Emine Çaykara’dan başka türlü bir İstanbul hikâyesi
“Yazın son demlerini yaşadığı bir akşamüstünde sıcağın gitmeye hiç niyeti olmadığı bir havada yürüyorum. Ağırlığı itmek isterken üzerine geliyor insanın. “Otobüse binmek en uygunu” diyorum içimden durağı görünce; zaten fazla kalabalık da değil; iki genç, emekli bir adam, elinde torbalarla bir kadın. Sonra, yanında iki çocuğuyla bir anne; biri kız, biri erkek. İkisinin de ellerinde kara güneş gözlükleri…”
Emine Çaykara
Gözlük
Yazın son demlerini yaşadığı bir akşamüstünde sıcağın gitmeye hiç niyeti olmadığı bir havada yürüyorum. Ağırlığı itmek isterken üzerine geliyor insanın. “Otobüse binmek en uygunu” diyorum içimden durağı görünce; zaten fazla kalabalık da değil; iki genç, emekli bir adam, elinde torbalarla bir kadın. Sonra, yanında iki çocuğuyla bir anne; biri kız, biri erkek. İkisinin de ellerinde kara güneş gözlükleri…
Taksim istikametine giden bir otobüs yanaşınca hareketleniyor hava. Alışıldık itiş kakış. Anne iki çocuğunu kaptığı gibi önüme geçiveriyor. Merdivenleri çıkar çıkmaz girişteki üçer kişilik alana kuruluyorlar, karşılıklı oturma birimine anneyle kızı yerleşiyor. Oğlan da hemen yanına.
– Kenara kaçıl da ablaya yer ver, diyor anne yüzünde bezgin bir ifadeyle.
Küçük, çekik siyah gözleri var; oraya buraya dağılmış saçlarını arkadan tutturmuş.
Çocuğu sıkıştırmamaya çalışarak açılan yere yerleşiyorum.
Anne düşünceli; aklı bazen bir şeyleri sıyırıp geçiyor, arada da bir yerlere asılıp kalıyor… Çocuklarıyla pek ilgili bir havası yok. Kimbilir nerede. Sekiz on yaşlarındaki çocuklarsa adeta iki yetişkin. Havalarından geçilmiyor.
Oturur oturmaz, bir kolumu yanımda oturan küçük adamın arkasından koltuğa doğru uzatıyorum. Başka türlü ikimize yer yok burada. Gözlüklerini o kadar özenle tutup sakınıyor ki… Ablasına bakıyorum, o da aynı şekilde.
Otobüs hareket ediyor. Ah o kara camlı gözlükler! Kesinlikle yeni alınmışlar; her ikisi de müthiş gurur duyuyor besbelli, yüzlerine iliştirdikleri bu yeni üyeden. Kızınki yuvarlak, kara camlı, etrafı sarı çerçeveli marka taklidi bir gözlük. Oğlanınki aynısının kara çerçevelisi; kenardaki etikette “Police” yazısı göze çarpıyor. Belki de kıyameti kopardı ablasınınkinin benzeri alınsın diye. İkisinin gözlüğü de gözlerine ve yüzlerine en az iki beden büyük.
Çocuk dünyası ne kadar büyük ve ne kadar küçük. Sanki dünya onlar için o iki gözlüğün etrafında dönüyor. Ona dokunmaksa, ah ne büyük bir zevk… Gözüne güneşin girmesini engelleyecek, büyükleri çağrıştıracak o gözlükler muhtemelen ikisi için de benzer anlamlar taşıyor.
Otobüsün içi sakin, en azından ayakta çok insan yok. Haşim İşcan Geçidi’ne doğru ilerliyoruz. Geçitteki zifiri karanlığa rağmen kimsenin gözlüğünü çıkarmak gibi bir niyeti yok! Sıcağın insanın içindeki son enerji kırıntılarını çekip alma gibi bir özelliği var. Yanımdaki oğlan, elini sağ cebine atıyor ve eskimiş bir kağıt mendil çıkarıyor. Önce gözlüğün camlarının içi, sonra dışı siliniyor. Bu iş onun için adeta bir ritüel. Bir eli sapı tutarken diğeriyle temizliğini bitiriyor; içi rahat tavırla gözlüğüne bakıp mendili yerine yerleştiriyor. Bir değişiklik yapıyor bu defa: Gözlük, başın üzerine özenle yerleştiriliyor!
