Ah bilmezsiniz, orada ne hikâyeler yaşanmıştı…
Posted by gülenay börekçi on August 23, 2011 · 6 Comments
İstanbul Hikayeleri’nin Şehrazat’ı diyorum ben Emine Çaykara’ya. Bir farkla ki, o dinleyicisini tatlı tatlı masallar anlatarak uyutmak yerine gözlerini açıp ayıltmak için yazıyor hikayelerini. Bu yazı da öyle… Önce tarihimizi, kültürel zenginliklerimizi değil şekerleme kıvamındaki pembe televizyon dizilerimizin nerelerde, nasıl çekildiğini öğrenmek isteyen Arap turistlere feda ettiğimiz nihayetinde de bir butik otele dönüştürmeyi uygun bulduğumuz tarihî Abud Yalısı’nın başına gelenlerden yola çıkarak, geçmişimizi unutmak ve unutturmak için neler yaptığımızı anlatıyor.
Halbuki gene Emine Çaykara’nın yazdığı ve son yılların en müthiş yapıtlarından biri olan Melek Annem ve Ben adlı kitabı okuyanlar bilirler zaten; Abud Yalısı’nda, Gümüş, Kurtlar Vadisi ya da Lale Devri gibi dizilerin senaristlerinin kolay kolay hayal edemeyeceği nice hadiseler yaşanmıştı. Üstelik o yalıda boy gösteren yıldızlar da daha parlaktı, Zeki Müren’den Türkan Şoray, Müjde Ar ve Fatma Girik’e… (Bir yönetmenimiz çıksa da Melek Annem ve Ben’i, yani o yalıda hakikaten yaşananları sinemaya uyarlamayı akıl etse! Bu Bergmanvâri filmi bekliyorum ben hâlâ…)
Ama şimdilik bu yazıyı okuyun.
Ah bilmezsiniz, orada ne hikâyeler yaşanmıştı…
Üç yıl önce bir sabah, gözlerimi yeni açmış ve haberlere bakarken içim burkulmuştu. Bir haber geçiyordu, yüzyıllar öncesinin izlerini taşıyan, içinde ne hayatlar yaşanmış bir yalı 4 ayı aşkın bir sürede 8 bin turist ağırlamıştı, başta Arap turistler olmak üzere insanlar bu yalıya gelmiş ve dizi kahramanlarının koltuklarına oturarak poz vermiş, dizinin karakteri filanca hanımın kırmızı bavulunu aramış, yatak odalarını ziyaret etmişti. Akın sürüyordu… Gelenler çok mutluydu. Buraya turlar düzenleyen turizmci Cem Polatoğlu, daha da mutluydu. Tarihi yalının bir zamanlar güller, sümbüller, ıhlamur ağaçlarıyla dolu bahçesi Türk bayrakları, çeşitli kalabalık flamalarla panayır yeri gibiydi. Ekrana bakakaldım… Yalının içine dizilmiş masaların üzerinde kutular vardı; dizi kahramanlarının resimlerini taşıyan, üzeri alelacele bağlanmış uyduruk fiyonklarla süslü ve içinde artık çikolata mı lokum mu olduğunu bilemediğim kutular kapış kapış satılıyordu. Turistlerin açıklamalarına göre, bu dizideki karakterleri ve diziyi o kadar sevmişlerdi ki oynadığı saatte adeta hayat duruyor, çocuklar bile uyumuyor, ille de bu diziyi izliyorlardı. Dizinin adı Gümüş’tü, çekildiği yerse Kandilli’deki Abud Efendi Yalısı…
