“Edebiyat ölüme karşı en yakın dostum oldu”
İnci Aral, Yukarlarda En Uzaklarda adlı yeni romanında bize hayat ve ölüm üzerine çok tuhaf ve üzerine düşünmesi, kafa yorması müthiş zevkli sorular soruyor, sorduruyor.
Ölüm, bir son mudur gerçekten? Ya öyle değilse, ölüm bizim için bu dünyanın dışında hatta belki bambaşka bir boyutta yeni başlangıçlara kapılar açıyorsa? İyi de bu dünyanın dışındaki o yer neye benziyor olabilir? Peki ya o boyutta deneyimleyeceğimiz yeni hayat hatta belki hayatlar, şimdikinden hangi noktalarda farklılaşıyor?
Hayatın sonu üzerine düşünmek, bana sorarsanız, hayat üzerine düşünmek demek. İnci Aral’ın yeni romanını bir solukta okuyup bitirdiğimde bundan bir kez daha emin oldum ve hemen İnci Hanım’ı arayarak ona aklımdaki bütün soruları sordum. Derken sevgili arkadaşım -aynı zamanda romanın editörü olan- Tolga Meriç de iki soruyla olaya dahil oldu. Böylece ortaya ölümü, hayatı ve aşkı konuştuğumuz çok güzel bir röportaj çıktı.
Yukarlarda En Uzaklarda’yı okuyun, sonrasında da bana yazmayı lütfen unutmayın.
İnci Aral röportajı: “Kan Günleri ve Nar Ağrısı”
İnci Aral: “Bazı erkekler boyalı kuş gibi çekicidir”
İnci Aral: “Edebiyat ölüme karşı hep en yakın dostum oldu”
Sevgili İnci Aral, fantastik edebiyatla, bilimkurguyla ilk kez haşır neşir olmuyorsunuz ama ilk kez başka bir evrende geçen bir romanla çıkıyorsunuz okurlarınızın karşısına. Bundan bahseder misiniz, o başka evreni oluştururken neleri hesapladınız, nelerden kaçmak istediniz ya da kaçamadınız?
Romanlarımı uzun zaman düşünüp kurarak olgunlaştırıyorum ve yazmaya başlarken konuya yönelik ögeleri büyük ölçüde planlamış oluyorum. Öte yandan tam olarak baştan tasarladığım biçimde ilerlemiyor, yazdıkça kat kat açılıyorlar. Bu yüzden bir roman yazmak benim için heyecan verici bir serüvene atılmaktan farksız. Varacağım yer, yani ana tema değişmemekle birlikle yolculuk, romanın iç mantığına uygun olarak şaşırtıcı sürprizlere uğruyor. Ortaya çıkan yeni olgular, beklenmedik yan yollara, ilişkilere ve olaylara sapabiliyor. Tıpkı gerçekte de olduğu gibi. Bunun nedeni, sanırım hayatı ve insanı yalın kat değil çok yönlü ve derinlemesine kavramaya çalışmam… Bir de şu var; bir romanı sayfalarca, çoğu zaman birkaç yıl bıkmadan sürdürebilmek hayal gücünün şaşırtıcı oyunbazlığına da bağlı. Romandaki “bir başka evren” buradan çıktı işte. Bir aile dramı yazma isteğiyle başladım işe ama bir kazada ölmüş genç kızın anlatıya hâkim olabilecek söylemi ve düşsel evreni beni yazdıkça farklı yerlere götürdü. Bu Dünya’da artık var olamayacak birini, bir biçimde yeniden var olabileceği başka bir yere taşıdım. O yeri hayal ederken de anlatı kendiliğinden aktı gitti, nasıl oldu bilmiyorum ama hiç zorluk çekmedim. Zaten romanın iç mantığı ve tutarlılığı, konuyu aile dramını aşan bir boyuta taşımıştı. Romana yeni zenginlikler sağlayacak yolları coşkuyla kullandım ve gerçeğin ötesine geçmekten çok zevk aldım.
“Belki de gerçekten hayal ettiğim ve yaşamak istediğim yerlerdi.”
