Ada romanlarından insan manzaraları
Bu yazıda çevirmen yazar Akşit Göktürk kılavuzluğunda Robinson Crusoe’yu ziyaret ediyor, oradan Hay bin Yakzan’a ve Fazıl bin Natık’a geçiyoruz. Finlandiyalı ressam-yazar Tove Jansson’un Yaz Kitabı’nı, Jean Rhys’ın Geniş, Geniş Bir Deniz’ini, William Golding’in Sineklerin Tanrısı’nı, Agatha Christie’nin adına hâlâ tam alışamadığım On Kişiydiler’ini dolaşıyoruz sonra. Bitirirken de Mavi Yunuslar Adası’na uğruyoruz.
Tove Jansson’un eserlerinden ve fotoğraflarından bir seçki
Robinson Crusoe
Ada romanlarından insan manzaraları
Görünüşe göre adalar edebiyatta önemli bir yer tutuyor. Salt şahane manzara betimlemeleri yüzünden değil. Evet, o da var kuşkusuz ve bazı okurlar seviyor böyle manzaralı adaları, manzaralı romanları. Ama esas sebep kesinlikle o değil. Adalar bizim dünyamızdan hem keskin çizgilerle ayrılıyorlar hem de bir süre sonra onun birer benzeri hatta mikro birer tekrarı olduklarını fark ediyorsunuz. Yani bir yazar için hem uzak bir iklimi, başka bir coğrafyayı keşif anlamına geliyor hem de yaşadığı topluma yabancılaşmanın, gerekirse alaya almanın ya da eleştirmenin bir yolu oluyor. Doktor Moreau’nun Adası ya da Sineklerin Tanrısı gibi romanlara göz atın, gerekirse Shakespeare’e ve onun harikulade Fırtına’sına uçun, fark etmez. Ada, yazara ve okura “ne bu dünyanın içinde ne de büsbütün dışında bir hayat imkânı” sunuyor. Bunu daha iyi anlamak için dilerseniz Robinson Crusoe romanını ziyaret edebilir ve Daniel Defoe’nun yüksekçe bir tepeye tırmanana dek bulunduğu yerin dört bir yanı sularla çevrili bir ada olduğunu fark etmeyen karakterinin yaşadığı o ilk dehşet ânının mükemmelliğini de hatırlayabilirsiniz.
17. yüzyılda yaşamış İngiliz romancı Daniel Defoe, Yorklu Denizci Robinson Crusoe’nun Yaşamı ve Olağanüstü Şaşırtıcı Serüvenleri’ni 1719 yılında, nice çabalardan sonra yayımlatabilmişti. Gazetecilikten gelme, altmışına merdiven dayamış bir yazarın, serüven öykücülüğünde ilk deneyiydi Robinson Crusoe. Londra’nın o günkü belli başlı yayınevlerinden çoğu geri çevirmişti Defoe’nun yapıtını. Ama 1719 yılının Nisan’ında yayımlanan roman, Ağustos’ta dördüncü basıma ulaştı ve bu dört aylık süre içinde satışı seksen bin oldu. O günlerde hiçbir kitabın kolay kolay ulaşamayacağı bir sayıydı bu. (Robinson Crusoe, YKY)
Tove Jansonn’un adası
Yukarıda Robinson’un yaşadığı o “dehşet ânının mükemmelliği”nden bahsettim ama orada takılıp kalmayalım. Modern zamanların edebiyatçılarından Tove Jansson’un Yaz Kitabı’nda mesela tersine bir mükemmellik söz konusu. Düşle gerçeğin iç içe geçtiği bu harika romanı Tove Jansson 1972’de, annesinin ölümünden sonra yazmış. Kartpostal güzelliğindeki Klovharu adasındaki hayatın anlatıldığı kitapta karakterler kendilerini anakaradan uzaklaştıkları, koptukları ölçüde mutlu hissediyorlar. (Yazarın çok uzun yıllar boyunca Klovharu adasında yaşadığını unutmayalım.) Romanda adanın sakinliğini, dinginliğini ve başkalığını her seferinde büyülenerek izleyen karakterler, tüm bu leziz aylaklık halinde kendi iç dünyalarına dalma olanağı da buluyorlar. Dolayısıyla Robinson Crusoe’nun aksine onların travması adada değil, dönüş yolunda başlıyor.
