Erdem Helvacıoğlu: “Bir şeye sahip olduğun an, onu kaybettiğin andır”
Matematikçi ve yazar Lewis Carroll’a dair bir hikaye anlatılır. Bir davette tanıştığı Kraliçe Victoria, yazara Alice in Wonderland ve Through the Looking-Glass adlı kitaplarını ne kadar sevdiğini söylemiş ve “Bir sonraki kitabınız çıktığında lütfen bana imzalı bir kopya gönderin” ricasında bulunmuş. Ne olmuş dersiniz? Aradan birkaç ay geçtikten sonra Carroll, Kraliçe Victoria’ya yeni kitabını göndermiş, hem de imzalı olarak… Fakat Cambridge Üniversitesi’nin yayınladığı kitap, cebir üzerine karmaşık bir formüller dizisinden ibaretmiş. Kraliçenin uğradığı derin hayal kırıklığını düşünün!
Elektro-akustik müziğin tanınan isimlerinden Erdem Helvacıoğlu’nun aşağıdaki röportajda “Bugünlerde ne okuyorsun?” sorusuna “Ekipman Kullanım Kılavuzu” diye cevap vermesi bana gerçek olup olmadığını bilmediğim bu hikayeyi hatırlattı.
Fakat tabii bu sadece bir espriydi, yani Helvacıoğlu’nun kitap listesi gayet güzeldi.
Tanıdığım nevi şahsına münhasır insanlardan biri olan Sarp Keskiner’in onunla yaptığı röportaj da çok güzeldi.
Röportaj değil aslında, daha çok iki müzisyen arasında uzun bir sohbet… Bir süre önce deneyimle deneyselliği birleştirerek oluşturduğu ve prodüksiyon sürecinde piyanoyu plastik çatal, kaşık, silgi, kağıt, baget, keman yayı, pena, slide, zil, peluş oyuncaklar ve muhtelif biblolar kullanarak çaldığı yeni albümü Eleven Short Stories’i yayınlayan Helvacıoğlu’nun bahsettiği konular hem çok ilgi çekici, hem de sadece müzikle ilgili olarak değil, başka açılardan da ufuk açıcı.
Nelerden bahsettiğini soranlara küçük bir özet: İşitsel muhafazakarlığın karşısında durmanın önemi, gölgelerin ve ışığın müzikle nasıl ilişkilendirilebileceği, açık bir pencereden giren rüzgarın uçuşturduğu perdelerin yahut ışıksız, loş bir odanın müziğe hangi aşamalarla yansıyabildiği… Dahası Helvacıoğlu, farklı duygu durumları, ruh halleri, kavramlar ve atmosferleri sonik olarak yaratabilmek için hangi deneyleri yapıp hangi yöntemleri keşfettiğini, “nesnelerin canı”nı ve diğer leziz şeyleri de anlatıyor…
Gülenay Börekçi
Erdem Helvacıoğlu: “Bir şeye sahip olduğumuz an, onu kaybettiğimiz andır”
Albüm kartonetini okurken, kartonet notlarını kaleme alan Mark Keresman’ın senin rock geçmişine kararında bir referans verdiğini düşündüm. Zira Türkiye’de sana yakın duran kulvarlardaki kompozitörlerin, icracıların rock’tan yola çıktıktan sonra pek de uzaklara kaçmadan belli başlı ses coğrafyalarında kaldığını görüyoruz. Oysa sen hep sınırları zorlarken, o sınırları da görünmez kılmayı başaran işlere imza attın. Bu izleği, metodolojini de göz önünde bulundurarak tarif eder misin?