Bilmediğimiz, görmediğimiz ülkeleri artık sokak sokak dolaşabiliyoruz internette. Dünyanın görsel arşivinin herkesin parmaklarının ucunda ve bir tuş uzaklığında olduğu günümüzde, yazarların betimleme yükü de eskisine kıyasla azalmış olmalı. Sizse sıfırdan bir evren yaratıyorsunuz romanda. Coğrafyasıyla, mimarisiyle, ekonomisiyle, kültürüyle, sanatıyla ve biyolojik farklılıklar gösteren canlılarıyla. Bu durumda, bu romanınızın betimleme yükü ve zorluğu öbür yapıtlarınıza kıyasla ne tür farklılıklar çıkardı karşınıza?
Günümüzde romanı yeni biçimler, kurgular ve yalın mekânlarla çözen yazarlar var. Son yıllarda sizin de belirttiğiniz nedenlerle mekânsal betimlemelerin epey sınırlı tutulduğunu görüyorum. Oysa ben sınırlayıcı moda akımlara yakın duran biri değilim. Bana göre mekân, atmosferi belirleyen en önemli öge hatta romanın hammaddesi, toprağıdır. Aaron Adası ve Diamonds belki de gerçekten hayal ettiğim ve yaşamak istediğim yerlerdi. Yazarken oralarda kaldım, ayrıntıları gözlemiş gibi düşleyip özlediğim bir toplum düzenini hiç olmazsa bir romanda kurguladım. Saydığınız yönleri ve genel özellikleriyle ideale yakın bu ülke rüyalarıma bile girdi. Elmas savaşları döneminin kargaşasını gördüm örneğin, çatılardaki dönerli kristal güneş enerjisi kürelerini ve vadideki yeşillere boğulmuş kentin güzelliğini de. Bu romanda içinden çıkamadığım, tıkandığım hiçbir yer olmadı.
“Romanımda dünyanın kargaşa ve gürültüsünün karşısına sessizlik, sakinlik ve huzuru, cehaletin yerine kültürü ve yaratıcılığı koydum”
Çok katmanlı romanınızı ütopya denen genre’ın sınırları içinde değerlendirmek de mümkün. Çünkü adaletin ve eşitliğin hüküm sürdüğü, daha doğrusu kahramanlarınızdan Noah’nın deyişiyle adaleti ve eşitliği korumak için “çalışılan” bir dünya Diamonds. Yer yer bizim dünyamızın aynadaki yansıması gibi. (Aynada her şey tersine yansır ya, o açıdan, orada olanlar da burada olanların biraz tersi.) Anlatır mısınız Diamonds’daki hayatı, kuralları, bizim dünyamızdan ayrıldığı alanları?
Diamonds’u anlatırken eni konu ütopyaya girdiğimi sonradan fark ettim. Öncelikle farklı canlı türlerinin birbirlerini koşulsuz kabulleri ve dostluk, arkadaşlık, iş ilişkilerindeki karşılıklı saygı, toplumsal yaşamı güzel ve değerli hale getiriyordu. Burada bir başka canlıya acı ve zarar vermek en olumsuz davranış, dahası suçtu. Yaşam hakkını savunma ve düşünceyi dile getirme özgürlüğü sınırsızdı. Zengin kaynaklara sahip gelişmiş bir toplumda, zaman içinde denenmiş ama başarılı olmamış siyasi ideolojiler sonrası geniş bir mutabakatla oluşmuş demokratik kurallar geçerliydi. Hapishaneler yoktu. Cana kast, suikast, yolsuzluk gibi ağır suçları işleyenler, gezegenin uzak ve görece gelişmemiş bölgelerine sürülüyor ve oralardaki elmas ve kristal yataklarında çalışıyor, bu şekilde ıslah oluyorlardı. Kentlerin mimarisi, uzmanlarca çoğunluk yararına planlanıyor, estetik boyut fazlasıyla önemseniyordu. Ulaşım sorunu yoktu. Sanat gerçekten çok önemli bir eğitim aracıydı. Çeşitli dallarda üst düzey sanat okulları, görkemli tiyatro, opera binaları vardı. Kent gürültüsü en aza indirilmişti. Romanımda dünyanın kargaşa ve gürültüsünün karşısına sessizlik, sakinlik ve huzuru, cehaletin yerine kültürel birikimi ve kuru bilginin yerine yaratıcılığın önemsenmesini koydum.