Karakterler dediysem üç kişiler sadece; Sophia, babası ve babaannesi. Hikaye şöyle: Küçük Sophia’nın hayatında hayatında bazen annesinin yerine de koyduğu babaannesi var sadece. İlerleyen yaşına ve güçsüz bacaklarına rağmen torununu hiç yalnız bırakmayan hoş sohbet, ilgili, hayal dünyası adanın etrafında uzanan denizler kadar sonsuz, özgürlükçü, elinden kitap düşmeyen ve anılarını torununa her biri çok güzel birer masalmış gibi aktaran eşsiz bir babaanne… Birbirlerine hiç benzememelerine hatta çoğu konuda zıtlaşmalarına rağmen Sophia babaannesinden çok şey öğreniyor o yaz. (Yaz Kitabı, Ayrıntı Yayınları)
Tove’nin kitabı cennete benzer bir adayı anlatıyor. neticede romanın yazıldığı tarihten birkaç yüzyıl öncesinde büyük olan dünya, küçük olansa adalardı. O yüzden roman karakterleri bir adaya çıktıklarında kendilerini hapishanede gibi hissediyorlardı. Ulaşım olanaklarının artmasıyla tabii artık ne dünya eskisi kadar büyük ne de adalar erişilmez. Savaşlar, endüstriyel felaketler sebebiyle dünya güvenli bir yer de değil artık. Bu yüzden adalar kalabalıktan, gürültüden, şehir hayatının keşmekeşinden kaçmak, kendilerine yeni hikayeler yaratmak isteyenlerin ilk sığınağı olabiliyor.
(Çok uzaklara gitmeye gerek yok, bu satırların yazarı olan ben mesela böyle bir ada sığınağı buldum kendime, orasının da insan denen varlık tarafından eninde sonunda bozulacağını bilsem de.)
Ama biz Crusoe’ya ve adasına dönelim…
Crusoe’nun ilham kaynakları
Derler ki, Defoe’nun bir ilham kaynağı varmış, anlatayım. Fakat bunun için çok çok gerilere gitmemiz gerekiyor. 9’uncu yüzyılda İbn Sina’nın yazdığı bir mesel, 12’inci yüzyılda, Endülüslü düşünür İbn Tufeyl tarafından Hay bin Yakzan adıyla yeniden yazılıyor. (Hay bin Yakzan, Yapı Kredi Yayınları)
Ama durun, ilham kaynağı bu değil. “Esrarü’l-Hikmeti’l-Meşrikiye” alt başlığını taşıyan ve ıssız bir adaya düşen genç adamın kendi kendini eğiterek orada bir medeniyet kurmasını anlatan kitap, 13’üncü yüzyılda Arap âlimi İbn Nefis’e ilham veriyor ve ortaya Fazıl bin Natık çıkıyor. (Fazıl bin Natık, İnsan Yayınları)
Eh, sonrası malum… 14’üncü yüzyıldan itibaren Batı dillerine çevrilmeye başlayan bu iki kitap, Francis Bacon, Baruch Spinoza, Thomas More gibi düşünürlere ilham veriyor.
Sadece geleyim: 18’inci yüzyılda İngiliz gazeteci Daniel Defoe, bilimkurgu denecek birtakım unsurları çıkarıp hikâyeyi farklı bir şekle dönüştürerek modern anlamda ilk roman sayılan Robinson Crusoe’yu yazıyor.
Tove Jansson’ın gözünden, fırçasından ada
Edebiyatta ada kavramı
Üniversitede hocam olan Akşit Göktürk’ün Ada adlı benzersiz kitabına göre düş gücünün buluşları ya da bilincin çağrışımlarıyla yoğun anlamlar kazanan adalar, edebiyatta bazen mutlu bir yalnızlığın mekanı ya da örnek bir toplumun toprağı, bazen tehlikelerle ve gizemlerle dolu tekinsiz yerler, bazen de büyük serüvenlerin, sıkıntıların, iç çatışmaların yaşandığı ıssız ve uzak diyarlar olmuş. Metne bir göz atalım…
“Engin denizlerde, dünyanın gürültüsünden patırtısından, gündelik tasalarından uzak, günlük güneşlik bir adada yaşamayı, çocukluğunda, gençliğinde ya da yaşlılığında gönlünden geçirmemiş, düşsel bir adanın şiiriyle büyülenmemiş insan var mıdır? Çizdiği dünya haritasının uygun bir yerine, karısının gül hatırı için bir ada konduruveren on altıncı yüzyıl ressamı, davranışıyla bu gerçeğe ne güzel bir örnek verir, insanın bu evrensel özlemini ne büyük bir anlayışla karşılar. Kim bilir, belki haritanın başka bir köşesine de kendisi için bir ada koymuştur o ressam!