Dediğin çok doğru ama ben yine de başkaları için bir şey demek istemem. Sonuçta bu biraz da bireysel bir tercih. Ancak gözlemlediğim, benim kuşağımdan birçok besteci akım olarak başladıkları noktadan estetik ve felsefi olarak çok da uzaklara gitmediler. Bu sadece rock türünü kapsamıyor tabii ki, senelerden beri aynı caz, klasik, elektronik müzik kulvarlarında sürekli birbirine benzeyen örnekler veren besteciler var. Her ne kadar saydığımız tüm bu türlerin içinde kalan ve yeniliklere açık olmayan sanatçılar dünyanın her yerinde olsa da, Türkiye’de müzisyenlerin diğer coğrafyadaki müzisyenlere oranla daha muhafazakar olduğunu gözlemliyorum. Ben ilk demo çalışmalarımı yapmaya başladığım günlerden beri bu işitsel muhafazarlığın karşısında durdum. Kendini sürekli tekrar ederek heyecan verici sanatsal yapıtlara ulaşmak mümkün değil kanımca.
Kişisel olarak benim icin müzik türlerinin belirli bir sınırı yok. Doktora tezimi yazarken şuna benzer bir cümleye rast gelmiştim. “Müzik türlerini belirleyen, onları sayıca kaç kişinin tekrarlayarak yaptığıdır.” Gerçekten de sadece müzik dünyasında değil, herhangi bir alanda sayıca çok kişi birbirine benzer şekillerde bir üretim yapıyorsa artık o üretimin belirli bir tanımı oluşmaya başlıyor. Nasıl aslında gerçekte coğrafik olarak ülkeler arasında sınırlar yok ise, türler arasında da böyle bir sınır yok. Bunlar, sadece insanların kendi kendilerine koyduğu tanımlar ve sınırlamalar. “Black Falcon” albümüyle ilgili olarak verdiğim bir röportajda bir şeye sahip olduğumuz anın aslında onu kaybettiğimiz an olduğundan bahsetmiştim. Aynı şekilde bir tanım ortaya koyduğumuzda da aslında o obje, kişi, müzik türü ile olan ilişkimizi de sınırlamış oluyoruz.
Ben bu sınırlamaları aşmak için farklı metodolojiler uyguluyorum. Bunlardan biri, o türde yapılan işleri inceledikten sonra teknik, estetik olarak kısmen veya tamamen belirlenmiş olan özelliklerin tersini yapmak. Bir diğeri ise kesinlikle yan yana geleceği düşünülmeyen metodları, sesleri, estetik anlayışları ve kayıt tekniklerini bir araya getirmek. Tüm bunlar için gerektiğinde “ip teorisi”, “Kübler-Ross modeli” gibi konular eserin ana yapısını oluşturabiliyor. Yeri geldiğinde pop müzik prodüksiyon teknikleri klasik müziğe yakın bir anlatımda kendine yer bulurken, başka bir çalışmada arpın tınısı overdrive, fuzz, distortion gitar pedallarının gürültülü yapısıyla birleşiyor. Sanırım prodüksiyona bu şekilde özgürce yaklaşıyor olmam albümlerimin ve eserlerimin yenilikçi ve özgür bir yapı kazanmasını sağlıyor.
Albümü kurgularken “prepared piano”yu tercih etme sebebin ne oldu?
Ben yaklaşık beş seneden beri farklı zamanlarda “prepared piano”da denemeler yapıyordum. Her türlü enstrümandan farklı tınılar elde etmeyi, bu tınılarıfarklı prodüksiyon teknikleriyle kaydetmeyi çok seviyorum. “Prepared piano”nun enstrümanın yapısından kaynaklanan sınırları ve aynı zamanda tellerinin objelerle buluştuğu andaki tınısal sınırsızlığı beni özellikle çok heyecanlandırıyor. Sadece akustik olarak bu kadar farklı tınıyı başka bir enstrümanda elde etmem mümkün olmazdı. Her ne kadar diğer albümlerimde gitarda farklı çalma tekniklerini ve garip pedal, efekt prosesörlerini kullanarak yenilikçi tınılar elde etmiş olsam da, piyanoda tüm bunları sadece akustik olarak, beş mikrofonla elde edebildim. Armonikleriyle beraber insan kulağının duyabileceği frekansları kapsayan bir enstrüman olması da ayrıca heyecan verici. Piyanonun başına geçtiğin zaman müzikal tercihlerin değişmeye ve daha farklı düşünmeye başlıyorsun ve ben bunu çok heyecan verici buluyorum. “Prepared piano” romantikliğin dinginliği ve melodik yapısıyla deneyselliğin uç tınısal anlatımcılığını birleştirmemi sağlıyor.