Diamonds’da tıkır tıkır yürüyen bir sistem var. Şunu soracağım: Orada hoşunuza gitmeyen, sağlıksız ya da yanlış bulduğunuz şeyler de var mı? Ben mesela çocukların bebeklikten çıkar çıkmaz ailelerinden alınmasını biraz acımasız buldum. (Gerçi bebeklerin aileleriyle kalması da zaman zaman apayrı bir acımasızlık olabiliyor. Bizim dünyamızda buna dair son derece trajik olaylara şahit oluyoruz mesela.)
Çocukların bir yaşına geldiklerinde ailelerinden alınıp erkenden eğitime başlatılması büsbütün el koyma, aileden koparma biçiminde değil. Belki bir yatılı okul benzeri ama anne babalar çocuklarını sıklıkla görüyor, onlarla birlikte zaman geçirebiliyorlar. Burada önemli olan kapsamlı ve çok yönlü varlık bilinciyle birlikte yaşama kültürü kazandırma, vicdani donanımı pekiştirme, zekâ ve yaratıcılığı yüksek teknolojiye yönlendirme olmalı. Yoksulluk yerine hakça bölüşümü, adalet ve eşitliğe açık şeffaf düzeni savunacak bireyler yetiştirirken sevgi ve şefkat ortamı da sağlanıyor. Ayrıca anne babalar çocuk bakmaktan daha verimli işlerde çalışıyorlar. Yaşadığımız Dünya’da hızla vasatlık, sığlık, aç gözlülük ve şiddet egemen olmaya başlarken ben bütün bunları Diamonds’da yok olmuş kabul ettim.
Margaret Atwood’un bir sözü var: “Gerçek olanları bir kenara koyup sadece edebi olanları ele alsak bile, her ütopya eninde sonunda aynı problemle yüz yüze kalır: Bu düzene uymayan insanlara ne olacak?” Diamonds’da ne oluyor düzene uymayanlara?
Margaret Atwood’un görüşüne katılıyorum. En gelişmiş ve refah içindeki toplumlarda bile düzene uymayanlar, farklı düşüncelere ve beklentilere sahip olanlar çıkacaktır. Onlara ne olduğunu bilmiyorum. Belki galaksinin bir yerlerindeki düşüncelerine uygun rejimlere göç etmelerine izin verilebilir. Romanım tümüyle bir ütopya üzerine oturmadığı için gezegendeki yaşamın ayrıntılarını, kurallar bütününü ve bizim dünyamızdan ayrılan yönlerini yeteri kadar ve asıl konunun elverdiği ölçüde anlattım. Ama bundan sonra Diamonds’da geçen yeni bir roman yazabilir, bir siyasi parti kurup çok partili demokratik yönetime geçmek isteyen sahici bir uyumsuz vatandaş üzerinden orayı aksayan yanlarıyla işleyebilirim.
Size göre olumsuz yanları neydi yarattığınız yeni dünyanın?
“Kurtarılmış”lar için bir bekleme ve uyumlanma adası olan Aaron, seçkinlere ve ayrıcalıklılara ayrılmış her yönüyle özel bir bölgedir. Bir dünya ülkesiyle gizliden anlaşmalı olması, uzay silahlarıyla donatılmış bir askeri üs oluşu eşitliğe ve barışçıl yapıya aykırı. Karakterim Akdeniz’in ulaşımını sağlayan sürücü, savaşa her an hazır olduklarını söyleyerek övünüyor mesela. Bu ise ülkenin olasılıkla bir askeri konsey tarafından el altından yönetildiği izlenimi veriyor. Ne var ki işleyiş kusursuz görünüyor. Dr. Slay konsey başkan yardımcısı olduğuna göre yetkili bir başkan da var olmalı. Kurtarılmışlar ya da sıradanların tarım ve hizmet alanlarında seçkinlerin emrinde çalışması da sınıflı topluma göz kırpıyor. Bunlar anlatıda bir geri beslemeyle değil romanın iç mantığı bağlamında kendiliğinden oluştu. Bu iç mantık romancı için belki de bir tür doğrulama testi yerine geçiyor, anlatıyı inandırıcı kılıyor.