İnsanoğlu yüzyıllardan beri, mutluluk, dirlik düzenlik, ölümsüzlük yönündeki özlemlerini çoğunlukla uzak bir ada görüntüsüyle birleştirerek dile getirmeyi seçmiş, günlük yaşamının katı gerçekliğinden bunaldıkça, gönlündeki adanın mutlu yalnızlığına sığınmış. İnsanın gönlünde yatan bu eğilim, ‘yazın’ da en zengin kaynaklarından biri olmuş. İlkçağ’da, Orta Çağ’da zaman zaman yeryüzü cenneti pırıl pırıl bir ada olarak düşünülmüş. Sonra More, Campanella, Bacon gibi düşünürler, toplumlarının düzeniyle yetinmeyerek, özlemini duydukları örnek toplumu açık denizler ortasında birer düşsel adada kurmuşlar. Sancho Pansa bile Don Quijote’nin ardında, efendisinin bir gün kendisine güzel bir ada bağışlayacağı umuduyla dolaşmış.” (Ada, Yapı Kredi Yayınları)
Birkaç güzel ada romanı
En sevdiğim yazarlardan Jean Rhys’ın çok sevdiğim romanı Geniş, Geniş Bir Deniz, Jane Eyre’de bir tavanarasına hapsedilip orada kilit altında tutulan “deli kadın”ı anlamaya, önemsemeye, onun yanında durmaya davet ediyor okurlarını. Sorular sorduruyor bize: Kim bu kadın? Neden tavan arasında ve neden kilit altında tutuluyor? Deli deniyor ona ama gerçekten öyle mi? Hem öyleyse bile acaba neden delirmiş? Günümüzde çok popüler olan yeniden yazımların ilk ve en başarılı örneklerinden biri. (Geniş Geniş Bir Deniz, Can Yayınları)
İyi ile kötünün, yabanıl hayat ile medeniyetin, düzen ile kaosun çatışmasını anlatan Sineklerin Tanrısı, William Golding’in en önemli eserlerinden. Yazarın Nobel kazanmasıyla beraber büyük üne kavuşan bu roman, ıssız ada deneyimini bambaşka bir yönden ele alıyor, davranışlara ve karakter analizlerine odaklanıyor, insanlığın en masum temsilcileri olan çocukların bile kendilerini amansız bir hayatta kalma mücadelesi içinde bulduklarında ne kadar vahşileşebileceklerini göz önüne seriyor. Eleştirmen ve edebiyat tarihçisi Mîna Urgan’dan alıntılarsak: “Sineklerin Tanrısı’nda gördüğümüz ıssız ada yeryüzünün cennetlerinden biridir. Çocuklar bu adanın, Mercan Adası romanına çok benzediğini söylerler. Ne var ki başlangıçta bunu hiç sezinlemediğimiz halde, atom çağının çocukları, bu güzelim adayı her açıdan bir cehenneme çevireceklerdir.” (Sineklerin Tanrısı, İş Kültür Yayınları)
On Kişiydiler, Agatha Christie’nin Roger Ackroyd Cinayeti’nden sonra yazdığı en önemli roman herhalde. Yıllar önce On Küçük Zenci adıyla basılmıştı. Zamanla yayıncılar siyaseten doğruluk ilkesi gereğince “zenci” kelimesini kullanmamak gerektiği kanaatine vararak adını değiştirdiler. Böylece romana adını veren çok eski çocuk şarkısını da unutturmuş oldular. İtiraf edeyim; bu küçük değişiklikleri şahsen hiç onaylamıyorum çünkü kitapların günümüzü değil yazıldıkları dönemleri temsil ettiğini düşünüyorum. Elbette günümüze uyacak ayrıntılar bulabiliriz onlarda ama yazarın kararlarını değiştirebilir miyiz, doğrusu kuşkuluyum. (On Kişiydiler, Altın Kitaplar)
Kız Robenson ve Mavi Yunuslar Adası
Yıllar önce çocukluk kitaplarımın peşine düşmüş, bunun hikayesini de blogumda yazmıştım. O kitaplar içinde benim için en önemlisi Kız Robenson’du. İlk okuduğum kitaptı bir kere. Haydi ilk okuduğum gerçek kitap diyelim. Üstelik kendi kendime öğrenmiştim okumayı ve böylece annemin her gece bana okuduğu Ayşegül’lerden özgürleşip doğrudan romanlara atlamıştım. Karana adlı küçük bir kızın ıssız adada bir başına geçirdiği yılları anlatıyordu kitap ve çok ama çok güzeldi.
Birkaç yıl önce çocukluk kitaplarımın peşine düşmüştüm ama bu kitabın adını bile hatırlamıyordum. Hikayesini Google’a “Issız bir adada tek başına kalan kız sağ kalmayı başarıyor ve aradan geçen yıllarda türlü maceralar yaşıyor. Önce avlanmayı öğreniyor, sonra kendine yeni bir ev inşa ediyor, kıyafetlerini bile kendi yapıyor,” gibi cümleler yazarak arattım ve sonunda buldum. Yazarı Scott O’Dell olan kitabın orijinal adı The Island of Blue Dolphins’miş, Newberry Ödülü bile kazanmış. Sonra da Epsilon Yayınları onu Mavi Yunuslar Adası olarak yeniden basmış, oleyyy!
Ama ben bu Mavi Yunuslar Adası’yla yetinmedim tabii ve Milliyet Çocuk Kitapları serisinden çıkan mavi ciltli minik versiyonu da buldum. Benim kitabımı yani. kendisi halihazırda kitaplığımın en kıymetlilerinden olabilir. (Mavi Yunuslar Adası, Epsilon Yayınları)
Gülenay Börekçi
Subscribe
0 Comments
oldest