ECE’NİN TARİFİ: Hayalleri kısık ateşte pişirme sanatı
“Sorularla beynini yemekten vazgeçmişti. Hayatın pırıltılı taraflarına tutunuyordu, karanlığın sinsice kol gezdiği şehirde… Kırmızıyı düşündü: Tutkunun, kaosun, ihtişamın rengini…
Böyle bir renkte huzur aramak yersizdi belki. Tam tersi de mümkündü, huzurun olduğu yerde gelişen bir bağ da olabilirdi. En azından, kalbi güzel olan her şeye açıktı. Kıymet bilmeyi hayat görgüsü ve yaşadığı acılar fazlasıyla öğretmişti ona. Daha çok yolu vardı tabii, katetmesi gereken ama yine de şansını kendi yaratmayı öğrenmişti. Taşların yerine oturması için adımlarını vazgeçmeden ama sakince atıp, hayallerini kısık ateşte pişirme sanatını idrak etmişti.
Aniden gelip çarpan dalgaların ve ruhu esir alan kör tutkuların karanlığa düşürdüğü, en dipleri gösterdiği an’ları çokça yaşamıştı ama adım adım ilerlenen bir yolun paha biçilmez güzellikteki güneşine ilk kez şahit oluyordu belki… Saplanarak değil, yudum yudum yaşayarak, adım adım sevmekte ustalaşıyordu kalbi…”
Ece Dorsay
Hayalleri kısık ateşte pişirme sanatı
Kısık ateşte pişen hayaller, her gün bir bombardımana maruz kalıyordu.
Kırgın ruhların halısı olmuştu tüm parıltılı rüyalar. Zarardan dönmek ne kadar zorlaşmıştı ama hala bir umut vardı. Gökyüzünde uçuşan martılara baktı, denizin dalgalarını dinledi, doğanın seslerine sığındı. Kaotik çağrışımların kafayı ve kalbi esir aldığı günlerdi. Coşkular, büyük umutlar bacayı sarmış ama bir yandan da büyük çöküşün alarm sesleri ülkeyi boğmuştu. Kişisel zaferlerin toplumsal çöküşlerle zıtlaştığı dönemler çoktu hayatında. Ne zaman işleri yoluna girse, ülkenin imdat zilleri çalıyordu. Kaderin tuhaf bir cilvesiydi bu. Anarşi ortamlarında mı güneşi doğuyordu, gerçekten akıl sır erdiremiyordu. Kabullenmişti ama bu tuhaflığı. Karışıklık, belki de hayatımın çok sıkıcı durgunluğundan daha iyidir diye düşündü.
Ruhani evini bulmasına az mı kalmıştı acaba? Yoksa hiç bitmeyen bir yolculuk muydu bu, nihayete eren ve mutlu son yazan filmlerin parlak karesine ulaşma imkanı yok muydu?
Sorularla beynini yemekten vazgeçmişti. Hayatın pırıltılı taraflarına tutunuyordu, karanlığın sinsice kol gezdiği şehirde… Kırmızıyı düşündü: Tutkunun, kaosun, ihtişamın rengini…
Böyle bir renkte huzur aramak yersizdi belki. Tam tersi de mümkündü, huzurun olduğu yerde gelişen bir bağ da olabilirdi. En azından, kalbi güzel olan her şeye açıktı. Kıymet bilmeyi hayat görgüsü ve yaşadığı acılar fazlasıyla öğretmişti ona. Daha çok yolu vardı tabii, katetmesi gereken ama yine de şansını kendi yaratmayı öğrenmişti. Taşların yerine oturması için adımlarını vazgeçmeden ama sakince atıp, hayallerini kısık ateşte pişirme sanatını idrak etmişti.
Aniden gelip çarpan dalgaların ve ruhu esir alan kör tutkuların karanlığa düşürdüğü, en dipleri gösterdiği an’ları çokça yaşamıştı ama adım adım ilerlenen bir yolun paha biçilmez güzellikteki güneşine ilk kez şahit oluyordu belki… Saplanarak değil, yudum yudum yaşayarak, adım adım sevmekte ustalaşıyordu kalbi…
Salyaları akan, beyin kanaması geçiren bir ülkenin vatandaşı olmak yeterince zorken, kişisel travmalarını aşmıştı ve ruhunda çiçekli bir bahçe yaratmıştı. Kayıp şehirlerin nüfusları toplamından ibaret bir ruh değildi, diğerleri gibi tüm gün şikayet etmek de istemiyordu.
Çiçeklerini sulamak daha asildi ve değerliydi şu üç günlük savaş dünyasında…
Savaşmaya değil sevişmeye gelmişti çiçek çocuk ama bu şekilde yaşayan ve hisseden kaç kişi vardı ki? Herkesin istediğini sandığı ama henüz varoluş biçimi olarak içselleştiremediği bir felsefeydi bu. Zaman alan, kendini çoğunluktan koparmış insanlarda yakalanan parıltıların manevi gücü…
Kaygan bir zeminde yürümeyi göze almadan ulaşamıyordu bazı hislere, bazı kalplere. Gönül gözünü açmadan, aptal önyargıları kırmadan keşfedilemiyordu özel ruhlar… Bunu anlamak ve uygulamak değerli bir yetiydi ve başarmıştı. En azından çok daha yakındı, hayatı boyunca özlemini çektiği duygulara… Fırtınalı bir düzende, zehir saçan insanların birbirine kıydığı yerde kıyma olmamak için sığındı arınmış ruhlara… Arınabilen ruhlar belki de en karanlık tünellerden geçmiş ve aşırılıkları tadıp olgunlaşmış kişilerdeydi. William Blake’in “Aşırılık bilgeliğe ulaştırır” sözüne inanıyordu. Kendisi aşırılıkları denemese de, en dipleri ve en tepeleri görüp olgunlaşmış insanlara saygısı vardı. Kendisine sahici renkler katabilecek, 3. gözleri açık insanları bulmak ve onları asla bırakmamak en önemsediği başarıydı belki hayatta.
Böyle bağlarla ilhamı artıyordu çünkü yaşam bir anlam kazanıyordu. Üretiminin sahiciliği ve verimliliği en fazla böyle bağların varlığında ortaya çıkıyordu. Her zaman üretkendi ama en arınmış halini, köprülerin üzerindeyken yaşıyordu.
Elimi tut dedi, kendisine işaret veren, çağrı yapan o sahici sese. Tut ve hiç bırakma…
Ece Dorsay
Subscribe
0 Comments
oldest