“Ölüm geleceğin önünün kesilmesidir bir bakıma”
Bir röportajınızda romanınıza esin kaynağı olan olayı anlatıyorsunuz. Akdeniz adını verdiğiniz genç kızın ölümünü, bunu ailesinden dinlemeden önce sezgilerinizle hissetmişsiniz. (“Pembe Kayışlı Saat” adlı öykünüzde yazmıştınız zaten.) O gece olanları nasıl açıklıyorsunuz kendinize? Ölüm kendini bize somut olarak hissettirebilen bir gerçeklik mi? Demek istediğim, hayaletlere inanıyor musunuz?
Hayaletlere inanmıyorum elbette. Ama yeni bir yaşam bağışladığım Akdeniz’le sayfalar boyu bir arada ve içli dışlı olmanın bazı garip etkilerini yaşadım. Bu ikinci yaşamı mistik söylemlere değil kuantum fiziğine bağladığım için bilimsel verilere ağırlık verdim. Ancak romanı yazdığım sürece uzay ağırlıklı spiritüel konulardan da uzak kalmadım. Kuantum başlı başına kavranması zor bir konu. Bu yanıyla gizemli bir edebi kurguyla ilişki kurmaya da uygun göründü bana. Sözünü ettiğim etki ise romanda anlattıklarımın geçekliğine tümüyle inanır hale gelişimdi. Gelecekte bir gün bunları yaşayabiliriz belki. Öte yandan andığınız öykü, sevdiklerimizi kaybettiğimizle kapıldığımız acı ve yasla baş etme biçimlerimiz üzerine yazdığım Ruhumu Öpmeyi Unuttun adlı öyküler toplamımda bulunuyor. O gece artık yaşamayan, altı yedi ay önce hayatını kaybetmiş bir genç kızın odasında konuk oldum. Bunu bilmiyordum ama anne odayı ölümün olduğu günkü gibi korumuştu. Fotoğraflardaki genç kız ya çok uzaklara gitmişti ya da artık yaşamıyordu. İlk kapıldığım duygu bu oldu. Sonra her bir ayrıntı ölüm olasılığını öne çıkardı. Giysiler, yarısı kullanılmış ve kuruyup taşlaşmış makyaj gereçleri, genel hava, pencereden görünen tramvay yolunu aydınlatan kızıl ışık! Kısaca tam anlamıyla bir eksiklik, kayıp, bir yarıda kalmışlık ve sessizlik… birinin geride bıraktığı acıklı boşluk. Uyuyamadım. Zamansız bir yerde hissettim kendimi ama dedim ya, tabii ki hayalet görmedim. Hayal ettim yalnızca. Ölüm bize kendini ölenden geriye kalan boşlukla, anılarla, anlarla, bir hayattan arta kalan şey’lerle hissettiriyor; bir çocukluk resmi, bir gülüş, bir dokunuşla ya da sadece suskunlukla.
Ölüm fikriyle uzlaşmayı insan nasıl başarır? Kendi ölümümüze dair korkularımız, yakınlarımızın ölümüne dair kaygılarımız, geleceğimize dair ihtimallerin keskin bir dokunuşla silinişi, ardından gelen unutuş belki… Ölüm hayata bir darbe sanki! Edebiyat bize bununla uzlaşmamız adına da yardım ediyor olabilir mi?
