Coşkun Irmak anlatıyor…
“İnsan, hayatta pek çok kötülük yapabilir. Bilerek ya da bilmeyerek… Kimi insan yaptığı kötülüğün cezasını görür, kimi görmez” cümleleriyle tanıtılıyor Değişmenin Aynaları kitabı. Değişmenin Aynaları’nın yazarı Coşkun Irmak. Onu “Öyle Bir Geçer Zaman Ki” dizisinin senaristi olarak da tanıyoruz. Ama yazarlık hayatı aslında televizyondan çok daha eski ve vazgeçilmez. Yeni kitabının ortaçağ döneminde geçen hikayesinin işaret ettiği noktaların bugüne de taşınmasını arzu ettiğini söylüyor Irmak. Belki sadece kitabında değil, yakın tarihimizin unutmayı tercih ettiğimiz bir döneminde geçen dizisinde yapmayı istediği de aslında bu: Geçmiş henüz geçmediğini bize göstermek…
Tabii Sibel Ateş Yengin’le yaptığı röportajda başka şeyler de anlatıyor senarist Coşkun Irmak. Birilerinin kitaplardan niçin korktuğunu, yazının niçin en güçlü silah olduğunu, farklı olana neden tahammül edemediğimizi, şöhreti kitaplarıyla değil bir televizyon dizisi senaryosuyla yakalamasının onu üzüp üzmediğini ve daha birçok şeyi…
Gülenay Börekçi
Öyle bir geçiyor ki zaman…
Kiliselerin tiyatro oyunlarını yasakladığı dönemde geçen Değişmenin Aynaları’nda anlatılanlar günümüzle de paralellik taşıyor diyebilir miyiz? Günümüzde de bazı oyunların yasaklandığını düşünürsek…
Mutlaka paralellik taşıyordur, taşıması gerekir, bunu arzu ettim çünkü. Tarihin özü sosyolojik açıdan sınıf çatışmaları süreciyse; ahlaksal açıdan da özgürlükçülük ve yasakçılık karşıtlığıdır. Fakat bu kavram ve olguların, zeki bir varlık olan insanın elinde ve zihninde kılıktan kılığa girdiği hatta paradoksal bir şekilde birbirinin yerine geçtiği ve bunun da son derece doğal olarak görüldüğü zamanlar da olmuştur ve galiba bu her zaman olmuştur. Çünkü zeki olmak, kötü olmaya engel değil. Günümüz de böyle olduğunu düşünmek için haddinden fazla veriye sahibiz.
Tam da kitapların yayınlanmadan yasaklandığı şu günlerde kitabınızda Peder Pantolone “Kitapta yazılı olan tiyatro oyunu, fıçıda duran şarap gibi zararsızdır. Ama fıçıyı açıp şarabı içmeye gör” diyor. Kitaplardan neden korkulur ki?
Kitaptan korkulmaz. Kitaplar, aslında hiç de tehlikeli değildir. Bunu, bir kitap yanlısı olarak söylemiyorum. Egemen ve yasakçı zihniyetler açısından bakarak söylüyorum. Çünkü kitap, bir anda bütün toplumsal dengeleri değiştirecek bir şey değildir ki? Ayrıca, egemenlerin elinde de kitap yazma olanakları var, hem de âlâsı! Egemenlerin korkusu, kendi ideolojilerinin, kendi yasalarının, kendi ahlaklarının somut ve kalıcı bir şekilde çürütülmesidir. Kitap; internet, televizyon gibi iletişim araçlarının ve teknolojinin olmadığı bir zamanın, kalıcı olan tek gücüdür. Kitaptan korkma refleksi, aslında buna dayanır. Egemenler, gerçeğin ortaya çıkmasından ve kitleselleşmesinden, paylaşılmasından korkar. Pantalone’nin tiyatro oyunu hakkında söyledikleri, aslında gerçekle ilgilidir. Korkulan şey, “gerçek”tir.
Hikayenizin giriş cümlesi de “Dünyanın küçük olduğu zamanlardı” diye başlıyor. Devletler kuruldukça ve dünya büyüdükçe yasaklar ve kurallar da aynı oranda mı artıyor?
Evet, toplumsal yapı karmaşıklaştıkça, yasakların boyutu, çeşidi artıyor. En açık ve özgürlükçü olarak bilinen toplumlarda bile böyle olduğu anlaşılıyor. Dünya büyüdükçe, yasaklar, kurallar artıyor ve en kötüsü, insan yasaklara karşı çıkanlara da güvenemez oluyor; çünkü onlar, yeni yasakları çaktırmadan uygulamanın derdinde olabiliyorlar. Bugün için bu tehlike çok fazla.
“Yazar fetişizminden kaçınmak gerek”
Peder Pantolone, yazarların korkulacak insanlar olduğunu ve yazının büyük bir silah olduğunu söylüyor. Bir yazar olarak buna cevabınız ne olur?
