Egoist okur

Yeni bir ülkeye, yeni bir dile ve yeni kitaplara alışmak

ON8’den çıkan Çıplaklar’ın yazarı Iva Procházková’nın bir röportajından parçalar. Bir bölümde, zamanında siyasi sebeplerle ülkesini terk ettiğinde kitaplarından da ayrılmak zorunda kalışını ve bunun sonradan ona nasıl bir özgürlük alanı açtığını anlatıyor. Kitaplarından ayrılamayacağını düşünen benim için bunu okumak bir parça ürkütücü ama yine de enteresan bir deneyim oldu, size de tavsiye ederim.

Gülenay Börekçi

ciplaklar egoistokur on8

“Ah, kitaplarım beni kimbilir ne kadar özlüyordur”

Prag’da hep çok büyük bir kitaplığımız olmuştu. Önce babamın evinde, sonra kocamla yaşadığım evde… Çeklere özgü bir şeydir bu. İnsanlar dairelerinde çok kitaplı, büyük bir kütüphane olması gerektiğini düşünürler. Bir dayanak gibidir. Buna ben de inanmıştım. Avusturya’ya giderken, tabii ki gizlice uçtuğumuzdan, dikkat çekmemek için yanımıza çok fazla eşya alamadık. Kitaplarımız da Prag’da kaldı. Kendi kendime şöyle dedim: “Ahh, kitaplarım beni özlüyorlar!”

Avusturya’da önce Almanca öğrenmek, sonra ortamı keşfetmek zorundaydım. Yeni arkadaşlar hatta yeni kitaplar arıyordum. Ama hepsi Almanca konuşuyordu. Karşımda yepyeni güdüler, sözcükler, fikirler vardı… Sonraları, halk kütüphanelerinin gayet iyi çalıştığını keşfettim. Bir de şunu: Sürekli olarak yer değiştirmek zorundaysanız, çok şeyi kaybetmeyi göze almanız gerekir. O zaman farkına varıyorsunuz ki kederinizin, sıla özleminizin asıl sebebi elinizde tutmak istediklerinizmiş. Eğer onlardan vazgeçebiliyorsanız, özgürsünüz. Ben öyle yaptım. Başlangıçta şunu sordum kendime: Acaba başka bir kültürün başka geleneklere sahip insanlarına yazmayı başarabilecek miyim? Sonrasında fark ettim ki, kendinizi akışa bırakırsanız pekâlâ da olabiliyor. İnsanların ne söylediğini dinlediğinizde, düşüncelerinin, problemlerinin de farkına varıyorsunuz. Adım adım hem kendi hayatınızı hem de başka hayatları anlıyorsunuz. Yeni yaşamda her şey, her mesaj çok daha açık ve anlaşılır hale geliyor. Bu hayata bir de, yuvaya ve okula giden üç çocuk ekleyin… Böylelikle Avusturyalı ve Alman çocuklarla tanıştım, konuştum. Yani her şey son derece kendiliğinden ve bir anda gelişiverdi, sıla özlemim dindi. Bir şeye bağımlı olmayıp kendimi dünyaya açtığımda, her yerde yazabileceğimin farkına vardım.

Yazma sırları

Kafamda, ama özellikle de defterlerimde bir sürü öykü var. Bu öykü, beklenmedik bir anda geliveren bir fikir de olabilir. Unutmamak için not ederim. Geliştirmediğim veya üzerinde çalışmadığım böyle bir dolu başlık var. Defterimde öylece beklerler. Mesela Prag’dan Berlin’e seyahat ederken bu defteri yanıma alır, sıkıldığımda veya gevşemek istediğimde sayfalarını karıştırır, eski notlarımı okurum. Kafamda o notu aldığım güne gitmeye çalışır, kendi kendime şimdiye kadar neden bununla ilgili bir şey yapmadığımı sorarım. Bu şekilde birkaç kez, yıllar önce aldığım notların beni tekrar, ama ilk not aldığım günkünden farklı nedenlerle ve biçimlerde heyecanlandırdığı olmuştur. Benim çalışma yöntemim bu. Temalar asla bitmez, zamanları da asla geçmez. “Bu kimin için?” diye merak ederim. “Bunu kimlere söyleyeceğim?” diye sorarım kendime. Böylelikle romanım oluşur.

Çocuklar için yazmanın zorlukları

Ülkeler arasında her şeyden önce, geleneklere bağlı farklılıklar söz konusudur, çünkü her ülkenin farklı bir tarihi vardır. Sonuçta çocuklar, kendi ülkelerindeki tarih bilinciyle eğitilirler. 9 yaşında Berlinli bir kız çocuğu, Praglı bir çocuğun aksine büyük şehirlidir. Öte yandan kendi kendime hep şunu sormuşumdur: Bunlar gerçekten hesaba katılması gereken en önemli kriterler midir? Evet, bu kriterler elbette vardır, bunu inkar edemeyiz ama öncelik bunlarda mıdır? Ayrıca farklılıklar bir yana, Avrupa’da hepimiz için ortak geçerliliğe sahip şeyler vardır. Mesela hangi ülkeden olursa olsun çocuklar öyküleri kavramadan önce hisseder. Dolayısıyla benim okurum olmalarını istiyorsam, yazdığım öykülerde onlara hislere dair bu çizgiyi gösterebilmem gerekir.

Çocuklar, kitaplar ve oyun 

Bana göre çocuklar, kitapları okunup bitirilecek şeyler olarak görmemeliler. “İşte bitirdim, şimdi artık sıra başka bir kitapta,” diye özetlenip geçilecek bir şey olmamalı çocuğun kitapla arasındaki ilişki. Bana göre asıl harika olan, çocukların kitapla oynayabilmesidir. Kendi çocukluğumdan örnek vereyim: Kız kardeşim ve bir arkadaşımla, okuduğumuz tüm kitapları tekrar tekrar oyunlaştırıyorduk. Üç Silahşörler için böyle yapmıştık mesela. Kitabı en az beş kez okumuş, sonra diğer çocuklarla kostümler giymiş ve olayları adeta bir tiyatro oyunu gibi bahçede canlandırmıştık. Bu oyunlarda çok yaratıcı farklılıklar sergilenirdi. Böylece kitap yeni bir kademeye, tiyatroya geçerdi. Çocukların edebiyat aracılığıyla yapmalarını çok istediğim bir şey bu. Tabii günümüz çocukları sokakta oynamaktansa saatlerce bilgisayar ekranı önünde oturmayı tercih ediyor. Oyun denen şey gittikçe azaldı. Çocuklara bu konuda daha fazla şans verilse iyi olur. Onlara hiçbir zaman pes etmemelisiniz demek istiyorum.

Subscribe
Notify of

0 Comments
Inline Feedbacks
View all comments