Piyanoyu hazırlama sürecini de detaylı olarak dinlemek isterim. Ayrıca; kompozisyonları ortaya çıkarırken hangi tele nasıl karakterde bir cismin ne şekilde müdahale edeceğini gözetiyor muydun, yoksa tınlatma anlamında rastlantısallığa yer bıraktın mı?
Bu albümdeki piyanoyu hazırlama süreci çağdaş klasik müzik çalışmalarındaki hazırlama anlayışından çok farklı. John Cage gibi besteciler hazırlamayı tamamladıktan sonra tüm eserlerini detayları belirlenen ve notaya dökülmüş olan hazırlanmış piyano için yazarlar. Bu anlamda bir konserdeki tüm eserler bu belirli notasyona göre yapılır. Oysa Eleven Short Stories albümünde her eserde tamamen farklı bir hazırlama kullanıldı. Böylece albüm boyunca dinleyici farklı tını dünyalarına sürekli girip çıkabiliyor. Bir eserde bas tellerin üzerindeki metal plakaların sert sesi duyulurken, bir sonraki eserde aynı bas tellerin tınısı aralarına takılan silgilerden dolayı Fender Precision Bass gibi duyuluyor. Veya bir eserde piyanonun ahşap yüzeylerine farklı tipte bagetlerle vurularak bir perküsyon seti sesi duyulması sağlanırken, bir sonraki eserde sadece farklı yayları kullanarak viyolonsele yakın tınılar elde ediliyor. Ayrıca albümde piyano, yakın mikrofonlama teknikleri kullanılarak kaydedildi ve onbir eserden dördünde üst üste kayıt tekniği kullanıldı. Bu özellikleriyle albüm, çağdaş klasik müzik anlayışıyla pop müzik estetiğinin birleşimini ifade ediyor. Albüme başlamadan önce zaten “prepared piano” teknikleri konusunda deneyimim olduğu için genel olarak nasıl objeler kullanacağım konusunda bir fikrim vardı. Kayıtlar Robert Kolej Suna Kıraç Tiyatro Salonu’nda yapıldı ve ben oraya koca bir bavul dolusu obje götürdüm. Bu objeler arasında plastik çatal, kaşık, silgi, kağıt, ebow, baget, keman yayı, pena, slide, zil, peluş oyuncaklar, muhtelif biblolar gibi onlarca birbirinden farklı obje vardı. Her objenin biçimi ve materyali piyano teli üzerinde farklı bir sonuç veriyordu. Kayıt sürecince hem bu materyaller ve “prepared piano” ile olan deneyimimi kullandım hem de rastlantısallığı… Bazı eserlerde o ana kadar demo kayıtlarda kullandığım materyalleri albüm kaydında tamamen farklı bir biçimde yeniden kullandım veya o zamana kadar hiç denemediğim objeleri piyanonun telleri üzerine yerleştirdim. Bu şekilde deneyimle deneyselliği birleştirmiş oldum.
Kim Ki-Duk, David Lynch, Krzysztof Kieslowski, Theodoros Angelopoulos, Jane Campion, Anthony Minghella, Ang Lee, Atom Egoyan, Darren Aronofsky, Alejandro Gonzalez Inarritu ve Steven Soderberg… Albümdeki eserlere esin vermiş bu yönetmenlerin imge dünyasından etkileniş biçimini tarif eder misin? Her kompozisyon için hareket noktanı nasıl belirledin?
