına şaşırıp kalakalmıştım. İş olsun diye kalkıp birkaç adımda odalar arasında kısa bir gezi yapmış, yatağa geri dönmüştüm. Cümle düzenindeki melodi hızlandıkça sabırsızlığım artmaya başlıyordu. Neyle oyalansam, yeterli olmadı. Birdenbire hangi ara elime aldığımı anımsamadığım kitabın sayfaları arasında bilinçsizce dolaşmaya başladım. Çok uzun değil kısa bir süre sonra, okuduklarımı algılamadığımı fark edip garip bir sızıyla irkildim. Dakikalar, saatler geçti. Parmaklarımın arasına sıkıştırdığım kitabın ciltli kapağı canımı yakmıştı. Beni bu ana gelene kadar ayakta tutan, heyecanımı körükleyen her duygu solmakla kalmamış, içimdeki güç de uçup gitmişti. Sımsıkı kendisine kapanmış, birdenbire körelen düşüncelerime yol açan neydi, bilmiyorum. O gece daha sonra ne oldu, hatırlamıyorum. Aynı gürültü yeniden yaşandı mı? Belki yaşandı. Uyudum mu? Uyumuş olmalıyım.

Hafta sonları ne zamandır telaşsız ve bilinen tarihinin çok uzağında geçiyordu. Yıllar arasında meydana gelen değişikler, silinmeyi bekleyen bazı anlar, belleğimdeki yerlerini kaybetmemek uğruna yine de direniyordu. Kara kutunun ardındaki adam artık hiç gelmiyordu. Daha o zamanlar yazmaya başladığı öyküler çoktan başka insanların evine girmişti. Herkesin onun öykülerinde altını çizdiği bir cümlesi mutlaka vardı. Ben de çok çizdim. Kalemimin tutukluk yaptığı zamanlardaysa gözlerimle iyice yerlerini belirginleştirdim. Artık yok edemeyeceğim kadar yakınımdalar ve bir sessizlik anında, onlardan herhangi birini tutup tutamayacağım konusunda hiçbir fikrim yok. Bazı şeyler öyle beklenmedik anları kollar ki sahibinin onlar üzerindeki etkisi neredeyse yok gibidir. Çıkıp gitmek, yalnız kaldıkları her an için öç alırcasına kendilerini bırakmayı isterler. Ne de olsa karşı taraf kendi sözleriyle vurulacaktır. İnkâr edeceği, türlü yalanlara başvuracağı ve kaçmayı deneyeceği bütün çıkışlar kapanacaktır.

Hayat bir türlü tam anlamıyla yenilemez bizi…

Sabah olduğunda uğultulu bir ses, yataktan çıkmamı engellemişti. Yakın tarih, henüz gerçekleşmemiş bir tarihle dans ediyor gibiydi. Durup dururken hatırlananlar, unutmaya fırsatın olmayanlar ve bunlar arasında süre giden amansız söz düellolarıyla, bir süre daha yatakta düşünmeye devam ettim. Sonunda kendimi bir odada, ayaklarımı boylu boyunca uzatmış onu izlerken buldum. Kısa bir düş. Yanımdaydı. Ellerini alıp parmaklarımın arasında tuttum. Teninden önce derisine dokundum. Uzun uzun. Bastıra bastıra… Ses çıkarmadı. Oysa ben konuşmasını istiyordum. Kaybolan heyecanını arıyor, bulabilmek uğruna bir açıklık bulup oradan sızmaya ve olup bitenleri anlamaya çalışıyordum. Düş yoluyla da olsa içimde dirence dönüşen bu kendini koruma içgüdüsünü fark etmesini bekliyordum.

Canı yandı. Patlamış bir lambanın parçaları gibi öfkesi yüzünden etrafa dağılmaya başladı. Bir şeyler söylemesi için bekledim. Konuşmadı.

Elimi çektim. Oysa dokunmaktan hiç korkmamıştım. İçimdeki, bastırılmış ve susturulmuş bir isyandan başkası değildi. O geri çekildikçe bu duygu, bilinmeyen karanlık koridorlarda düzenli bir şekilde yol almış, kaos çemberinin en ortasına da beni koymuştu. Yataktan apar topar kalktım. Düşten çıktım.

Bir sonraki günün ne getireceğini bilmiyordum. Yapılan planlardaki sıra yer değiştirmişti. Dışta usul usul içte gürül gürül hayata devam ediyordum. Tanıdık sessizliklerdi. Yine de baş etmesi neredeyse imkânsızmış gibi görünüyordu. Kış, karın yağışıyla birlikte kendini hissettirmeye başlamıştı. O gece söylenen sözler, sakladığım sesimin duyulmasıyla kaybolup gitmişti. Zaman ağırdı. Sakinleşmek uğruna yaptığım hiçbir şey işe yaramıyordu. Bilinmeyen, çoğu zaman beni büyük bir mücadeleye sürükleyen bir dizi kalabalık duyguyla boğuşuyordum. Yazmak her geçen gün biraz daha zorlaşıyordu. Saatlerce masanın başında oturuyor ve tek bir cümlenin kâğıda düşmesi için bekliyordum. Olmuyordu. Üstelik okunmayı bekleyen kitaplarıma bile yaklaşamıyordum. İsteksizliğim günden güne büyüyordu. Sürekli sandalyenin başında oturup derin derin dalıyordum. Düşüncelerim hiçbir sonuca bağlanmayan, birbirinden kopuk yol çizgilerine benziyordu. Kısacık bir “Teşekkür” nelere mal olmuştu. İnanılır gibi değildi. En zoru da insanın kendi kendine verdiği sözlere karşı yenik düşmesiydi. Uzun zamanlar alıyordu duyguların inşası ve bir boşluğun yeri öyle kolay dolmuyordu. Ama boşluğu büyütmek için bütün her şey büyük bir hızla çalışıyordu. Beden, gittikçe genişleyen bir çemberin ortasında dört dönüyordu. Bu huzursuzluğun sebebi benim! Adı kimseye lâzım değil.