Hayat tuhaftı, biliyordum ama sanki Türkiye’de tuhaflıklar daha da mı biçim değiştiriyordu? Diziye inat benim gözümün önünden yalının gerçek kahramanları geçmeye başlamıştı. Elimde değil… Japonya’ya kadar ticaret yapmış, Osmanlı’nın son dönemini simgeleyen tüccar Abud Efendi’nin kızı Belkıs ile konuşmalarının geçtiği salonu aramaya koyuldum. Babası “Kaşlarını güve mi yedi kızım?” deyince ne de utanmıştı o salonda. Daha geriye gidip Abud Efendi’nin yalıyı Baron de Vandoeuvre’den satın aldığı günkü hali düşmüştü aklıma; 1900’lerin başında kızının ölümüyle 24 odalı yalının içini simsiyah saten kumaşlarla kaplatmış, içinde bir süre böyle matem tutmuş ve sonra satışa sunmuştu Fransız Baron… Abud Efendi’nin karısına sürpriz yapıp bu yalıyı alışını, kızı Belkıs’ın yan yalıdaki piyanistin notalarından yükselen sesler aracılığıyla hiç yüzünü görmediği bu kişiye çocukça aşkını, sonra zorla Abdülhamid’in baş katibi Süreyya Paşa’nın oğluyla evlendirilişini, tahteravanla/harem ağalarıyla gelin olarak çıkışını, günlerce ağlayışını… ‘İnce hastalığa tutulup’ yalıdan Avrupa’ya ‘hava değişimine’ yola çıkışını… Mehmed Abud’un doğuşunu, kışın Suriye Pasajı’ndaki eve, yazın buraya göçlerini, yalının önünden kayıkla geçen dondurma ve su satan satıcıları… Çocukların neşe çığlıkları atarak denize girmelerini… Her ay bir gece çocukların kendi çıkardıkları dergiyi, Meclis’i Çocukan’ı yalı eşrafına okumalarını… Çocukların büyüklere isimler takışını, kikirdeşmelerini düşünerek gülümsemiştim: “Kokodan bana da verir misin?”
Yalının içi karakter doluydu, neredeyse her odasından yükselen fısıldaşmalar Gümüş’ü de, bugünün tuhaflığını da bastırıp küt diye karşıma çıkmıştı… Sevinçler, hüzünler, İstanbul’un kurtuluşunun kutlamaları, opera geceleri, birbirinden renkli sahici hikâyeler iç içe geçmişti işte… Hem bir zamanlar Sinekli Bakkal, Hep O Şarkı, Paşa’nın Kızı, Sürgünden Geliyorum, Katır Tırnağı, Yolcu, Şıpsevdi filmleri aile eşrafı içinde yaşarken bu yalının bahçesinde, birkaç salonunda çekilmişti. Hatta ilk versiyonuyla herkesi ekrana bağlayan meşhur Aşkı-Memnu dizisinin o zamanki Bihter’i Müjde Ar, seksi korsesiyle yalının kanapelerinden birine rol icabı şöyle bir uzanıvermişti.
Evet, biliyorum, yalı ismini korusa da artık Abud Efendi’ye ait değil, 80’lerde el değiştirdi, en önemli karakterler birer birer öbür dünyaya göç ettikten sonra satıldı, yeni sahibi İsmail Özdoyuran eşiyle buraya yerleşti… Evet, artık farklı bir dönemdeyiz, tv, görsellik insanları büyülüyor, sersemleştiriyor, popüler kültür ite kaka her şeyin önüne geçmeye çalışıyor. Ama her şey bu kadar kolay mı unutulmalı? Tarihi bir yalının bize söyleyeceği hiçbir şey yok mu? Görmezden gelmek en büyük saygısızlık değil mi? Bu eski eşyalar ve bu duvar resimleri nereden geldi diye sormaz mı insanlar? Yoksa burayı da mı bir dizi dekoru sanırlar?
Hezeyan halinde üç yıl önce bunları karalarken duraksayıp, gördüklerimi unutmak istercesine gözlerimi kapamış ve rahmetli Mehmed Abud’un Chopin’in Nocturne’ünü çalarken tatlı tatlı ve hafif müstehzi bakışıyla bana ‘onlar Gümüş’ün kırmızı bavulunu arıyorlar, şaka mı yapıyorsun sen’ deyişini duymuştum. Gümüş’ün bavulu aradan geçen zamanda başka ülkelere de taşındı ve dizinin etkisi artarak devam etti. Tabii ki başka çekimlerin mekânı haline de geldi. Ve bu arada yeni sahipleri de hayata veda etti.