İsmi geçen tüm yönetmenlerin kendilerine has bir sinema dilleri var ve hepsi de kişisel olarak hayatımın belli dönemlerinde beni derinden etkilemiş sanatçılar. Bu yönetmenlerin filmlerindeki bazı sahneler hâlâ çok net bir sekilde hafızamda. Mesela Angelopoulos’un resimsel görselliği, Darren Aronofsky’nin Requiem for a Dream filmindeki hızlı montaj teknikleri, Ang Lee’nin Crouching Tiger, Hidden Dragon filmindeki şiirsel anlatımı beni çok heyecanlandırmıştı. Ama albümdeki her eser, belli bir yönetmene veya belli bir filme odaklanmış değil. Aksine tüm bu yönetmenlerin bana çağrıştırdığı dünyalar ve hikayelerin soyut bir anlatımı. O anlamda albümü on bir hikayeden oluşan tek bir yapıt olarak görmek de mümkün.
Peki gölge ve ışık kavramları ile sonik ilişkiyi nasıl kurdun?
Gölge ve ışığın bir ortamda yarattığı ambiyanstan yola çıkarak kurdum bu ilişkiyi. Mesela albümün ilk eseri The Billowing Curtain, benim için isminden de anlaşılacağı gibi güneşli bir günde, penceresindeki perdenin rüzgarla dalgalandığı/havalandığı bir odada geçen bir hikayeyi çağrıştırıyor. Oysa Six Clocks in the Dim Room’daki tınılar loş bir oda hissiyati veriyor. Bu hissiyatları verebilmek icin kullanılan objelerle armonik, melodik ve tınısal yapı üzerinde çalışmalar yapmam gerekti. The Billowing Curtain’da o atmosferi yakalamak icin daha majör akorlar kullandım, ayrıca her telin üzerinde gitar slide, zil gibi birbirinden farklı ufak metal objeleri farklı noktalara yerleştirerek rüzgarda sürekli değişen, sallanan perdenin etkisini yaratmaya çalıştım. Six Clocks in the Dim Room’da ise loş atmosferi işitsel olarak elde edebilmek icin bas telleri tokmaklarla çalarken, fırça bagetlerle telleri sürttüm, pena ile de ana melodiyi çaldım. Parçanın ritmik yapısı ve tüm bu elementlerin birleşimi isimde bahsedilen atmosferi yaratmamı sağlamış oldu. Diğer parçalarda da hep bu şekilde ilerledim.
“Spesifik olarak bu yönetmenlerin herhangi bir filminden değil; mod, ışık ve stillerinden yola çıktım” demişsin. Albümdeki eserlerle listendeki yönetmenleri ilintilendirecek bir işarete de rastlamıyoruz notlarda. Bu ilintilendirmeyi biz dinleyicilere mi bırakıyorsun?
Böyle bir ilintilendirmeyi özellikle yapmadım çünkü bu albüm bu yönetmenlerin eserlerine yapılmış hayali bir soundtrack albümü değil. Onların sinematik dünyasından etkilenerek yaratılmış ve hazırlanmış piyanoyu kullanan bir çağdaş klasik müzik albümü. Bazı eserlerde birden fazla yönetmenin etkisini bulmak bile mümkün. Dinleyicinin bu ilintilendirmeyi kendisinin yapması onlar için de yeni düşsel alanlar yaratması açısından önemli.
“This album is dedicated to them and all the people who have worked on their movies.” Ben ilk defa referans aldığı ismin eserinin ortaya çıkmasını sağlayan kadroya teşekkür eden bir kompozitör görüyorum…
Her ne kadar filmler bu sözünü ettigimiz yönetmenlere ait olsa da, sette çalışan görüntü yönetmeninden, boom operatörüne, ışık asistanından, kahve getiren asistana kadar her çalışanın finalde ortaya çıkan eser üzerinde emeği var. Özellikle benim gibi stüdyolarda çok çalışan ve prodüktörlük yapanların da iyi bileceği gibi prodüksiyon aşamasında her kişinin olumlu katkısı o projenin daha iyi olmasını sağlar.
Edebiyat dünyası için tasarlanmış bir proje olsaydı bu albüm, listende hangi isimler olurdu?