Ölüm hiç kuşkusuz insanın kendine de, yakınlarına ve sevdiklerine, onu sevenlere de şiddetli bir darbedir. Ölüm geleceğin önünün kesilmesidir bir bakıma. Bazen yaşamayı anlamsız bulmak, kendi isteğiyle gitmektir. Ölüm üzerine çok şey okudum, çok düşündüm. Bu belki çok erken yaşta annemi babamı kaybetmiş olmamdan doğan bir ilgiydi. Ölüm olgusunu unutuyor insan. Gidenin yokluğu bir biçimde atlatılıyor, ama bir şeyler eksiliyor dediğim gibi, o yarım kalmışlığı, boşluğu tamamlamak çok güç. Genç ölümler hele çok daha acı oluyor. Oysa belli bir yaşa gelindiğinde ölümle belli bir uzlaşmaya varıyorsunuz. Kesinliğine iyice inanıyorsunuz. Sessizce, acı çekmeden ölmek yeğlenir bir seçenek olarak görünüyor size. Bunu hiçbir biçimde yapamayanlar da var ama hayat sonsuz değil. Kendi adıma edebiyat benim ölüme karşı en yakın dostum oldu. Bana yardım etti, hâlâ cesaret veriyor, korkularımı gideriyor. Çünkü bir şey fısıldıyor kulağıma ve ölümsüzlük vaat ediyor.
Söyleşinin başlarında konuştuğumuz betimleme meselesine dönersek… Bu romanda sıfırdan betimlenmeyi gerektirmiş bir şey daha var… O da var oluş. Romandaki var oluş betimlemeleri inanılmaz bir incelikte ve zenginlikte. İnsan şöyle hissediyor: Öldükten sonra hayatın, var oluşun bende bir anısı yaşayacaksa, o anı böyle olurdu, tıpkı Akdeniz’e kalan anıya benzerdi herhalde… Var oluştan geriye kalacak anıyı nasıl duyumsadınız?
Tolga Meriç’le yaptığımız Unutmak adlı nehir şöyleşi kitabında kendi oluş ânımı anlatmıştım. Akdeniz’i de aynı duyguyla anlatmış olmalıyım. Ama bilincin bir bal peteği gibi dolarak yeniden oluşmasını fizik bir değişimden çok duygu yoğun bir uyanış, bir kendine varış olarak algılamaya çalıştım. Neyi nasıl anlattığımı özellikle benzer sahneler yazarken neredeyse bir trans halinde olduğumdan açıklayamıyorum.
Son sorum aşka dair olacak: Bizim dünyamızda aşk demek kuralsızlık demek. Yapmam dediklerimizi bize yaptıran, yapmaya hazırlandıklarımızı unutturan, keskin virajlar aldıran, büyük düşüşler yaşatan bir var oluş hali. Diamonds’daki aşk kavramı ise bundan çok daha farklı, bireysel tercihlere saygı duyuluyor, kimseden ömür boyu bağlılık beklenmiyor… Sadece sevgiliye değil, kendilerine de sadık olması gerekmiyor Diamondslular’ın. Pıt diye bir ilişkiden çekip gidebiliyor, çat diye cinsiyet değiştirebiliyorlar. İster miydiniz aşklarınızı böyle fırtınasız yaşamayı, aşk o zaman aynı hazzı verir miydi?
Aşk yüzünden acı çekmemek kültürlerinin sonucudur belki, biraz da doğalarının gereği. Yaşamları çok uzun, iki yüz, üç yüz yıl aynı kişiyi sevmek onunla yaşamak çekilmez olabilir. Aynı cinsiyeti o kadar yıl taşımak da sıkıntı verebilir ayrıca. Cinsiyetin ne önemi var zaten! Bence bu geniş görüş nedeniyle aşk anlayışları farklı. Üstelik farklı türlerde ve renklerde çok çekici canlılar da var. Bu büyük zenginlik. Diamonds’luların kültürel ve entelektüel birikimlerini düşündüğümde birliktelikleri bu biçimde ve doğaya uygun yaşamaları temelde cinsel bir güdü olan aşkı acı ve kedere boğmadan yaşayıp geçmeleri güzel. Diamondsluların aşktaki tutumları bana Dünyalıların bin bir kuralla bağlayıp düğümledikleri aşktan çok daha özgür, neşeli ve verimli geliyor.
Gülenay Börekçi, Tolga Meriç
Subscribe
0 Comments
oldest