Yazı ve yazar fetişizminden kaçınmak gerek. Ya da Pantalone’nin bütün yazıları ve yazarları kastetmediğini söylemek zorundayız. Egemen sınıfın hizmetkârı olan yazılardan ve yazarlardan; egemen sınıflara karşı olanlar korksunlar. Ya da, onlara karşı dikkatli olsunlar, bu anlamda söylüyorum. Egemen sınıflara gelince, onlara hizmet etmeyen yazılar ve yazarlar, onlar adına korkutucudur gerçekten. İlla kitap yazmaları, ortalığı alevlendirmeleri filan gerekmez. Hatta bunların hakkından gelmek daha kolaydır. Toplarsınız, yakarsınız, içeri atarsınız… Bir de sessiz sedasız yazanlar vardır. Ya da, yazdığı zamanlarda gözden kaçanlar. Gerçeği biriktiren, kayıt altına alanlardır bunlar. Bir gün, bir bakarsınız, damlaya damlaya göl olmuş…
Kitabınızda “Yok olmanın iki yolu vardır; biri doğmamış olmak diğeri de doğmuşsan farksız olmak” diyorsunuz. Farklı olma tanımınız nedir?
Bunun her zaman ve durum için geçerli olan bir tarifi yok. Alışılmış olanın içine yerleştiğiniz zaman, arada kaybolur, kaynar gidersiniz. Böyle yapmazsanız, farklı olursunuz. Doğmamış olmak, mutlak yokluktur. Doğduktan, var olduktan sonra alışılmışlığın içine sızarak ve onunla uyum sağlayarak yaşamak anlamındaki yok olmak; mutlak bir bilinç ya da mutlak bir bilinçsizlik gerektirir. İkisinin arası yoktur bu durumda.
“Diziyi yazmak çok keyifliydi”
Tiyatro oyunları, öyküler yazarken şimdi de ‘Öyle Bir Geçer Zaman ki’ dizisinin senaristliğini de yapıyorsunuz. Hepsinin yolu yazmadan geçse de siz en çok hangi türü yazarken keyif alıyorsunuz?
Yazının türü değil, yazıya konu olanın doyurucu olması önemli. Yazdığım şey bana keşif duygusu ve heyecanı yaşatıyorsa, okuyana, seyredene de bunu yaşatacağını hissediyorsam keyif alırım. Yazdıklarımın karşı tarafa ulaşma garantisi ne kadar fazlaysa, keşif heyecanının tersi olarak, bilmenin getirdiği rahatlığı, bundan kaynaklanan ferahlığı da yaşarım. Okuyucuya ya da seyirciye ulaşması kuşkulu bir şaheser yerine, ulaşması garanti orta halli bir yazı yazmayı tercih ederim. Şu sıralar, profesyonel anlamda en çok keyif aldığım, “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”yi yazmak.
Diziler milyonlara ulaşırken kitap okuma oranı ve okuyucu kitlesi oldukça düşük, hâl böyle olunca hikayeler yazmaya küstüğünüz oluyor mu?
Bir hikaye yazacağım ve kitleler ayaklanacak ya da bir tiyatro oyunu yazacağım ve kapılar kırılacak diye oturmuşsanız yazı yazmaya, derhal oturduğunuz yerden kalkmak önce sizin yararınızadır. Yaşadığı ülkenin toplumsal gerçekliklerini bilmek, her yazar için ön şart olmalı. Diziler, popüler kültür ürünüdür ve çerçevesi budur. Televizyon her eve giriyor. Kolaylık, rahatlık, popüler kültürün temel ögelerindendir. Kitap alıp okuyana kadar, dizi seyretmek elbette daha kolaydır. Bu duruma küsmenin anlamı yok. Gerçek, bu. Yollar bozuk diye yürümeye küsüyor muyuz? Farkı yok.
Yazdığınız hikayeler, tiyatro oyunları ve aldığınız birçok ödül varken bir dizinin senaristliğini yapmaya başladıktan sonra tanınmanız hakkında ne söylemek istersiniz?
Beni oyun yazarı olarak tanıyanlar, yine tanıyorlar. ‘Öyle Bir Geçer Zaman Ki’nin senaristi olarak tanıyanlar da, başka bir kategoride, yeni tanımış oldular. Her iki durum da, beni var oluşum bakımından ilgilendirmiyor. Yazdığım ya da yönettiğim oyunlar yüzünden bana ödül verenler beni ne kadar tanıyorlardı ki? İşin bu tarafıyla hiç ilgilenmiyorum.
Dizinin hikayesi yaşamınızdan izler taşıyor mu?
Yalnızca “Öyle Bir Geçer Zaman Ki”de değil, bugüne kadar yazdığım her yazıda, yönettiğim her oyunda bilinç düzeyinde ya da bilinçaltı olarak hayatımdan izler vardır. Böyle olmasından büyük keyif alıyorum. Bana ummadık anlarda ummadık sürprizler yaşatıyorlar. Bir yerde kullandığım bir küçük ayrıntı, benim bile üzerinde durmadığım bir nokta, başka biri tarafından görülüyor, değerlendiriliyor bazen.
Yazmaya başlamanın en iyi yolu bildiğiniz yoldan gitmektir düşüncesine katılır mısınız?
Yazmaya başlamanın en iyi yolu bildiğiniz yoldan gitmektir düşüncesi ilk anda doğru gibi görünse de, bence yanıltıcı. Bildiğiniz yolu ne kadar yaşadığınız da önemli. Peşinden, şu soru gelir bence: “Yaşadığın hayatın ne kadarı pür olarak ve yalnızca senin?” Bu, aslında, durmaksızın çatallanan ve duvarları aynalarla bezeli bir labirentte yürümek. Bence yazmaya başlamanın en iyi yolu, ötesini berisini düşünmeden, yazmaya başlamak. Eğer yazar olacaksanız, çok düşüneceksiniz demektir zaten.
Sibel Ateş Yengin
Subscribe
0 Comments
oldest