Sonra birden yön değişti. Herkes, o da dâhil, yollara düştü. Uzun sessizliklerin yerini o salı günü aldı. Akşam oldu. Biraz çıplak biraz sabırsız. Hazırlıksız yakalandık ben ve şehir. Gürültülü sesler ve bakışlar arasında tanıştık. Uzunca. Ellerim üşüyordu. Dışarıda kar başlamıştı. “Isıt” dedim. “Tut onları.” Şaşırdı. O soğukta sadece ikimizdik. Bir şeyler düşündü. Baktı. “Neredeyse vazgeçecektim. Hayal gücümün seni ele geçirmesinden korkuyordum ve yalnızca ben istediğim için benimle olmak istediğini düşünmeye başlamıştım.” dedi.

Geciktiğini biliyordum. Yolunda gitmeyen bir şeylerin varlığını da ama işte buradaydık. Haftalardır yokuş aşağı yuvarlanan onca şeyi alt etmeyi başarmıştık. Bir adımda içeri girdim. Kapı kapandı. Uzun uzun odaya baktım. Söz verdiği gibi şarap, masada duruyordu. Yaklaştı. Boynumdaki atkıyı yavaşça çözerek çıkardı ve kendi boynuna doladı. Gök boşaldı. Kar dışarıda kaldı. İçeride yalnızca saksafonun baş döndürücü sesi yankılanıyordu. Sıcaktı.

Birkaç saat öylece oturduk. Konuşmaya çalıştık. Dayanıksız evler gibiydi cümleler. Geceyi bölmek, kurulan köprüleri ayakta tutmak için uğraştık. Pencereden, kara karışan şehrin uğultusu duyuluyordu. Ayağa kalktım. “Büyük kelimeler kullandık küçük cümlelerimize ve aslında bütün o var saydığımız akşamlar çaldı sesimizi.” dedim. İstanbul’un bütün rüzgârları ses verdi de bir o vermedi. Yanıma geldi. Bir süre daha konuşmadan benimle birlikte yağan karı izledi. Basık, dikine sokaklarda neredeyse hiç kimse kalmamıştı. Ellerime doğru uzanarak:

“Hâlâ soğuklar mı?” diye sordu. Gülümsedim. Şaşkın, minik bir soluk aldım.

“Ben sokakları severim. Bir yanılgı gibi adım adım büyürler bedeninin altında. Bazen de küçücük kalırlar. Çıkmazları çoktur. Bizler gibi…” dedim.

Ellerimi ellerinin arasına koydum. Tenine dokundum. Uzun uzun. Hissede hissede… Konuştu. “Seni bekliyordum. Bütün kaldırımlara ayak basalım, bütün taşları yerlerinden oynatalım. Çıkmaz sokaklara rastlarsak şayet o zaman da sonuna kadar gidelim. Elimizi duvarlara sürüp geri dönelim. Başka başka sokaklar için yeniden yürüyelim.” dedi.

Karanlığı düşündüm. Sevdiğim kitaplarda altını çizdiğim cümleler aklıma geldi. Azil’de ne diyordu: “Üçüncü düşüncelerin çoğalıp kapladığı zihninin, bedeninin yaşadığı çevreye uyum sağlamasının olanaksızlaşacağı anlamıştın.”

Birden evin ne kadar da karışmış olduğunu fark ettim. Sanki bu mevsimde her şey daha dağınık oluyordu. Hiçbir şey, hiçbir duygu tam anlamıyla top(ar)lanamıyordu. Bir yerlerde unutulan bir parça eşya, kayıp ruhlar bürosuna sığınıyordu. Yarı karanlık bir rüyada iz sürmeye çalışan yanılgılar canlanıyordu. Bilmediğim, eski bir zaman diliminden yükselen sesler hep aynı şeyi söylüyordu. “Uyan!!!”

Doğruldum. Elim soğuktu. Kar yağmaya devam ediyordu ve kalbimin içi buz kesmişti. O katıksız heyecandan geriye kalanları arayıp bulmaya koyuldum. Yazdıklarım silinmişti ama bir yerlerde az da olsa bir şeyler vardı. Bundan emindim. Işıkları kapattım ve yatak odasına doğru yürümeye devam ettim. O gece daha başka ne oldu hatırlamıyorum.

Kim bilebilir daha sonra ne olduğunu? Kimilerine çok uzak düşer anlatılanlar. Gerçeklik kazanmayan bütün o şaşalı sözler, aklıselim olmayan duyguların içinde yerle bir olur. Yaşama aykırı olsun isteriz. Oysa yaşam, tam da bu aykırılığın koynunda uyur her zaman. Büyük, baş edilmesi güç bir korku gelip ele geçiriverir her şeyi. Bir odanın, saatin ilerlemiş olduğunu fark etmesi imkânsızdır. Ama üşürken en çok ısındığımız anları özleriz. Biz fark ederiz. Geriye kalansa sadece kötü bir oyundur!

Duramadım. (Düş)tük işte!

Burcu Yıldızer

Subscribe
Notify of

0 Comments
oldest
newest most voted
Inline Feedbacks
View all comments