Geçen haftalarda ajanslardan şöyle bir haber geçti:: “Türkiye’de Gümüş başta olmak üzere, Kurtlar Vadisi ve Lale Devri gibi dizilere çekim mekânı olan yalı, özellikle Arap ülkelerinde de çok sevilen Gümüş dizisi sayesinde Arap turistlerin de uğrak mekânı haline gelmişti. Hatta o dönem Gümüş dizisinin yayımladığı Arap ülkelerinden gelen turistler İstanbul’a geldiklerinde ilk iş olarak yalıyı ziyaret ediyorlardı. Yalıyı çekim zamanlarının dışında iki aylığına kiralayan bir turizmci Arap turistlere kişi başı 50 dolarla yalıyı gezdiriyordu. Yalıyı uzun süreli olarak kiralayan ve butik otele dönüştürecek olan Kervansaray Otel Zinciri’nin de İstanbul’a olan Arap turist ilgisinden hareket ettiği belirtiliyor. ”
Yine düşüncelere daldım. Nostalji değil bu ama eskiden her şeyin bir duygusu vardı sanki… Bilirsiniz, duygular ölmez, sadece silikleşir, bir yerlere saklanır, geçiştirilir ama bir şekilde ortamını bulduğunda hemen canlanıverir. Kel alaka demeyin, zamanın yavaş aktığı dönemlerde arabaların bile bir duygusu, bir anlamı vardı. İsimler takılırdı arabalara, bırakın o kıvrımlarındaki güzelliği, renkleri bile bir başkaydı. Sonra binalar da, evler de sizinle hemen duygu alışverişine girer –ben hâlâ onlarla konuşurum-, saygı ve sevgi ilişkisi içinde sizi kendine bağlardı. Bu yavaşlığa övgü döneminde onlara sadece bakmaz, görür ve hissederdiniz de… Bugün acaba kaç kişi Boğaz’dan geçerken yalılardaki eski günleri, oradaki yaşamı hayal ediyor? Yok ettiğimiz, unuttuğumuz, bize hatırlatılmayan geçmiş günlerle, hatta İstanbul’un ruhuyla kaç kişi ilişki kurabiliyor? Ve belki de en önemlisi bu kentin ruhunun özünü oluşturan mistik dünyayı ne kadar duyabiliyor?
Mistik deyince aklıma geldi; Çırağan sarayıyla ilgili bir araştırmamda sarayın kötü talihinin, inşaatına girişen Sultan II. Mahmud’un, hemen yakınındaki ünlü Beşiktaş Mevlevi Dergâhı’nı inşaata katması, evliya mezarlarını mahzene almasıyla başladığını ve bundan sonra başının bir türlü beladan kurtulamadığını öğrenmiştim. Münevver Ayaşlı’nın Der-i Saadet kitabında belirttiği gibi olabilir miydi? ‘Mevlevi dergâhını yıkan ve evliya mezarlarını mahzene alan sarayda, sahibi padişah oturamamış, önce onu yaptıran, sonra eski bir padişah olan ömür çürütmüş, en sonunda da koca bina tutuşarak, dipteki kabirler temiz havaya ve gün ışığına kavuşmuştu’.” Aman ha diyorum: Abud Yalısı, I. Derece tarihi eser kapsamında ve Balyan Ailesi’nin eli değmiş, tipik bir Osmanlı mimarisi örneği; çok değerli bu yüzden. Yalıyı çok iyi bilen Ahmet Kunt, ortada sofası, arkada sırtını verdiği koruluğu –eskiden yalıların arka taraflarındaki yeşil alanlar yalı sahiplerine aitti, buralarda çamaşır kurutur, yıkar, toplanır, ağaçların gölgeliğine sığınır, sohbet ederlerdi–ve önünde deniz görüşüyle ‘karnıyarık sistemi’ denilen bu yapının bu Abud Yalısı’nda değiştirildiğini söylüyor. Balyan, sofayı ikiye bölmüş ve ters birleştirmiş. Haremlik ve selamlık merdivenleri sırtsırta gelmiş ve bu yeni değişimle karnıyarık sisteminin yanısıra yalı iki yana, Kont Ostrorog Yalısı ile İsmail Paşa Yalısı’na da bakar olmuş.ana hoşlanmadığı cümleleri, duymak istemediklerini bir güzel unutturur ve bazen pat diye hatırlatır da; yalıyı 80’lerde