Edebiyat dünyasi için yazılmış olsaydı sanırım seçeceğim yazarlar bilim kurgu dünyasının karanlık yazarları olurdu. Mesela Brave New World’ün yazarı Aldous Huxley… Her ne kadar bir bilim kurgu çalışması olmasa da insanlığın karanlık dünyasını mükemmel bir şekilde yansıttığı için The Lord of the Flies’ın yazarı William Golding de böyle bir albümde yer alabilirdi kesinlikle. Hem anlattıkları hikayeler, hem yaratıcı görsel dünyaları ve hikaye anlatımındaki yenilikçi tavırlarıyla bu yazarlar Eleven Short Stories’de ismi geçen yönetmenlerle paralellikler taşıyorlar bence.
Neler okuyorsun bu aralar?
Ekipman Kullanım Kılavuzu okuyorum! Bu prodüktörler arasında yapılan bir şaka ama içinde gerçeklik payı da var. Bir prodüktör, besteci, ses mühendisi olarak sürekli çalıştığım için uzun konsantrasyon gerektiren kitaplara istediğim kadar vakit ayıramıyorum. Ama en azından birkaç isim verebilirim.
Sophie Calle’den New York Kullanma Kılavuzu
Yapı Kredi Kültür Yayınları’ndan Kutluğ Ataman ve Ali Kazma kitapları
Rekin Teksoy’dan Sinema Tarihi
John Zerzan’dan Elements of Refusal
Reşid Rahmeti Arat’tan Eski Türk Şiiri
Joachim-Ernst Berendt, The World is Sound
Don Thompson’dan Sanat Mezat
Greg Milner’dan Perfecting Sound Forever
Aslında şarkı geleneğine de çok vakıf bir kompozitörsün; herhangi bir tarzda sözlü kompozisyon için geçerli olabilecek bir soru sorayım: Söz ve müzik ilişkisini, birbirlerinin anlam dünyasına etki etme ve böylece dinleyiciyi koşullandırması anlamında, nasıl tarif ediyorsun?
Söz ve müziğin doğru birlikteliği çok önemli bence. Bu birliktelik mutlak bir lineer anlatım ve mutlak ortak bir anlayışa hizmet etmek zorunda değil. Müziğin işitsel dünyasının tam zıttı bir söz de bence çok etkili olabiliyor. The Cure grubunun bazı parçalarında bunun örneklerini görebiliyoruz mesela.
Kaydını ve sahnelemesini 2005’te gerçekleştirdiğimiz, sahnede beraberce icra ettiğimiz Yuri Skies projesinin hazırlık aşamasında bir kavram üzerine uzun uzun sohbet etmiştik: “Nesnelerin canı”… Çok uzun zamandır nesneleri müzik enstrümanı olarak kullanıyorsun. Müzikal bir ses kaynağı olarak seçtiğin nesneyle nasıl bir ilişki kuruyorsun?
Benim için doğada gördüğümüz her türlü varlık bir ses kaynağı. Nesnelerin materyali, biçimi onunla kuracağımız ilişkiyi ve yaratacağımız sesleri etkilediği gibi aynı zamanda nesnelerin diğer nesnelerle olan iletişimi de sesleri etkiliyor. Bir piyano teline başka bir nesneyle yapacağımız müdahalenin biçimi, sürtünme açısı, sürtünme yoğunluğu, bu iki nesnenin birbirleriyle olan etkileşimi ortaya çıkan işitsel ürünü doğrudan etkiliyor. Yeri geldiğinde nefreti veya başka bir negatif ve çok yoğun bir duyguyu, hikayeyi anlatmam gerektiğinde fiziksel olarak birbirine direnecek objeleri seçerim. Dingin bir atmosfer yaratmak için ise birbirleriyle yumuşak bir şekilde iletişime geçebilecek objeler öne çıkar. Bu anlamda objeler benim müzikal fikrimin bir devamı, tamamlayıcısı, duygularımı dışa vurmada kullandığım araçlardan biri haline gelir. Kayıtta bazen metal bir çatal veya bir oyuncak ayı o an için en sevdiğim nesne olabilir!