Haliç’in üzerindeyiz… Bir esinti hafifçe etrafı yalıyor ve hemen ortadan kayboluyor. Ardından ağır mı ağır bir koku geziniyor otobüsün içinde, gidip bir yere yerleşiyor. Anlaşılan köprüyü geçene kadar oradan gitmeyecek!
Bir durağa geliyoruz; sarışın, süslü, tumturaklı ortadirek bir kadın biniyor. Yaşı ellinin üzerinde olmalı. Şöförün yanında duruyor, öylece ayakta. Sarsıntıda bir oraya bir buraya gidip dengeyi kurma çabasında. Ama şöföre bir şeyler sormaktan da vazgeçmiyor, pek isteksiz cevaplar alsa da. Şöförün yanıbaşında “Seyir halinde şöförle konuşmak yasaktır”yazısı gözüme çarpıyor. Kadın bir durak sonra iniyor.
Anne, tamamen kendi dünyasında, değil çevresine karşısındaki oğluna bile bakmıyor. Uzaklara, derinlere doğru ve hep düşünceli bakışlar… Arada bir sabolarından çıplak ayaklarını çıkarıp oynatıyor, sağa sola çeviriyor. Rahat, umursamaz…
Güneş ters tarafa döndü. Küçük kız, boynuna çaprazlamasına astığı plastik rengarenk çantasının fermuarını açıyor ve kırmızı bir eşarp çıkarıyor. Kafasına gelişi güzel atıyor sonra, bağlamıyor! Annesi de eşarbın altına sokuluyor. Sonra vazgeçiyor. Güneşin yüzünü onlara çevirmesinden memnun değiller belli ki; ağır neme bir de kızgın oklar eşlik ediyor. Kız, birden eşarbıyla fazla meşgul olduğunu ve gözlüklerini unuttuğunu fark ediyor. Kucağından alıp onları durmaları gerektiği yerlere yerleştiriyor. Özenle, dikkatle, ciddiyetle… Küçücük kafasına büyük gelen bakışlar fırlatıyor. Sonra fermuarın ucunda küçük şişme bir fil olan çantasının ön gözünü açıyor; bir ayna çıkarıyor; minicik, mavi çerçeveli… Aynada kendini incelemeye koyuluyor; gözlük eşarbıyla nasıl duruyor; yakışıyor mu gibi sorular kafasında anlık gezintiye çıkıyor, olumlu cevaplarla geri geliyor ve yüzüne sevinç ifadesi oturuyor. Hafif bir tebessüm. Gözlüğün işi bitmedi daha. Gözünden alıp başının üzerine takıyor onu ve yine aynaya soruyor. Evet, bu da güzel bir görüntü, diye cevap veriyor ayna… Annesinin elini tutuyor, gözgöze geliyorlar; sonunda anneye de sıcaklık bulaştıran bakışmalar bunlar…
Yanlarında türbanlı bir kız oturuyor. Etrafa küs gibi.
Taksim’e çıkan Ömer Hayyam’dayız. Güzel manzara arkadan el sallıyor.
Yanımdaki küçük adam gözlüğünü kucağına koymuş bu arada. Kaçırmışım o anı. Yeniden büyük bir törenle gözüne takıyor. Bir el tekrardan sağ cebe gidiyor; yine o meşhur mendil. Gözlük, bir tür büyüme imgesi, oyuncağı gibi. Gözlerden alınıp yeniden kucağa konuyor. Çoktan can çekişmeye başlamış kağıt mendil yine önce gözlüğün iç kısımda sonra dış kısımda dolaşıyor. Temizlik tamam. Sonra güvenle cebe, durması gereken yere yerleştiriliyor.
Annenin diğer yanında oturan adam otobüsten indi. Küçük kız kardeşine eliyle “gel’ işareti yapıyor. Ailecek karşımdalar. Anne oğlanın elini tutuyor. Sıkı sıkı…
Taksim’e iki durak kaldı. Yeni alınan her şey değerli, hele büyüklerinki gibi gözlük! O ne ihtişam, o ne gösteriş. Yüzlerine, yaşlarına büyük de olsa ne fark eder!
Sakin bir şekilde anne ayağa kalkıyor, göz işaretiyle çocukları yönlendiriyor. Haberleşme tamam, herkes yerli yerinde. Ama… bir tek şey hariç, işte o da tamam: Çocuklar yeniden gözlüklerini takıyor, otobüs duruyor ve üçü birlikte iniyorlar.
Emine Çaykara
Subscribe
0 Comments
oldest