satın alan aile, ne de pazarlık yapmıştı içindeki eşyaları da dahil etmek için… Ne sandıklar kalmıştı ne koltuklar… Çaresizken teslim olursunuz, nitekim aile yadigârları eşyalar bile bu pazarlığa dahil edilmişti. Bu arada bu pazarlıklar ve satış sonrası ‘yenilemeye’ girişilmiş ve yeni sahibi yalıda bayağı değişiklik yapmıştı. Güzelliği anlata anlata bitirilemeyen arka bahçesi mesela dümdüz edilip mermerle kaplanmıştı. Tarihi bitkilerin hepsi kaldırılarak tabii… Hatta bu sıradaki çalışmada Bizans dönemine ait kemikler de çıkmış ve bunlar da o dönemin tanıklarının aktardığına göre çöpe atılmıştı! Biraz ne satın aldığının farkında olmasa gerek, yalının alt katına, bodruma bar, taverna tipi bir bölüm de yaptırmak istemişti. Yaptırdı mı bilemem ama dizi çekimlerine açılana kadar o dev yalıda yaşayan ne eşi ne kendisi pek huzur bulmamıştı. Hatta çocukları nedense buraya geldiklerinde kendilerini iyi hissetmediklerini bizzat söylemişlerdi. Dedim ya, burası gizemli, mistik bir şehir. Öyle arsızlık, terbiyesizlik kaldırmaz. Kervansaray butik otelinin Abud Yalısı’nın tarihinde yeni bir sayfa açacağı kesin ve ben bu yeni sayfanın eski ruhları huzura kavuşturacağına inanmak istiyorum. Çok mu safım acaba? Ah bilmezsiniz, orada ne hikâyeler yaşanmıştı…
Emine Çaykara
Bunlar da ilginizi çekebilir :
Resmen içim cız ederek okudum. Bugünlerde en ufak şeylerden bile gözüm doluyor. Ya da duyarlılık katsayım gittikçe yükselmeye başladı. Ama ne olursa olsun böyle harika kültür miraslarının bir hiç uğruna heba edilmesine içim elvermiyor. Kendime de bazen kızmıyor değilim. Ama her bilgiye yetişmek mümkün olmadığı gibi her an her şey de öğrenilmiyor. Bu siteyi sevmemin nedenlerinden birisi de o arkeolojiden, sanata, edebiyata, tarihe her şeyi içinde barındırıyor. Ruhun ivmesini yükseltecek şeyler yani.
Emine Hanım çok güzel bir yazıydı. Biraz ağlattı ama olsun. Hâlâ yaşam belirtisi gösterebilmek güzel. :)
Sevgiler.
Sevgili Burcu, bazen böyle oluyor, tanışırsak nedenini anlatırım:) katsayı artıyor da artıyor… Beğendiğine sevindim. Ağlattığıma üzüldüm ama bir arkadaşımın (Ahmet Savaş Özpınar) dediği gibi kalbinin merhamet çeşmesinin kurumamış olması iyi bir şey bence. Haklısın, hâlâ yaşam belirtisi gösterebilmekse çok güzel… Sevgiler…
Ellerine sağlık Emine Çaykara.
Ben ki, üniversite yıllarımda en fazla birkaç yıllığına kaldığım basit öğrenci evlerinin bırak içini görmeyi, sokağından geçtiğimde bile hüzünlenirim. O yüzden yukarıda anlattıklarının bende bıraktığı etkiyi var sen tahmin et…
Tekrar teşekkürler…
Mehmet Kara
Teşekkür ederim, insanız, duygularımızı kaybetmemek ve hatırlamak güzel evet bu ülkede çoğu zaman çok hüzün verici de ne yazık ki…
gerçekten çok güzel… kitabınızı daha okumadım ama merak ediyorum… malasef bizler değerlerimize sahip çıkmıyoruz hoyratça yaşıyoruz. fakat inanıyorun ki birileri emek verdikçe olacaktır o eski ruhlarda canlanacak ve huzura kavuşacaklardır… Ellerinize sağlık çok manidardı ve kalbimde buruk bir tat bıraktı :(
demişsiniz ya Emine hanım “ah bilmezsiniz, orada ne hikâyeler yaşanmıştı…” bilmeyi çok isterdim…
Emine’nin melek annem ve ben adlı kitabını muhakkak okuyun. orada o hikayelere biraz yaklaştığınızı hissedeceksiniz…