Süregiden çalışmalar neler diye sorsam…
Süregiden, bitme aşamasında olan veya bitmiş ve yakında yayınlanacak olan birçok proje var. Bu projelerden en heyecan verici olan, The Cardigans grubundan tanıdığımız Nina Persson ve Amerikalı besteci Nathan Larson’la yapmakta olduğumuz yeni albüm. Amerika turnelerim sırasında oluşan albümün ilk konserini geçen nisanda Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde vermiştik. Ocak ve şubat 2013’de projeyi daha da ilerleteceğiz. Albümü 2013’te yayınlamayı planlıyoruz. Üçümüzün de heyecan duyduğu bir proje. Şarkıların ana yapıları Nina’nın sesinin farklı şekillerde işlenmesi üzerine kurulu. İlk aşamada New York’ta Nina’nın sesinden farklı örnekler kaydettim. Böylece parçaların ana yapıları ortaya çıkmaya başladı. Zamanında kasetlerden dinlediğim ve hayranı olduğum biriyle çalışmak gerçekten çok ilginç. Dünyaca ünlü bir şarkıcının stüdyo ortamında sürekli benden input beklemesi ve prodüktör olarak verdiğim her türlü öneriye açık olması da heyecan verici.
Bunun dışında Amerikalı besteci Bruce Tovsky ile ortaklaşa hazırladığımız albüm Erlik Khan temmuz sonunda Amerika’da yayınlanacak. Bu albüm lapsteel, TogaMan GuitarViol ve canlı elektroniklerden oluşuyor. Bildiğim kadarıyla bu enstrüman kombinasyonunda yayınlanmış olan ilk ve tek çalışma. Tovsky, New York ziyaretlerim sırasında sürekli olarak görüştüğüm bir sanatçı. Albümü de son görüşmemizde onun ev stüdyosunda kaydettik.
Eylül sonunda Alman viola sanatçısı Ulrich Mertin’le hazırladığımız Planet X adlı albüm Amerikalı plak şirketi Innova Records tarafından yayınlanacak. O da çok heyecan duyduğum bir albüm. Birkaç davul makinesi sesi dışında tamamiyle viola, elektrik keman ve Togaman GuitarViol üzerine kurulu. Elektroakustik işleme teknikleri klasik müzikle ilginç bir şekilde birleşti ve çok sinematik bir işitsel dünyanın yaratıldı.
Stuart Gerber’le Atlanta’da kaydettiğimiz albüm Esther’s Memory, 2012 sonunda Aucourant Records tarafından yayınlanacak. Tamamen perküsyon ve akustik gitarviol üzerine kurulu bir albüm. Hafıza, hatırlama, geçmiş gibi kavramlar işitsel olarak ele alınıyor. Atlanta’daki Georgia State University School of Music stüdyosunda kaydedildi.
Amerikalı lapsteel sanatçısı Bill Walker’la hazırladığımız albüm 2012 sonunda Amerika’da yayınlanacak. Lapsteel, gitar ve elektronikler üzerine kurulu, delta blues, folk, elektroakustik, ambient akımlarını içeren bir çalışma.
2013’te Amerika’da solo guitarviol ve Eleven Short Stories volume 2 çıkacak.
İstanbul’un neolitik zamanlardan günümüze işitsel tarihi üzerine kurulu Aeterna Pulchritudo albümü ise Sub Rosa Records tarafından yayınlanacak.
Ayrıca sadece Elektron machine drum ve TogaMan GuitarViol üzerine kurulu bir elektronika ve sadece akustik gitar ve ses üzerine kurulu, şarkı bazlı bir post-folk albüm üzerinde çalışıyorum.
Dünyaca ünlü Amerikalı çağdaş müzik topluluğu Bang on a Can All-Stars tarafından sipariş edilen yeni eserimin premieri de 2013’te Borusan Müzik Evi’nde olacak.
Sarp Keskiner
Subscribe
0 Comments
oldest